Bir zeytin ağacının altında sakince kitabını okuyan adamın valizinde dolu bir tabanca olduğunu kim bilebilir?
Başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğerek nişan alıp, kabzayı sağlam tutup tetiği usulca ezerek ateş ettiğime şahit olan kim bir zeytin ağacının altında Rilke’yi okuyacağımı düşünebilir?
Üstelik bu iki görüntü de gerçeği yansıtmazken....
Bir zeytin ağacının altında yatıyorum. Ardımda bir çam ormanı. Önümde uzanan çimenliğin üstünde, dalları güzel kokulu meyveleriyle yüklü kalın gövdeli incir ağaçları var. Dalların tepelerinde olgunluktan çatlayıp açılmış birkaç incir yaklaşan sonbaharı haber veren kızıl fenerler gibi parlıyor.
Deniz kenarına dizilmiş iğde ağaçları, güneş vurdukça ışık tozları gibi beyazlanan ince yapraklarıyla rüzgara uyarak salınıyor.
Deniz, usul hışırtılarla çarpıyor sahile.
Uzaklarda belli belirsiz Yunan Adaları.
Sırtımı kalın minderlere dayamış, Rilke’nin "Duino Ağıtları"nı okuyorum.
Biraz geri çekilip kendime baktığımda ne kadar yanıltıcı bir görüntüye sahip olduğumu sezebiliyorum.
İnsanın huzurlu bir kayboluşla kendinden, zihninden, hafızasından vazgeçebileceği, kokularla ve renklerle dolu bir cennette, ağır bir entelektüel hazla beslenen, ağırbaşlı, olgun bir yaşlı adam gibi görünüyorum.
Yaşlı bir adam olmamın dışında bu görüntüde gerçeği yansıtan bir şey yok.
Ne o kadar olgun, ne o kadar ağır hazlarla dolu, ne de o kadar entelektüelim.
Küçük odamdaki sehpanın üzerinde Bursa işi "söğütyaprağı" bıçağım duruyor, valizimde şarjörü dolu bir tabanca.
Kitabı dün gece, önündeki avlusunda küçük masalar olan, tahta raflı, beyaz duvarlı, aydınlık bir kitapçıdan aldım.
Şiirlerinden çok Rilke’nin kendisini özlediğim için.
"Kim, bağırsam, duyardı çığlığımı melek saflarından" diye başlayan o ünlü ağıtlarının lezzetini çocukluğumdan hatırlıyorum.
Ama nedense, kitabını gördüğümde benim aklımda çınlayan onun başka bir cümlesi oldu.
"Beni seven yalnızlığımla sevmeli."
Trieste’deki bir şatonun bahçesinde dolaşırken kulaklarına çarpan dalga sesleri arasından ilk mısraını duyduğunu söylediği bu ünlü kitabının satırlarını okurken, onun elini hayatın kanına batırmış gibi derinden ve acıyla yazdığı mısralar bana hayatın kendini düşündürüyor.
Hayatın bir bütün olmadığının farkındayım.
Kendi gerçeklerini, yanılgılardan yaratan tuhaf bir sihir sanki.
Yanıltacak bir görüntüm var bu ağacın altında elimde kitabımla.
Bu bir yanılgı ve yanılgı olduğu kadar da gerçek.
Büyük bir kitap gibi düşünüyorum bazen hayatı.
Her sayfasında başka, diğerlerine benzemez bir resim var.
Her sayfa gerçek ama tek başına değerlendirildiğinde aslında kocaman bir yanılgı belki de.
Sayfaları tek tek açıyoruz.
Her sayfada yeni ve başka bir resim.
Ve, açılan her sayfayla biz biraz daha solgunlaşıp eksiliyoruz.
"Bakın ne oluyor bana, bir elim öbürünün
farkına varıyor, ya da yıpranmış yüzüm
onların arasında saklıyor kendisini. Duyuş veriyor
bana bu azıcık. Ama bu tek yüzden varolabilen kimdir?"
Tek bir yüzden var olabilen kimdir gerçekten, her açılan sayfada başka bir yüz görürken biz...
Bir zeytin ağacının altında sakince kitabını okuyan adamın valizinde dolu bir tabanca olduğunu kim bilebilir?
Başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğerek nişan alıp, kabzayı sağlam tutup tetiği usulca ezerek ateş ettiğime şahit olan kim bir zeytin ağacının altında Rilke’yi okuyacağımı düşünebilir?
Üstelik bu iki görüntü de gerçeği yansıtmazken....
Her sayfasında başka bir resim var bu hayat denen şeyin...
Tuhaf, lezzetlerle dolu, sevinçleri olan, hayalleri hep tazelenen, umutlar yaratan, her yeni sayfası yeni beklentilerle açılan, her resmine bütününü anlayabilmek için dikkatle bakılan, meraklı, çekici ve korkutan bir kitap.
"Evet, güzel dediğin yalnız başlangıcıdır
korkunç olanın..."
Annesi Rilke’yi bir kız çocuğu gibi giydirirdi, babası oğlunu erkek yapabilmek için onu askeri okullara gönderirdi.
Ama o erkekliği ne annesinden, ne babasından, ne de askeri okullardan öğrendi, ona erkekliği yirmi iki yaşında rastladığı, kendisinden on iki yaş büyük Lou Andreas Salome öğretti.
Ne gariptir ki, bu "eğitime" Salome’nin kocası da şahitlik etti.
Bu üçlü birlikte Rusya’ya gittiler, Tolstoy’u ziyaret ettiler.
Çok kadın gördü, çok kadına ihanet etti, çok kadından ayrıldı.
Kadınları sevdiği kadar yalnızlığını sevdi hep.
Bütün o kadınların, aşkların, terk edişlerin, onu "her bir melek korkunçtur" diye inleten acıların, garip ilişkilerin, sanat dünyasının devlerinin arasında dolaşırken o hep aynı şeyi, o muhteşem "mısraı" aradı, o bulunması en zor olanı.
Tek romanındaki kahramanına bir mısranın nasıl yazılabileceğini şöyle anlattırdı:
"Bir mısra için insan birçok şehre girmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan, meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir, hálá anlaşılmamış çocukluk günlerini; sessiz kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; üstümüzden esen ve bütün yıldızlara uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir, bütün bunların hepsini düşünebilmek de yetmez. İnsanın, birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hatıraları olmalıdır. Ama, hem de, can çekişen kimselerin yanına oturmuş bulunmalıdır; kesik kesik gürültü duyulan, penceresi açık odada ölülerle durmuş olmalıdır. Ve insanın hatıralarının olması da kafi gelmez. Hatıralar çoksa onları unutabilmelidir..."
Bir mısra için bir hayat ister Rilke, hatıralar ister ve hatıraları unutabilme gücü ister.
Bir zeytin ağacının altında, incir, çam, iğde kokularının arasında onun hatıralarıyla ve unutuşlarıyla yazdığı mısraları okuyorum; sevdiği kadını kocasıyla paylaşarak yaptığı yolculuklardan, hastalıklı bir anneden, ezik bir babadan, hiç bitmeyen çocukluk hastalıklarından, başağrılarından, yaşadığı savaşlardan, kaçtığı savaş yıkımlarından, ıssız şatoların bahçelerindeki yürüyüşlerinden, kulağına mısralar fısıldayan gürültülü dalgalardan, hayal kırıklıklarından, hatırladıklarından ve o hatırladıklarını unutuşlarından geriye kalanlar bu kitabın içinde olanlar.
Verdiği kararlar keskin.
"Her bir melek korkunçtur."
Ve, kuşku dolu.
"Evet, güzel dediğin yalnız başlangıcıdır
korkunç olanın...."
Biraz ilerdeki çardaktan sarkan pembemsi mor üzüm salkımlarından koparıyorum, yoğun tatlarının içinde yıldızlı bir burukluk da hissediliyor.
Deniz hışırtılarla çarpıyor iğde ağaçlarının altındaki sahile.
Dallar incirlerle ağırlaşıp eğilmiş.
Çam ormanının temiz kokusu denizin mavimsi kokusuyla birbirine dokunup dokunup ayrılıyor, ağaçların arasında birbirlerini aradıklarını, bulduklarında sevinçle kokularının kanatlarını birbirlerine değdirdiklerini hissediyorum.
Ben bir zeytin ağacının altında Rilke okuyorum.
Görüntüm gerçeğe uymuyor.
Valizimde dolu bir tabancam, başucumda, dönüşte Bursa’ya uğrayıp çeliğine su veren ustasını arayacağım söğütyaprağı bıçağım duruyor.
O bıçağın meleklerden bile korkunç bir hikayesi olduğunu ve onu size anlatmayacağımı biliyorum.
"Bir yer olmalıydı, bizim bilmediğimiz, ey melek."
Bilmediğimiz yerler var.
Bilmediğimiz görüntüler.
Her sayfasında başka bir resim; birinde bir yaz fırtınası sonrası duru ışık, birinde karlı bir gecenin beyaz buğusu, birinde sevgili bir ölü, birinde kaybolmuş bir kadın yüzü, birinde eski şarkılar, birinde dinmeyen bir ağıt, birinde "beni seven yalnızlığımla sevsin" cümlesi...
Birinde zeytin ağacının altında kitap okuyan yaşlı bir adam...
Birinde kabzası siyah bir tabanca...
"Yeryüzü bu değil mi istediğin: Bir görünmez
uyanış içimizde? Kurduğun düş bu değil mi,
bir kez görünmez olmak..."
Yeryüzünün değilse de hayatın bu isteğe kavuştuğunu, bütün görünürlüğüyle aslında görünmez olduğunu, her görüntünün çizgilerinin sırlarla çizildiğini, o çizgilerin çok zor fark edildiğini ve her resme bakarken o resmin büyüsüne kapılıp sırla çizilmiş çizgilerini unuttuğumuzu düşünüyorum.
Ben sırlarını seviyorum hayatın.
Gizli olanını.
Resmini değil, o resmi yapan görünmez çizgilerini.