Ahmet Altan

Yabani manolyalar

27 Mart 2006
Yol kenarlarındaki bakımsız çimlerin arasından papatyalar minicik sarı göbekleriyle başlarını çıkarmışlardı. Manolya kokusu gibi belli belirsiz bir neşe hissediliyordu güneşli sokaklarda.

Göztepe’nin arka bahçelerine sürgüne gönderilmiş portakal ağaçlarının tombul meyveleri iyice büyümüştü.

Hayat güzel bir şeye benziyordu.


Eve gelince bütün pencereleri açtım. Işıklar içinde bir ılıklık doldu salona. Karıncaları gördüm. Parkelerin arasından çıkıp tek sıra halinde lilyumların durduğu büyük vazoya gidiyorlardı, içi su dolu büyük cam vazoya tırmanıp çiçeklere ulaşıyorlar sonra geri dönüyorlardı.

Bahar gelmiş diye düşündüm.

Karıncalar mevsimleri benden iyi bilirler, kış boyu saklandıkları yerlerden çıktıklarına göre mevsim değişmişti.

Zaten yollarda baharın bütün işaretlerine rastlamıştım.

Beyaz kalın çizgili, yumurta biçimindeki koyu pembe yabani manolya çiçekleri irileşmişti.

Manolyaların "soylu" olanlarının beyaz çiçeklerini açmasına ise daha vardı, onlar hafifçe ekşimsi olan o dumanlı incecik kokularıyla yazın habercisi olacaklardı.

Şimdilik sadece dalları koyu yeşil yapraklarıyla kabarmıştı.

Yol kenarlarındaki bakımsız çimlerin arasından papatyalar minicik sarı göbekleriyle başlarını çıkarmışlardı.

Manolya kokusu gibi belli belirsiz bir neşe hissediliyordu güneşli sokaklarda.

Göztepe’nin arka bahçelerine sürgüne gönderilmiş portakal ağaçlarının tombul meyveleri iyice büyümüştü.

Hayat güzel bir şeye benziyordu.

Neredeyse zorlayıcı bir canlılık, insanda tek başına taşıyamayacağı için tanımadıklarıyla bile paylaşmaya hazır olduğu garip bir hayata karışma isteği, bu "yeniden doğuş" ayinine katılma arzusu yaratıyordu.

Bu "diriliş"in parçası olmak, kısa bir süreliğine bile olsa bütün varlığından kopup o anın içine dağılmak, kendinden başka bir şeye dönüşmek, sokakların sakin ılıklığında kendini yeniden bir daha doğurmak için bir coşku hissediyordu insan.

Orada o sokağın bir parçası gibi durdum.

O anda yaşamak için bir amaca ihtiyacım yoktu.

Yaşıyor olmak yeterliydi.

Bazen böyle anlar yaşarız, biraz garip anlar; böyle anlarda hayat hem çok anlamsızdır, hem de çok anlamlı.

Düşüncelerimiz, beklentilerimiz, ihtiraslarımız, özlemlerimiz, acılarımız, kırgınlıklarımız, düş kırıklıklarımız, zaferlerimiz ve yenilgilerimiz birden boş ve saçma gözükür bize, bunların ne anlamı var diye geçiririz aklımızdan. Hayata yapışan elimizin aslında boş olduğunu, tuttuğumuzu sandığımız hiç bir şeyi tutmadığımızı hissederiz.

Ama bir yanımızla da, böyle bir bahar ılıklığının taze süt gibi kabarıp bizi yabani manolyalarıyla, tatlı akasya çiçeği kokularıyla, yeşil çimenlikleri, cömert aydınlığıyla sardığı bir anda sadece varolabilmenin, yaşamanın tadını ve anlamını kavrarız.

Yaşıyorum, diye düşünürüz.

Taşıdığı ağır yükü bir taşın üstüne koyup dinlenen bir adam gibi hayatın yükünü omuzlarımızdan atmanın hafifliğini duyarız.

Biraz sonra yükümüzü yeniden sırtlayıp yolumuza devam edeceğimizi biliriz.

Bütün o kaygılar, istekler, ihtiraslar, kırgınlıklar, beklentiler dönüp gelecektir.

Ama, bir an, sadece bir an onlardan soyunuveririz.

Güzel, derin bir soluk aldım.

Huzurlu bir soluk.

Öyle bir andı ki sahip olduğum her şeyi kaybedeceğimi söyleseler omuzlarımı silkerdim, istediğim her şeyi vereceklerini söyleseler onlara gülerdim.

İsmini bile bilmediğim bir sokakta hayatın anlamlı gözüken nesi varsa hepsinden vazgeçmiştim ve birden sınırları olmayan bir özgürlüğün içinde sanki eriyip hayatın pençesinden kurtulmuştum.

Yeniden yürümeye başladığımda o sihirli an kayboldu.

Hafızama, duygularıma, düşüncelerime, ihtiraslarıma geri döndüm.

Taşımaya alışkın olduğum yüküm sırtımdaydı şimdi.

İki şey hatırladım.

Böyle bir günde Napoli’de kıkırdayan küçük bir Çingene kızından aldığım uzun saplı bir gülü ne yapacağımı bilemeden elimde taşırken, kırmızı ışıkta duran bir arabanın penceresinden içindeki kadına uzattığımda kadının nasıl korktuğunu...

Ve, Neron’un da hocası olan ünlü İtalyan filozofu Seneca’nın sürgüne gittiği adadan annesine yazdığı mektubu.

"Hiçbir zaman kader tanrıçasına güvenmedim, bana huzur verdiği zamanlarda bile. Bana bahşettiği her şeyi (parayı, mevkii, gücü) öyle bir yere koydum ki geri almak istediği zaman beni rahatsız etmeden alabilsin. Bütün bu sahip olduğum şeylere belli bir mesafede durdum ki istediği zaman onları bulundukları yerden rahatça alsın, benden söküp koparmasın."

Hayatta kötü şeyler de olabileceğini bilen ve kendini buna hazırlayan insanın hayal kırıklığı yaşamayacağına, en kötü kaderle karşılaştığında bile gülebileceğine inanan filozofun bütün hayatı sanki bu söylediğinin sınavı olarak geçmişti.

Kazandığı bütün serveti ve ünü sürgüne gönderildiğinde kaybetmiş, sürgünden geri çağrılıp Neron’a hoca olduktan sonra kaybettiklerini yeniden kazanmıştı.

Roma’nın yararına olacağına inandığı için üvey kardeşi Britanucus’u öldürmesini Neron’a o öğütlemişti söylentilere göre.

Sonra bir bahar gecesi kırmızı pelerinli, gümüş tolgalı, üstü kartal işlemeli sandaletler giyen askerler onun kapısını çalmışlardı, öğrencisi İmparator Neron’un "ölüm emrini" iletmek için.

Evindeki dostları ağlamaya başladığında onları azarlamıştı.

Bir "bilge en kötüyü bile gülerek karşılamalıydı" çünkü.

Romalı bir asile alt sınıftan biri el süremezdi, onun için idama mahkum olanlar kendilerini öldürürlerdi.

Seneca, önce hayranı olduğu Sokrat gibi baldıran zehiri içmişti ama zehir onu öldürmeye yetmemişti, eski adetlere uyarak bileklerini ve diz kapaklarının arkasındaki damarları kesip sıcak suyla dolu bir küvete yatmıştı.

Ve gene hemen ölmemişti.

Kader bazen almasını hiç istemediğinizi alırken bazen de alması için yalvardığınızı çok yavaş alıyordu.

Seneca, bütün o acılar içinde ölene kadar hep gülümsemişti.

Dostlarını teselli etmişti.

- Talihsizlikler karşısında sükunetinizi kaybetmemenizi söyleyen felsefeye olan inancınız nereye gitti, demişti.

Acılar karşısında sağlam durulması gerektiğini söyleyen bir felsefi görüşe inanıyordu ve kendi inancının doğruluğunu ölüm karşısındaki metanetiyle de kanıtlamıştı.

Aksine bir davranış, bir korku belirtisi, bir ürkeklik, onun bütün hayatını adadığı inançlarına ters düşecek, onun yanlış bir görüşü savunduğunu ortaya koyacaktı ki bu Seneca için ölümden bile beterdi.

Gülümsemişti ölüme giderken.

Kendisiyle birlikte ölmek isteyen karısının elini şefkatle okşamıştı.

Ölüm karşısında sağlam durabilenlere çocukluğumdan beri hayran olmuştum.

Onlarla ilgili çok hikaye dinlemiştim.

Ve, o sokakta durduğum bir an içinde hiçbir şeyden korkmamanın mümkün olduğunu hissedebilmiştim.

Ama o, sadece bir andı.

Bütün ihtiraslarımdan, arzularımdan ve korkularımdan kurtulduğum, bir yabani manolya çiçeğine dönüştüğüm bir an.

O anı bütün hayata yaymak mümkün olabilir miydi?

Napolili kadın ona bir gül uzattığımda bile korkmuştu.

Korku sanki hayatımızın alıştığımız bir parçasıydı.

Gene de korkusuzluğu kısa bir süreliğine hissedebilmiştim.

Eğilip çimenlerin arasından bir papatya kopardım.

Boyundan beklenmeyen keskin ve yadırgı bir kokusu vardı.

Onu yanımdan geçen bir kadına versem ne yapar diye geçirdim doğrusu bir an aklımdan, acaba irkilir miydi, deli olduğumu, daha kötüsü ona yakışıksız bir biçimde kur yaptığımı düşünür müydü?

Böyle bir günde bir çiçek vermek konusunda ne kadar çok endişe.

Papatyayı cebime koydum.

Bana bu kadar güzel bir anı bağışlayan "kader tanrıçası" acaba benim için nasıl planlar yapıyordu?

Neler verecek, neler alacaktı?

Bunları ne zaman yapacaktı?

Bana verilenleri sükunetle kabul edip, benden alınanlara gülümseyebilecek miydim?

Bir ağacın gölgeliğine saklanmış bir duvarın üstüne oturmuş bir kızla bir oğlan öpüşüyorlardı.

Bahçesi otlarla kaplı eski konağın çatısına martılar konmuştu.

Ceketimi çıkartıp elime aldım.

Hava çok ısınmıştı.

Dallarını yola doğru eğmiş bir mimoza ağacının altından geçtim.

Ak bir aydınlığın içinde yürüyordum.

Yeniden doğuş ayini.

Yaşıyordum.

Ve, hayat güzel bir şeye benziyordu.

Eve vardığımda pencereleri açacaktım.

Siyah ipekten bir ibrişim gibi dizilen karıncaların güzel kokulu lilyumlara yürüdüklerini görecektim.

Kader tanrıçası bana bugün bunları vermişti.

Bende de ona verecek bir şeyler vardı.

Ve günü geldiğinde, eğer gücüm yeterse, bunu o kaprisli tanrıçaya gülümseyerek verecektim.
Yazının Devamını Oku

Erkeklerin milyon yılı

19 Mart 2006
Doğrusu, erkeklerin sevişmek istedikleri kadınları önce lokantaya götürüp "beslemesinde", yeni yeni birlikte olan kadınlarla erkekler arasındaki ilişkide "akşam yemeği, sevişme" kalıbının bulunmasında da, ben geçmişin alışkanlıklarını görmeye yatkınım. Geçen yüzyılın başlarındaki savaşlarla, ihtilallerle çalkalanan o karmakarışık günlerde çeşitli maceralardan geçen iki kızkardeş çağın en parlak şairlerinden ikisini kendilerine aşık etmeyi başarmıştı.

Sovyet ihtilalinden kaçarak Paris’e gelen Elsa Triole, küstah ve kendini beğenmiş genç Aragon’un dünyasına bütün duygularını altüst eden bir kasırga gibi girmişti.

Aralarındaki edebi çekişmelerle, ilişkilerine yansıyan başkalarına ait gölgelerle huzursuz ama tutkulu yıllar geçirdiler, Aragon edebiyat tarihine geçen ünlü "mutlu aşk yoktur" dizesiyle biten şiirini Elsa için yazdı.
/images/100/0x0/55ea7e48f018fbb8f883927d
Sovyetler’de kalan diğer kardeş, Lilia Brik ise, devrimin "ilahlarından" Mayakovski ile büyük bir aşk yaşadı.

İki unutulmaz şairin hayatlarına girip onları iliklerine kadar sarsacak denli güçlü bu iki kadından Elsa Triole, kahramanı "erkek" olan "Beyaz At" isimli bir roman yazdı.

Benim gençlik yıllarımın en etkileyici kitaplarından olan bu romanda Elsa, bilerek ya da bilmeyerek, erkeklerle ilgili çok önemli bir "sırrı" ortaya çıkarıyordu.

Romanın yakışıklı kahramanı Michel, sürekli hayatını değiştiriyor, yeni bir işe başlıyor, tam başladığı işte zirveye ulaştığında bırakıp başka hayata geçiyordu.

"Ele geçirdiğinden" çok ele geçirmekle, "kazandığının nimetlerinden" çok kazanmakla ilgili gözüküyordu.

Milyonlarca yıl önce "mağara devrinde" yaşayan "avcı" ataları gibi hayatın içinde avını arayarak dolaşıyor, hiçbir avın başında fazla oyalanmıyordu.

Ve, Triole bize sanki erkeğin "temel içgüdüsünü" anlatıyordu.

Olağanüstü sezgilerine, hayatın incecik kıvrımlarında itinayla yürürken edindikleri eşsiz tecrübelerine, duygusal zekalarının şaşırtıcı yoğunluğuna karşılık "erkek" sözcüğünün ardındaki gerçeği bir türlü göremeyen, zaman zaman çaresiz ve acılı bir çocuğa dönüşen kadınlara aradıkları cevapların çoğunu edebiyat verir zaten.

Hayatın kendisi bile, hayatı ve insanları edebiyat kadar berrak ve açık anlatamaz çünkü.

Evrenin sırrını çözecek formülü keşfedip de en basit matematik problemlerini yapamadığı için arkadaşından yardım isteyen Einstein gibi birçok zor gerçeği saklandığı yerden çıkartan kadınların "basit erkek formüllerini" bulabilmeleri için edebiyat gerekiyor.

"Beyaz At" kadınların bir türlü açmayı beceremedikleri "erkekler dünyasının kapısını" aralıyor biraz.

Belki yanılıyorum ama bence o romanda milyonlarca yıl önceki erkeklerin günümüze yansıyan gölgesini yakalıyor Triole.

Erkeklerin "büyük" sırrı da zaten sanırım milyonlarca yıl öncede yatıyor.

Kadınlarla erkekler arasındaki en temel ve en keskin farkın hayata ve ruhumuza vurduğu damganın izi o çağlara gidiyor.

Mutluluklarını ve mutsuzluklarını birbirlerine borçlu olan bu iki cins arasındaki ilişkiyi en belirleyici özellik, bugün en çok küçümsenen, en önemsiz görünen özellik bence:

Fiziksel güç...

Bunun nasıl bir fark yarattığını anlamadan cinsellikler dünyasının karanlık patikalarından düşmeden geçmek pek mümkün değil.

Milyonlarca yıl önce, dinozorların, saldırgan hayvanların, yırtıcı kuşların dolaştığı, insanların mağaralarda saklandığı dönemde yiyecek, ancak o iri ve vahşi hayvanları avlayarak sağlanıyordu.

Taş baltalar, ucu sivriltilmiş dallardan oluşan mızraklarla o hayvanları avlayabilmek için ciddi bir kas gücü, hız ve çeviklik gerekiyordu.

Kadınların güzel ama zayıf bedenleri bu iş için uygun değildi.

Sadece bebeklerine bakabilmek için değil, dışarıdaki vahşi dövüşe güçleri yetmediği için de mağaralarında oturup beklemek zorundaydılar.

Mağaralar kadınların oldu böylece.

Erkekler oraya akşamları geliyorlardı.

Kadının "bekleyen", erkeğin "gezen" rolleri onların bedensel yetenekleriyle belirlendi.

Adam hayvanı avlıyordu, yiyeceği vardı.

Kadının, adamın yiyeceğini paylaşabilmesi için ona bir şey vermesi gerekiyordu.

Verecek, bedeninden başka bir şeyi bulunmuyordu.

Erkeğin kadını "hoş tutmaya" ihtiyacı yoktu, onun paylaşılacak yiyeceği vardı, bir hayvanı avlayacak kadar "güçlü" olmak bir kadını kazanmak için yeterliydi onun için.

Ama kadın?

O ne yapacaktı?

Erkek bir kadın bulabilmek için diğer erkeklerle yarıştığında tek amacı en güçlü olmak, en büyük avı vurmaktı, kadın o avı erkekten alabilmek için diğer kadınlarla nasıl rekabet edecekti?

Daha güzel, daha süslü, daha yumuşak, daha çekici olarak elbette.

Yiyeceğe ve kadına sahip olabilmek için "erkeğe" güç yetiyordu, kadın ise yiyeceğe sahip olabilmek için önce erkeğe sahip olmak zorundaydı ve bunun için güç dışında kalan bütün özelliklerini geliştirmek zorundaydı.

Güzelleşmeyi, erkeği övmeyi, onu kızdırmamayı, alttan almayı öğrendi.

Erkek, saatlerce bir ağacın dibine saklanmayı ya da günlerce bir avın peşinden yürümeyi becerirken "sabırlı" olmayı ruhuna yerleştirdi.

Kadın ise akşama mağarasına bir erkeğin ve yiyeceğin gelip gelmeyeceğini bilmiyordu, avı bulan erkek bunu başka bir kadınla paylaşabilirdi, her günü merakla, telaşla, sabırsızlıkla geçirir oldu.

Bu telaşlı merakın huzursuzluğundan kurtulmak için erkeğin "akşama geleceğine" dair söz vermesini istiyordu, kendini güvende hissetmesi için bir güvenceye ihtiyacı vardı.

Bütün gün dolaşan, avlanan, değişik kadınlarla karşılaşan erkek, elinde paylaşacak bir av bulunduğu sürece istediği kadınla birlikte olacağını kestiriyor, güvence vermekten hoşlanmıyordu. Belki o akşam daha hoşuna giden bir kadına rastlardı.

Gezmeyi, diğer erkeklerle yarışmayı, her gün değişik maceralar yaşamayı, her av seferinde yeni zaferler kazanarak gücünü kanıtlamayı sevdi.

Onun aynı yerde tutmak mümkün olamıyordu.

Hep aynı yerde durduğunda avlanamıyor, macera yaşayamıyor, gücünü kanıtlayamıyordu.

Kalın bilekleri ve keskin silahlarıyla korkutucuydu ve kadınlar ruhlarına yerleşen, en derinlerinde varlığını hep sürdüren korkuyu, erkekten korkmayı, onun kızgınlığından ürkmeyi ta o zamanlardan miras aldılar.

Bugün, iki bağımsız, eşit, birbirlerine "av" için muhtaç olmayan kadınlarla erkeklerin oluşturduğu ailelerde bile "yatıştırıcılığın" genellikle kadına düşmesinde, bu tuhaf ve anlaşılmaz "rolde" sanırım hálá milyonlarca yıl öncenin izleri var.

Doğrusu, erkeklerin sevişmek istedikleri kadınları önce lokantaya götürüp "beslemesinde", yeni yeni birlikte olan kadınlarla erkekler arasındaki ilişkide "akşam yemeği, sevişme" kalıbının bulunmasında da, ben geçmişin alışkanlıklarını görmeye yatkınım.

Erkek, sevişmeden önce "beslemesi" gerektiğini ruhuna kazınan bilgilerle biliyor, kadın ise önce yemek yenmesini, kendisine ne tür bir "av" sunulacağını görmeyi milyonlarca yıl önceki ninelerinin deneyimlerinden kendisine kalan mirasla istiyor.

Mağara devrini ve "fiziksel güç" farkını bilmeden bugünkü erkeği anlamak kolay olmaz.

Ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsın, erkek henüz o dönemin alışkanlıklarını tümüyle unutmuş değil.

Bizim için milyonlarca yıl çok uzun olsa bile, kainatın neredeyse sonsuz mekanı ve zamanı içinde bu çok kısa bir süre çünkü.

Erkek hálá bir kadını etkilemek için zarafetten ve "hoşluklardan" ziyade gücüne güvenir, her yeni tanışmada uzun uzun kendisini, başarılarını, zekasını anlatması bu güçlülük gösterisinin parçasıdır zaten, bütün erkeklerin böyle yaptığını bilmeden yapar bunu, kadınların bununla gizli gizli alay ettiklerini aklına bile getirmez.

Kadınlara kıyasla çok daha sabırlıdır.

Her akşam gelecek "av etini" garantiye almak isteyen kadının aksine, sırtında av etiyle mağara mağara dolaşmayı, bu "eti" hakedecek daha iyi biri olup olmadığını araştırmayı tercih eder.

"Avı" paylaşmadan önce övülmeyi bekler.

Gücünü kanıtlamak, sürekli güçlü kalabilmek için maceraya, onu hep dikkatli kılacak, her an tetikte durmasını sağlayacak heyecana ihtiyacı vardır.

Paylaşacak bir "avı" olduğuna inandığı sürece kabalaşmanın sınırında gezinmekten kaçınmaz.

Kadınların büyük çoğunluğu hayatlarının önemli kısmını böyle "yabani" bir yaratığı "evcilleştirmeye" uğraşmakla geçirir ve hep "bütün çabalarıma karşın niye evcilleşmiyor, niye güven vermiyor, niye hep mağarada, yanımda oturmuyor" diye sorarlar.

Sanırım, bir erkeği mağaranın içinde tutmanın bir tek yolu vardır.

"Avın ve maceranın" mağaranın içinde olmasını sağlamak.

Hayatı "av sahası" ve "mağara" diye ikiye bölen erkeğin alışkanlıklarını kıracak, aklını karıştıracak, geçmiş deneyimlerini unutturacak bir şok yaşatmak.

Ama "sabırlı" birinin alışkanlıklarını, "sabırsız" birinin değiştirmesi çok zordur.

Zaten o yüzden de, kadınlar kendi "alışkanlıklarını" değiştiremedikleri için erkeklerin alışkanlıklarını değiştiremezler.

Her şeyin çok çabuk olmasını isterler.

Erkekler için hiçbir şey o kadar çabuk olmaz.

Onlar milyonlarca yıl bir ağacın altında beklediler.

Elsa Triole, karşılaştıklarında Fransa’nın en başarılı şairlerinden biri olan Aragon’a "komünizmi" öğretmiş, ihtilal karmaşasından çıkıp tek başına Paris’e gelecek kadar güçlü ve kararlı oluşuyla onu şaşırtmış, ona hem cinsellik hem edebiyat alanında meydan okuyarak onun kendi gücüne olan güvenini hırpalamış, onu gerektiğinde övdüğü gibi gerektiğinde eleştirmiş, onun gücünden korkmamış ve edebiyat tarihine geçecek bir aşk yaşamıştı.

Bütün alışkanlıkları depreme uğrayan Aragon ise "mutlu aşk yoktur" diye yakınırken Elsa’dan kopamamıştı.

Elsa da oturup "Beyaz At"ı yazmıştı.

Milyonlarca yıl önceki alışkanlıklarını sürdüren çağdaş bir erkeği anlatan romanını.

Hep giden, hep giden, hep giden, hep yeni maceralar arayan bir erkeği.

Belki de Elsa bunu anlatabildiği, bu gerçeği gördüğü için Aragon bir yere gidememiş, gitse de Elsa’ya geri dönmüştü.
Yazının Devamını Oku

Yalnız kadınlar

12 Mart 2006
Yeryüzündeki birçok cümle içinde benim canımı en yakanlarından biri, bir kadından duyacağım şu kısa cümledir.<br><br>- Erkekler benden korkuyor. Bunu duyduğumda, "yalnız bir kadınla" karşı karşıya olduğumu anlarım.

Mutsuz olduğunu da...

Son zamanlarda, beğendiği erkeklerden istediği cevapları alamadığını da...


Akşam çökerken, karlı dağların arasından ilerleyen adam ıssız bir yamaca dayanmış bir ev görür.

Eve yaklaştığında kapı açılır ve elinde tüfeğiyle, düşman bakışlı genç bir kadın belirir.

- Hemen git buradan, der, yoksa ateş ederim.

Adam yorgundur, açtır, uykusuzdur, yaralıdır.

Sadece o geceyi geçirecek bir yer aradığını, kötü bir niyeti olmadığını anlatmaya çalışır ama kadın hep aynı cümleyi tekrarlamaktadır.

- Hemen git buradan, yoksa ateş ederim.

Kadının kararlı olduğunu gören adam çaresizce arkasını dönüp yürümeye başlar. Kadın, ya adamın yıkılmak üzere olduğunu anlatan bitkin yürüyüşüne acıdığından ya da adamın gerçekten sığınmaktan başka bir niyeti olmadığını sezdiğinden arkasından seslenerek çağırır.

- Gel.

Adamı eve alır. İçerde bir de bebek vardır.

Yemek ısıtıp adama verir. Sonra ona, alet edevatın durduğu soğuk bir odada yer gösterir.

Adam o kadar yorgundur ki, bir yatağın olmamasına aldırmaz, yere bir battaniye serip yatar.

Biraz sonra kapısı açılır ve geceliğiyle kadın gözükür.

- İstersen, der, içerde yatabilirsin.

Adam eşyalarını toplayıp içeri girer, kadının yatak odasında ne yapacağını bilemeden ayakta durur.

Kadın, adama bakar,

- Yanıma yatıp, başka bir şey yapmadan bana sarılır mısın?

Adam kadının yanına yatar, kadına sarılır. O halde birlikte uyurlar.

Amerikan İç Savaşı’nda yaşanan dramları anlatan filmdeki birçok acı içinde galiba beni en çok etkileyen, kocası savaşa gittikten sonra o dağ başında yapayalnız yaşayan kadının o cümlesi oldu.

- Yanıma yatıp, başka bir şey yapmadan bana sarılır mısın?

Acaba kaç kadın, sadece bir sarılışı özlediği için aslında pek de istemediği sevişmelere razı olmuştur?

Acaba kaç kere, sarılıştan sevişmeye, şefkatten şiddete çok geniş bir yelpazeye yayılmış olan tensel arzularının çeşitliliğini, sadece bir tek tensel arzu bilen erkeklere anlatamadıkları için, erkeklerin sevişme isteklerine evet deyip, o sevişme içinden kendi ihtiyaçlarını almışlardır?

Hem ruhları hem tenleri, duyguların ve dokunuşların binbir çeşidine açık ve duyarlı olan kadınlar hayatın içinde tek başlarına kaldıklarında, hissettikleri yalnızlık bir erkeğinkinden çok daha yoğun ve derin olur.

Erkeklerin duygu ve ten dünyası geniş bir çimenlik gibi dümdüz uzanırken onlarınki, içinde çiçeklerin, ağaçların, sarmaşıkların, çeşitli otların, bitkilerin büyüdüğü karmaşık bir bahçe gibi yayılır, bu bahçeye bir el değmediğinde yabanileşip vahşileşir, birçok duygu yeterince sulanmadığında solgunlaşır, sarmaşıklar zehirli bir telaşla etrafa yayılır.

İçlerinde gezdirdikleri o ıssız bahçelerden yükselen yabanyemişi kokularının keskinliğini, seslerinin hafifçe solduğunu, neşeli gülüşlerin altında bir hüznün ve asla itiraf edilmek istenmeyen bir ürkekliğin fısıltısının titreştiğini hissedersiniz.

Çalınmayan bir piyano gibi dururlar hayatın içinde, tuşlarının tozlanacağından, bir daha hiçbir zaman o eski parlak tınılarının duyulmayacağından endişe ederler.

Geceleyin, gün boyu hangi kimlikle dolaşıyorlarsa o kimlikten soyunup yalnız bir kadın olduklarında, yataklarına yorgunca otururlar.

Yatağın kenarında, yorganın altına girmeden önce bir an hayatlarını düşünürler.

Bir yerde bir hata yapmış olduklarına dair isimsiz ve nedensiz bir pişmanlık belirir içlerinde.

Bütün o ruhsal ve tensel istekleri onlara birer düşman gibi gözükür.

O istekleri zaman zaman inkar etmek isterler ama hiçbir zaman başarılı olamazlar.

Ve bazen, yalnızlıktan ürküp, asla yapmayacaklarına inandıkları yanlışları yaparlar.

Yeryüzündeki birçok cümle içinde benim canımı en yakanlarından biri, bir kadından duyacağım şu kısa cümledir.

- Erkekler benden korkuyor.

Bunu duyduğumda, "yalnız bir kadınla" karşı karşıya olduğumu anlarım.

Mutsuz olduğunu da...

Son zamanlarda, beğendiği erkeklerden istediği cevapları alamadığını da...

Anlarım ki, telaşlı ve bu telaş yüzünden kendini üzecek hatalar yapıyor.

İstediğinde ona "sadece" sarılacak, istediğinde başkalarına hiçbir zaman gösteremeyeceği arzularının "karanlık" yanlarını onu hiç yargılamadan, aynı zevki alarak paylaşacak, istediğinde ona şiddetle istediğinde şefkatle dokunacak; onun kuşkularla çırpınan ruhunu bazen bakışlarıyla, bazen usul sesiyle yatıştıracak, duygularının ve teninin kat kat yükselen teraslarında onunla dolaşacak birini arayıp da bulamadığında...

İşte o zaman, telaşlı ve tedirgin ruhu, biraz hoşuna giden bir erkeği bütün isteklerini anlayıp paylaşacak biri olarak görecek, o erkeğin gerçek yüzünü duygular dünyasının büyülü çanağında kendi istediği yüze çevirecektir.

Ve, hemen ona doğru koşacaktır.

Erkek ise, onun kendisini nasıl gördüğünü hiç anlamayacaktır.

Onun kendisinden ne istediğini de...

Kendisine yaklaşmak, yakınlaşmak isteyen kadına, zihninin tek penceresinden bakacak, onun şefkat dolu bir sarılıştan dostça bir sohbete kadar yayılan geniş arzularını tek bir arzunun, tensel bir ihtirasın işareti olarak görecektir.

Karşılıklı acıklı bir yanılgı yaşayacaklardır.

Tuhaf bir çarpılmayla, hayatta belki de en çok sevdiği şey olan kadın vücudunu binlerce yıllık alışkanlıklarla zihninin ele geçmez derinliklerinde "günahkarlık ve ayıp"la bir tutan erkek, kendisini beğenen kadının isteklerini küçümseyecektir.

Kendisine bütün arzuları ve sıcaklığıyla gelen kadını yalnızca vücudundan tutacak, onun ruhuna ve duygularına hiç aldırmayacak, kendi erkekliğinin çekiciliğine hayran kalırken kendisini beğenen kadının zekasını da, ayrıcalıklı özelliklerini de pek fark etmeyecektir.

Her zaman olmasa da genellikle telaşlı "yalnız kadınlarla" erkekler arasındaki oyun böyle oynanacaktır.

Kadın, ilk sevişmeden sonra telefon neden çalınmıyor diye kuruntular içinde kendi kendini yerken, erkek iyice doymuş egosuyla mutlu bir gergedan yavrusu gibi bir ağacın dibinde uykuya çekilecektir.

Kadın beğenilmediğini sanacak, kadınlığının, çekiciliğinin, zekasının yetersiz olduğu kaygısına kapılacaktır.

Ağacın altında mutlu uykusuna yatmış gergedan yavrusunun başına gidecek, "Sen beni tam anlayamadın, ben aslında çok zeki, çekici bir kadınım" diye anlatmaya başlayacaktır.

Erkek bunu da anlamayacaktır.

O, kadının gene aynı istekle geldiğini düşünecektir.

Bir keman virtüözüyle bir sağırın ilişkisine dönüşecektir ilişkileri, kadın kemanının bütün seslerini duyurmak için uğraşacak ama bu sesler erkeğin içine ulaşmayacaktır.

Kadının telaşı bundan sonra daha da artacaktır.

Birçok güzel, başarılı, ünlü kadının hiç beklenilmeyen skandalların, kendisini utandıracak olayların parçası olmasında, sanırım, onun "kötü bir kadın" olmasından çok "yalnız bir kadın" olmasının payı vardır.

Belki de sadece, "Yanıma uzanıp, başka bir şey yapmadan bana sarılır mısın" demek istemiş, çok özlediği bir sarılış karşılığında beklenmedik maceraların parçası haline gelmiştir.

Yalnız kadın olmak zordur.

Ruhundan, teninden, vücudundan yayılan bir istekler senfonisinin hiç duyulmaması, bütün bu seslerin bir dinleyicisi olmaması, onu bomboş bir salonda konser veren büyük bir orkestra gibi kederlendirir.

Üstelik erkekler, onun incelikli arzularının, özlemlerinin farkında bile değildirler.

Onun bir başka insanın belki de sadece sıcaklığını hissedebilmek için attığı adımlara küçümseyerek bakarlar.

O kadınların birçoğu, böyle bir küçümsenmenin hedefi olmamak için hayatın içinde ya olduğundan çok soğuk, ya olduğundan çok daha saldırgan ve alaycı yaşamak zorunda kalır.

Yalnızlık, gittikçe derine işleyen bir pas gibi kimliklerini kemirir, onları başkalaştırır.

Onların bütün varlıklarından yükselen senfonilerini duymaz kimse.

Seslerine kulak verenler de genellikle o seslerin arasından sadece bir tanesini duyarlar.

Bu, korkutur onları.

"Yalnız bir kadın" olmak, yalnızlığın kendisinden bile daha ürkütücü hale gelir.

Halbuki, birçok güçlü isteğin içinde belki de en çok istedikleri, söylemeyi en çok arzuladıkları, o basit cümlede gizlidir.

- Yanıma yatıp, başka hiçbir şey yapmadan bana sarılır mısın?
Yazının Devamını Oku

Seks ve politika

6 Mart 2006
Bir başkentin üst düzey yöneticilerinin, toplulukların önündeki o ciddi ve ağırbaşlı görünümlerinden soyunup bir erkeğe dönüştükleri, bir yanıyla çok doğal bir yanıyla çok tehlikeli bir "metamorfozdan" geçtikleri o apartman katını merak ediyorum doğrusu. Karanlık bir kapan gibi içine girecek erkekleri bekleyen o "masaj salonu" nasıl kokuyordu acaba, mobilyaları nasıldı, ışıkları karartılıp kışkırtıcı bir loşluk mu yaratılmıştı, bekleyenlerin oyalanması için masalara bir şeyler konmuş muydu, duvarlarına tablolar asılmış mıydı, ne ikram ediliyordu?

Yoksa, ayrıntılara pek aldırılmamış mıydı?

Duvarlarına gizli kameralar yerleştirilmiş odalara erkekleri çekmek için oradaki kadınların yeterli olacağı mı düşünülmüştü?

Bir başkentin üst düzey yöneticilerinin, toplulukların önündeki o ciddi ve ağırbaşlı görünümlerinden soyunup bir erkeğe dönüştükleri, bir yanıyla çok doğal bir yanıyla çok tehlikeli bir "metamorfozdan" geçtikleri o apartman katını merak ediyorum doğrusu.

Politikayla cinselliğin, birbirine tümüyle yabancı gözüken bu iki dünyanın buluştuğu noktadaki her ışık kırılmasının bize hem insanlar hem politika hem de bir başkentin "gizli" düzeyi hakkında ipuçları vereceğine inanıyorum.

Yönetenlerin gerçek yüzü saklı sanki orada.

Kalabalıkların kaderine hükmetmek arzusu, bana sorarsanız, insanoğlunun "suça" en yatkın zaaflarından biridir.

Kendinizi diğerlerinden ayırıp, daha "yüksek" bir yere, daha güçlü ve daha dokunulmaz bir yere yerleştiriyorsunuz.

Ama, kaderlerine hükmedeceğiniz insanları, onlardan "daha üstün" olduğunuza nasıl ikna edeceksiniz, her biri kendini çok önemli gören o milyonlarca insanı sizin onlardan daha "önemli" olduğunuza nasıl inandıracaksınız?

Eskiden, imparatorlar bu gücü doğrudan "tanrıdan" aldıklarına inandırmışlardı insanları.

Peki, şimdikiler kendileri ayrıcalıklı kılacak "gücü" nereden alıyorlar?

"Hükmetme arzusu" gibi en büyük zaaflardan biriyle yaratılmış bu insanlar kaçınılmaz olarak kendilerini "günahsız ve zaafsız" bir şekilde sunacaklar kalabalıklara, bizim bildiğimiz hiçbir zaafları yok onların görüntüde, tuhaf bir biçimde sahip olmaktan en korktukları zaaf ise cinsellik.

Kalabalıkların da biraz insafsız hatta intikamcı bir yanları beliriyor bu konuda.

Yöneticilere, "Sizin üstünlüğünüzü kabul ederiz ama siz her tür cinsel zaaftan uzak duracaksınız" diyorlar, oynayan bir kadına her erkek rahatlıkla bakarken bu kadarcık bir "kaçamak" bile yöneticilere yasaklanıyor, onların hiçbir davranışından "cinselliklerine" dair bir ipucu sezmememiz gerekiyor.

Onlar bizim kaderlerimize hükmederken biz de onları garip bir alaycılıkla cinselliklerinden soyuyoruz.

Yolsuzluklarına, hırsızlıklarına, cinayetlerine göstermediğimiz tepkileri "cinselliklerine" gösteriyoruz, başka erkeklere tanınan bütün haklardan onları yoksun kılıyoruz, bir kadına bakamazlar, bir kadınla flört edemezler, gizli kaçamaklar yaşayamazlar.

Bunlardan birini yaparlarsa "hükmedici" özelliklerini kaybederler.

Ne zalim bir ceza aslında.

Tarih, yolsuzluklardan çok cinselliklerinden dolayı koltuklarını kaybetmiş politikacılara şahit olmuştur, bizim bile yakın tarihimizde bunun örnekleri vardır.

Başkalarını yönetmek isteyenler, kendi hayatlarını yönetme hakkından feragat ederek bu isteğin bedelini öderler ama bu "iktidar" isteyen erkekleri şantaja açık hale getirir.

Etraflarındaki her güzel kadın onlar için bir tuzak gibidir, bir tehlikedir, çoğu kez "hükmetme güdüsü" ile "erkeklik güdüsü" birbirleriyle dövüşür, bir kez bile "erkekliklerine" yenilenler daha sonra bütün hayatlarını bunun bedelini ödemekle geçirirler.

Pek uzun olmayan bir geçmişte bizim bir içişleri bakanımız yaşadığı bir "ilişki" yüzünden koltuğunu kaybetmişti, Amerikan Başkanı Clinton iktidar döneminin en yıpratıcı hesaplaşmasıyla genç bir kadınla olan cinsel macerası sonucunda yüzleşti.

Ama yakın çağın en unutulmaz olayı "Profumo skandalı"ydı.

Bu skandal İngiliz toplumunu öylesine sarstı ki, İngilizler, Lawrence’ın "Lady Chatterley" isimli romanı hakkında açılan davayı, Beatles’ı ve Profumo skandalını "yeni bir çağı başlatan üç olay" olarak değerlendirdiler.

John Profumo parlak bir politikacıydı.

Tanınmış bir ailenin çocuğuydu, çok iyi bir eğitim görmüştü, yirmi beş yaşında Muhafazakar Parti milletvekili olarak parlamentoya girmeyi başarmıştı.

Güzel ve zarif bir artistle evliydi.

Kırk beş yaşında "savunma bakanı" olmuştu ve müstakbel başbakan adaylarından biri olarak görülüyordu.

"Hükmediciler" grubunun en seçkin üyelerinin sahip olması gereken bütün özelliklere sahipti.

Ve, erkekti.

Parti içi mücadeleleri, parlamento çekişmeleri, kulis dedikoduları, gelecek planları, "muhafazakar" bir politikacının içine hapsedildiği fazlasıyla mazbut hayat onu "hükmedicilerin" önemli bir üyesi yapıyor ama bir erkek olarak da sıkıntıdan öldürüyordu.

O sıralarda Londra’da Stephen Ward isimli bir sosyete doktoru yaşıyordu, eğlenceli partiler veriyor, kabarelerde çalışan güzel kızlarla ünlü aristokratları ve tanınmış politikacıları bu partilerde bir araya getiriyordu.

"Kızları" arasında Christine Keeler diye kızıl saçlı, uzun bacaklı çok güzel bir kız da bulunuyordu.

Lord Astor’un malikanesinde verilen bir partide Profumo ile Keeler tanıştılar, havuz başında yapılan bir sohbetle başlayan dostlukları ilerledi.

Buluşup sevişmeye başladılar.

Ama bir sorun vardı.

Keeler, aynı zamanda Sovyet Büyükelçiliği’nin casus olduğundan kuşkulanılan Deniz Ataşesi İvanov’la da buluşuyordu.

İngiliz savunma bakanı ile Sovyet deniz ataşesi aynı kadını ve aynı yatağı paylaşıyordu.

Ve, herkes erkeklerin yatakta çok konuştuğunu biliyordu.

İktidarın, politika arenasında olduğundan bile daha büyük bir öneme sahip olduğu "yatakta" erkekler "güçlerini" yalnızca fiziksel performanslarıyla değil kendi görkemlerini parlatacak konuşmalarla pekiştirmeye çalışıyorlardı.

"İnsanların kaderlerine hükmeden" o güçlü erkekler ise bir kadınla yaşanan mahrem anlarda en çabuk çözülenlerdi. Neredeyse bütün hayatları aslında "gerçek olmayan" bir insan görüntüsü çizmekle, cinselliklerini ve zaaflarını reddetmekle geçtiği, iradelerinin ve enerjilerinin büyük kısmını başka insanlara kendi güçlerini kabul ettirmek için harcadıkları için bir kadının "anlayışına" ve sıcaklığına sığınmaya en mahkum erkekler genellikle onlar oluyordu.

Hem biraz övünebilmek hem de "güçten" yorulan ruhlarını, günlük hayatlarında yüzlerine yerleştirdikleri maskeyi çıkartıp zaaflarını çekincesizce ortaya dökerek, hiç olmazsa biraz dinlendirebilmek için o "zayıf" anlarında dökülüp saçılıyorlardı.

Basın, bu ilişkiyi öğrendi.

Profumo, neredeyse bütün politikacıların ortak hatasına saplanıp parlamentoda bu ilişkiyi reddetti.

Ama kısa bir süre sonra yalan söylediğini kabullenmek zorunda kaldı.

İstifa edip politikadan çekildi.

İvanov, Rusya’ya geri çağrıldı ve bir daha kimse ondan haber alamadı.

Ward ise "kadın pazarlamak" suçundan verildiği mahkemenin son duruşmasından önce "intihar" etti.

Aslında daha sonra İngilizlerin de söylediği gibi ortada açık bir suç yoktu.

Profumo kanalıyla Sovyetlerin eline sırların geçtiğine dair bir bulguya rastlanılmadı.

O günlerde yalnızca İngiltere’yi değil bütün dünyayı sarsan o skandalın gerisinde o gürültüye değecek bir "casusluk örgütü" bulamadı kimse.

Aslında cezalandırılan, bir politikacının hele bir muhafazakar politikacının asla kalabalıklar önünde sahip olmaması gereken "erkek" yanının ortaya çıkması, bir "hükmedicinin" erkek olduğunun ve erkeksi zaaflarının bulunduğunun anlaşılmasıydı.

Belki yakalanmasaydı daha sonra "cinselliğinin" bedellerini bir şantajla karşılaşarak ödeyecekti.

Onu "politik geleceğiyle" cinselliği arasında sıkıştıracaklardı.

Bunu tam bilemiyoruz.

Bildiğimiz, kızıl saçlı güzel bir kadınla yaşanan on beş yirmi günlük bir macera sonunda bütün politik kariyerini belki de başbakanlık koltuğunu kaybettiği.

İngiltere bu olaydan sonra yöneticilere biraz daha "cinsel özgürlük" tanıyıp tanımamayı, yöneticileri cinselliklerinden soymanın sorunlarını, bunun onları nasıl şantaja açık hale getirdiğini tartıştı.

"Cinsel zaaflarından vazgeç" demek başkalarını olduğu gibi politikacıları da kolay kolay vazgeçirmiyor, sadece bu yasak onları bizden daha zayıf ve daha kırılgan bir hale sokuyor.

Saklayabilmek için bizim vereceklerimizden daha fazlasını vermeye razı oluyorlar hatta ilk işledikleri "suçtan" daha beterlerini işleyip, cinayetlere kadar vardırabiliyorlar işi.

Ben, insanların zaaflarını daha az baskı altında yaşamasından yana olanlardanım.

Siyah arabalarda dolaşan, sert nutuklar atan, hep "ülkelerini" düşünen, ağırbaşlı duran o zavallı yöneticilerin de erkek olduklarını; daha doğuştan içlerine yerleştiren o cinsel zaaflarla ve onları saklamaya uğraşmakla bizden daha fazla boğuştuklarını biliyoruz.

Belki de bu yüzden onların hayatları bana hep biraz acıklı gelir.

O yaldızlı görkemin ortasında durabilmek için neleri saklamak zorunda kaldıklarını düşünürüm.

İnsanlar zaaflarıyla doğarlar, bunu saklamaya çalıştıkça da güçsüzleşirler bence.

Benim daha çok ilgimi çeken ise bu zaaflarını nasıl yaşadıkları.

Zaaflar her yerde aynı zaaflar, asıl farkı onların yaşanma biçimi yaratıyor galiba, bizim hükmedicilerle onların hükmedicileri arasındaki farkı da oturdukları salonlarla, seviştikleri kadınlar belirliyor.

Çünkü kültür dediğimiz belki de zaafların yaşanma biçimi.

İngiliz yöneticilerin bunu nasıl yaşadığını bu skandal sayesinde biraz öğrendik, büyük partiler, şatolar, havuzbaşları, güzel yemekler, flörtün tadını çıkartan sohbetler.

Ya bizimkiler...

Bu son "sauna skandalında" ele geçen belgeler, devletin gizli bilgilerinin kaydedildiği CD’ler, odalara yerleştirilen kameralar hem şantaja hem casusluğa açık bir cinsellik kapısının önünde durduğumuzu gösteriyor.

Erkeklik labirentinin karanlık kapısından tehlikeli bir bölgeye geçenler bunu hangi "ambiyansta" gerçekleştirdiler.

O "sauna" nasıl kokuyordu, mobilyaları iyi seçilmiş miydi, ışıklar özenli bir loşlukta mıydı, duvarlarda tablolar var mıydı?

Bir de bu olaydaki kadınları merak ediyorum elbette.

Christine Keeler’ın resmini bütün dünya görmüştü, erkeklerin büyük çoğunluğu da onun "bakanlıktan" daha iyi olduğuna, onun için koltuktan vazgeçmeye değeceğine karar vermişti.

Bizim başkentteki, resimlerini nedense hiç kimsenin görmediği kadınlar nasıldı peki?

Uğruna bir bedel ödemeye değer miydi.
Yazının Devamını Oku

Adını kaybeden çocuk

27 Şubat 2006
Bir çocuk yaşıyor Adana’da.<br>Henüz on bir yaşında bir oğlan çocuğu. Daha şimdiden adını kaybetti.

Kimse onun adını yazamıyor, söyleyemiyor.

Öylesine dehşet verici bir olayın kahramanı oldu ki adını söylemek bütün hayatına damgasını vuracak bir uğursuzluk yaratacak onun için.

Hayatın "sahipsizlerinden" biri o.

Biz acıklı masallar okuduk. Bir yılbaşı günü kibritlerini satmaya çalışan "Kibritçi Kız". Ellerinde paketleriyle neşeli insanlar kutlamalar yapmak için önünden geçip giderken o cılız sesiyle "satılık kibritleri" olduğunu söyler.

Sonra kalabalıklar çekilir, hava soğuktur.

Küçük kız ısınabilmek için kucağındaki kibritleri yakar teker teker.

Kibritleri tükenir.

Ertesi sabah onu oturduğu duvarın dibinde donmuş olarak bulurlar.

Şimdi hálá öyle mi bilmiyorum ama benim zamanımda bütün çocuklar bu masalı bilirler, okuduklarında ağlarlardı.

Birçok masalla birlikte bunu yazan Andersen ise hayatında hiç evlenmemişti, sevgilisi bile olmamıştı.

Çocukları da...

Geceleri yatarken, "ya yangın çıkarsa" diye gerektiğinde pencereden sarkıtıp kaçmak için bir kangal ip koyardı başucuna.

Onu uyurken ölü sanıp gömerler korkusuyla göğsüne "ben canlıyım, uyuyorum" yazan bir kağıt iliştirirdi.

Tuhaf biriydi, insanlara uzaktı, çocuksuzdu ama çocukların dünyasını herkesten iyi anlatabiliyor, o terkedilmiş, hayatın karşısında yapayalnız bırakılmış zavallı çocukların acısını sezebiliyordu.

Çocuk sahibi olanların göremediği ıstırabı, belki de dikkati tek bir çocuk yerine bütün çocuklara dönük olduğu için o görüyordu.

Biz masallar okuyorduk ve masalların hemen hemen hepsi aynı şeyi anlatıyordu.

Sahipsiz çocukları.

Bu karmakarışık, vahşi dünyada yapayalnız bırakılmış, sevilmemiş, korunmamış, ezilmiş çocukları.

Soğuktan, kötü kalpli üvey annelerden, cadılardan, kurtlardan, insafsız adamlardan onları koruyacak, onları bağrına basacak kimseleri olmayan çocuklardı onlar.

Hayatın ayazında yapayalnız kendi kederleriyle titrerler, yalnız odalarında dertlerini kimseyle paylaşamadan ağlarlardı.

Onları seven, onlara sarılan kimse yoktu.

Neşeyi, sevinci, birine güvenmeyi, korunaklı sıcak bir odayı bilmiyorlardı.

Onlar için üzülürdük.

Büyüdük.

Ve hayatın masallardan da acımasız olduğunu öğrendik.

O "sahipsiz" çocuklar hayatın içinde dolaşıyorlardı.

Korkunç şeyler oluyordu çocuklara.

Görmemek için gözlerimizi kapattığımız korkunç şeyler.

Masalları okurken üzülenler, hayatın içindeki zavallı, hırpalanmış çocuklarla karşılaştıklarında hiç aldırmadan yollarına devam ediyorlardı.

Onlar "başkalarının" çocuklarıydı ve "başkalarının çocuklarına" pek aldırmıyorduk.

Korumaya çalıştığımız sadece kendi çocuklarımızdı.

Bundaki o çirkin bencilliği göremiyor, bu bencillikle yetiştirilen çocuklarda ne tür sakatlıklar oluşabileceğini aklımıza bile getirmiyorduk.

Kendi bencilliklerimizle kendi çocuklarımızı sakatlıyor, onların duygu dünyalarını iğdiş ediyor, onların serpilmeye hazırlanan vicdanlarını buruşturuyorduk.

Masallarla bile iyileşemeyecek biçimde yaralıyorduk varlıklarını.

Biz, ıssız evlerin kırık pancurları gibi ruhumuzu başkalarının acılarına kapattığımızda çevremizdeki karanlık vahşet büyüyor, bizi ve hayatı kuşatıyordu.

İnsanı "insan olmaktan" utandıracak suçlar sarıyordu her yanı.

Sahipsiz çocukların ruhlarını ve bedenlerini parçalıyorlardı.

Parçalıyorlardı ve biz susuyorduk.

Hiçbir masalda, kaderi en kötü çocuğun bile başına gelmeyecek şeyler geliyordu bu sahipsiz çocukların başına.

Gaddarca şeyler.

Bir çocuk yaşıyor Adana’da.

Henüz on bir yaşında bir oğlan çocuğu.

Daha şimdiden adını kaybetti.

Kimse onun adını yazamıyor, söyleyemiyor.

Öylesine dehşet verici bir olayın kahramanı oldu ki adını söylemek bütün hayatına damgasını vuracak bir uğursuzluk yaratacak onun için.

Hayatın "sahipsizlerinden" biri o.

İki yıl önce çocuk dokuz yaşındayken annesi bir gün savcılığa başvuruyor.

Yirmi beş adamın çocuğunun ırzına geçtiğini söylüyor.

Size perdeleri kapalı karanlık odalardan, çocuğun vücuduna uzanan ellerden, çocuğun yüzündeki acıdan söz etmeyeceğim.

Bundan söz etmeye gücüm yetmez.

Ama siz bir anlığına düşünün neden söz ettiğimizi.

Sadece bir çocuğu değil, bütün çocukları ve kendi çocuğunuzu da düşünün.

Çocuğu Adana Adli Tıp’a gönderiyorlar.

Adana Adli Tıp, "çocuğa kimse dokunmamıştır," diye rapor veriyor.

Adana’daki savcı bu rapordan tatmin olmuyor.

Çocuğu İstanbul Adli Tıp’a gönderiyor bu sefer.

Adana’da verilen raporun tam tersi bir rapor geliyor İstanbul’dan.

"Çocuğun ırzına tecavüz edilmiştir."

Kimse sahipsiz bir çocuk için verilen bu birbirinden farklı raporların hesabını sormuyor. O, sahipsiz çünkü, onun için her türlü rapor verilebilir.

Mahkeme açılıyor daha sonra.

Ve bu dava tam iki seneden beri sürüyor.

Karar çıkmıyor bir türlü.

Kendinizi o çocuğun yerine koyun.

Neler geçerdi aklınızdan?

Sonra kendinizi o çocuğun annesinin yerine koyun.

Ne hissederdiniz?

"Eğer zengin olsaydım, güçlü olsaydım, böyle sahipsiz olmasaydım çocuğumun başına bunlar gelmezdi" diye düşünmez miydiniz?

Bu çaresizlik sizi kahretmez miydi?

Çocuğunuzu koruyamamışsınız, üstelik eğer varsa bir suçun ortaya çıkmasını bile sağlayamıyorsunuz.

Çırpınıyorsunuz ve iki yıldır bir sessizliğin duvarına çarpıyorsunuz.

Sessizlik gırtlağınıza dolup soluğunuzu kesiyor.

Biliyorum, iç burkan birçok suça, vahşete, ahlaksızlığa arkamızı dönmüş bir toplumuz, görmezden gelmeyi bir alışkanlık haline getirdik ama gene de dokuz yaşındaki bir çocuktan sözettiğimizde hálá sızlayacak bir vicdanın bu toplumda da varolduğuna inanıyorum.

Bir düşünün.

Söylemeye dilim varmıyor ama ya bu sizin sevdiğiniz birinin başına gelseydi.

Sesinizi duyuramasaydınız, davanız iki yıl sürseydi...

Farklı raporların hesabı sorulmasaydı...

Bu, ürkütücü bir masal değil.

Bu, dehşet verici bir gerçek.

Hálá süren bir davadan söz ediyoruz.

Bu davada yargılananların mutlaka suçlu olduğunu söylemiyorum ama eğer suçsuzlarsa o adamları bu iddianın gölgesinden kurtarmak, eğer suçluysalar cezalarını vermek bu toplumun görevi değil mi?

Gerçek ya da değil, küçük bir çocuğun böyle bir iddianın ortasında yaşamasının onun ruhunda bırakacağı izleri, sarsıntıları tahmin etmek çok zor değil.

O dokuz yaşındaki küçük çocukla ilgili gerçeğin ortaya çıkması bu ülkedeki birçok çocuğun da geleceğini kurtaracak belki.

Irzına geçilen, öldürülen çocuklarımız var bu toplumda, eğer bunu yapanın yanına kár kalmayacağını gösterirsek belki çocuklarımızın bir kısmını bir felaketten koruyacağız.

Ben neyi hayal ediyorum, biliyor musunuz?

Yetmiş milyon insandan öfkeli bir çığlığın yükselmesini.

"O sahipsiz çocuğun sahibi biziz" diye haykıran yetmiş milyon insanın çığlığını duymayı hayal ediyorum.

Bir hayal mi bu sadece?

Bu toplum, çocuklarını sahiplenmez mi?

Biz kötü kalpli üvey annelerden, cadılardan, kırmızı şapkalı kızı yiyen kurtlardan ibaret bir kalabalık mıyız, "beyaz atlı bir prens" olamaz, çocukları kurtaramaz mıyız?

O vatan sevgisi, din sevgisi, ulus sevgisi gibi büyük ve ulu sevgiler küçük bir çocuk söz konusu olduğunda birden soğuyup kuruyorsa, o iri sevgilerden birkaç damla bile bir çocuğun üstüne serpilmiyorsa, o sevgilerin gerçekliğine inanılabilir mi?

Çocuğunu sevmeyen, çocuğunu korumayan bir toplumun bütün sevgileri sahtedir bence.

Öfkesi olmayan toplumun sevgisi de olmaz.

İlk kez bir buçuk yıl kadar önce okuduğum bu haberle ilgili yazdığım yazıdan dolayı ben "hakaretten" mahkum oldum.

Şimdi gene yazıyorum.

Bu davada bir daha mahkum olmaktan, dokuz yaşındaki bir çocuğa sahip çıkmaya çalışmaktan dolayı ödeyeceğim bedelden kaçmam.

Siz kaçar mısınız?

Mahkum olmaktan korkar mısınız bir çocuk için?

Yeryüzünde, çocuklarını korumaya çalışan bir toplumu mahkum edebilecek bir mahkeme yoktur.

Hem bir şey söyleyeyim mi size, mahkum olmaktan daha kötü şeyler var hayatta.

Çocukların ırzına geçildiğine dair iddiaların bulunduğu bir ülkede, "Bir çocuğun ırzına geçildiği söylendi ama ben korkup sustum" demenin utancı mahkum olmaktan daha kötü.

Ben o utancı taşımaktansa mahkum olmayı tercih ederim.

Siz neyi tercih edersiniz?

O çocuk 11 yaşında şimdi.

Adını daha şimdiden kaybetti.

Bir karanlığın içinde boynu bükük oturuyor.

Ona sahip çıkmaz mısınız gerçekten?

Bırakır mısınız onu koyu kederin içinde bir başına?

İsimsiz, sahipsiz...
Yazının Devamını Oku

O kadının kokusu

19 Şubat 2006
Bir daha dönmeyecek olanı özlemek başka hiçbir özleme benzemez, her özlem içinde minicik de olsa bir umut barındırırken, özlemin böylesi içine bir damla ışık sızmayan zifiri karanlık bir oda gibidir, karanlıktan başka hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey.

Sadece karanlık.


İşgal İstanbul’u kendi karmaşasıyla çalkalanırken, şehrin ortasındaki Sultanahmet Cezaevi de kirli sarı duvarlarının içindeki korkunç başıbozukluk ve hercümerçle bir gayya kuyusu gibi kaynamaktadır... O cehennemdeki kaybolmuş insanları anlatan Kemal Tahir’in "Esir Şehrin Mahpusu" isimli romanında şöyle bir görünüp geçen bir katil vardır.

Elinde, öldürdüğü kadının parfümünü damlattığı bir mendille dolaşır, sık sık o mendili koklar.

Görünürde o da diğerleri gibi günlük hayatını sürdürür, kahve sohbetleri yapar, hapishane dedikodularına katılır, koğuştan koğuşa ziyaretlere gider, rüşvet verir ama geceleri el ayak çekildiğinde görünmeyen bir dünyaya geçer.

Öldürdüğü kadınla başbaşa kalır.

Hálá delice bir tutkuyla sevdiği kadınla konuşur, tartışır, onunla sevişir.

Ölü kadının varlığını hálá sürdürdüğü bu gizli dünyanın kilidi sanki katilin mendiline damlattığı o parfümdür, o koku öldürdüğü kadını hayallerinde hep canlı tutar.

Arada bir gündüz vakti de o mendili koklarken hülyalara dalar.

Yanmış soğan, ter ve kenevir dumanı kokan, kurumuş tahtakurularıyla lekelenmiş kalın duvarlarına mahkumların isimlerini kazıdıkları o karanlık ve rutubetli binada kendine öldürdüğü kadının kokusundan oluşturduğu mor gölgeli bir hayal alemi yaratır.

O kadının mendile damlatılan parfümü sanki adamın içinde yaşadığı zamanı bölmekte, bir parçası o kokuyla birlikte geçmişin içinde kalmakta, diğer parçası ise görünür günlük hayatı ve anı yaşamaktadır.

Bu küçük hikayenin gerisinde yatan trajedi ise insanoğlunun esrarengiz sorunlarını ve cevapsız sırlarını barındırır.

Sevmek ve yoketmeyi istemek gibi birbiriyle çelişen iki duygusal hareket bir arada ortaya çıkınca, insanın varlığı kaçınılmaz olarak depremli bir toprak gibi yarılır, içinde iyi ve kötü ne varsa yeraltı yaratıkları gibi ortaya çıkar.

Bütün bu duyguların, bir mera yangınından kaçan çıldırmış küheylanlar gibi üstümüze saldırdığını gördüğümüzde daha bir an önce çok sakin görünen hayatın nasıl değiştiğini, seven bir insanın bir canavara nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışırız.

Ne olmuştur?

Bazen şefkatle bazen şehvetle dokunan o eller nasıl olmuştur da o beyaz ve dolgun boynu, üstünde koyu izler bırakarak sıkmış, onu soluğunun kesilişini, çırpınışını, hayattan koparken yalvaran bakışını seyrederek cansız bir bedene dönüştürmüştür?

Bizi en şaşırtacak olanı ise adamın öldürürken bile o kadını hálá delice sevmeye devam etmesidir.

Sevgi hangi dolambaçlı yollardan, hangi karanlık vadilerden geçmiş de böylesine vahşileşmiş, düşmanlaşmış, hem sevgi olarak kalırken hem de aynı anda bir nefret biçimine girmiştir.

Şefkat, koruma gibi istekleri içinde barındıran sevgi hayatın hangi anında uğursuz bir kristalden geçerek kırılıp vahşi ve belirsiz bir düşmanlığa dönüşmüştür.

O masum, sevecen, güvenilir "sevgi" ne zaman içinde bir katilin donuk bakışlarını beslemeye başlamıştır.

Bizi sevenlere, bizi sevdikleri için güvenmeli miyiz?

Bizi sevenlerden, bizi sevdikleri için kuşkulanmalı mıyız?

Tehlikeli bir duygu mu sevgi?

Sandığımız kadar masum değil mi?

Sevgiden yoketmeye doğru giden bu korkunç yolculuk herhalde sevginin bir zaman sonra kaçınılmaz bir biçimde kendi içinde filizlendirdiği o ürkütücü sahip olma isteğiyle başlıyor.

Sevdiğin insana en küçük bir kuşku çatlağı bile bulunmayan bir güvenle sahip olmak, yıldızlarla dolu bir gökyüzünü avuçlarının içine alabilmek gibi tanrısal bir güç ve güven veriyor insana.

Ama ne yazık ki insanlara tanrısal güçler bağışlanmamış, onun için hem aşkı hem böylesine kesin bir güveni aynı anda kucağında taşıyabilen kimse yok.

Sahip olmak isteyen herkes yeterince sahip olamadığından, kendisine yeterince bağlayamadığından, sevdiğinin hayalinden başka gölgelerin geçtiğinden kuşku da duyuyor.

Ve, sevgi kuşkuyla birleştiğinde kora sokulmuş bir neştere dönüp yakarak kesiyor insanın içini.

Eğer karşındaki insan bu anda usulca, yatıştırıcı bir dokunuşla seni tutarsa kendi yanıklarından bir mutluluk yaratabiliyorsun, bütün insanların aradığı o mutluluğa kavuşuyorsun, içinde tuhaf bir sızı taşıyan bir mutluluk etini ve ruhunu bir süreliğine de olsa huzura kavuşturabiliyor.

Ama eğer karşındaki senin kuşkularını kışkırtırsa, yaralarından içini parçalayarak iki başlı korkunç bir yaratık çıkıyor, karşındakine duyduğun sevgiyle kendine duyduğun sevgi birbirinden nefret eden Siyamlı ikizler gibi aynı vücudu paylaşıyor.

Karşındakine duyduğun sevgi ve kuşku arttıkça kendine duyduğun sevgi acıyla, aşağılanmışlıkla kıvranıyor.

Ve kurtulmak istiyorsun.

Yok etmeyi arzuluyorsun.

Aslında yok etmek istediğin içindeki o korkunç ikiz.

Birçok insan bu yoketme isteğini duyduğunda, çektiği azap dayanılmaz hale geldiğinde kaçmaya, hayatın başka köşelerinde bir teselli aramaya çabalıyor.

Uzaklaşıyor.

Arkasına bakarak, kaçtığı insanın ona sevgiyle yetişeceğini umarak uzaklaşıyor.

Kalanlar, kaçamayacak kadar sevenler, kaçtığında kendine olan sevgisini de yaralanmış hissedenler kalıyor.

O andan itibaren kuralları ve sınırları belirsiz bir alana giriyorlar.

Oraya girenlerin bir daha oradan nasıl çıkacağını kimse bilmiyor.

Bir kısmı bir mucizeyi gerçekleştirerek, kararlılığı sonucu sevdiğiyle bir mutluluğu yakalamayı başararak çıkıyor oradan, bazıları hayatı boyunca iyileşmeyecek yaralar taşıyarak, bazıları da Kemal Tahir’in anlattığı gibi bir katil olarak.

İçindeki Siyam ikizini öldürmeye uğraşırken sevdiğini öldürüyor.

Ve, sonra hep aynı kokuyu damlattığı mendili, yavrusu ölen bir köpeğin bir battaniyeyi yavrusu sanarak taşıması gibi, sevgilisi sanarak koklayan bir adama dönüyor.

Sevdiğini öldürüyor ama sevgisini öldüremiyor.

Ama artık umutları da yok.

Sevilmeyi umut edemez, sevilmekle ilgili hayaller kuramaz, kendisini sevip sevmediğini soramaz, içini biraz olsun rahatlatacak bir cevap bile bekleyemez.

Hiçbir umut besleyemeden sevmenin korkunç acısını çekecektir artık.

Hatıralarına sığınacak, gerçek dünyanın ortasında gerçek olmayan bir dünya kuracaktır.

Kendine sorular soracaktır.

İçindeki duyguları, o acıyı öldürmeye çalışırken sevdiğini nasıl öldürmüş olduğunu anlamaya uğraşacaktır.

Sevdiği insanı öldürürken aslında hayatı öldürmüş olduğunu, kendisinin de yaşamadığını, yaşayan hiçbir şey de kalmadığını kavrayacaktır.

Gelecek bitmiştir.

O geçmişin içine hapistir artık.

Şimdi en büyük korku o geçmişi de kaybetmektir, artık yokolanı hatırlayamamak, onla yaşananları yeniden, yeniden aklında canlandıramamaktır.

Onu da kaybettiğinde, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayacak, tutunacak bir yer bulamayacaktır.

Geçmişiyle ilişki kurabilmek için parfüm damlatılmış mendil gibi kutsallaşmış işaretlerin garip bir büyüyle kaybolmuş sesleri, görüntüleri yeniden yaratmasını bekleyecektir.

Bir hapishanenin içinde, avucunda kadın parfümüne bulanmış bir mendille dolaşacaktır.

O adamın vicdan azabı, suçluluk, günah korkusu duyacağını sanmam.

Öylesine bir özlem duyuyordur ki başka hiçbir duyguya yer kalmıyordur ruhunda.

Bir daha dönmeyecek olanı özlemek başka hiçbir özleme benzemez, her özlem içinde minicik de olsa bir umut barındırırken, özlemin böylesi içine bir damla ışık sızmayan zifiri karanlık bir oda gibidir, karanlıktan başka hiçbir şey yoktur.

Hiçbir şey.

Sadece karanlık.

Belki de o yüzden koku her şeyden önemlidir.

Bir resme bakmaktan, geçmişten kalan bir eşyaya dokunmaktan çok daha berrak bir biçimde hissedilecek olan o karanlıkta sadece kokudur.

Sevdiği kadını, geçmişini, özlemini koklar hep.

O kokuyu ondan alsanız yaşamaya devam edebilir mi bilmiyorum.

Hayat onun için sadece bir kokuya dönmüştür çünkü.

Bir parfüme.

Artık var olmayan bir kadının parfümüne.

Çaresizce özlemenin bütün duyguların en kahredicisi olduğunu, ruhu bir kokunun salıntılı dalgasında karanlığa batarken öğrenecektir.
Yazının Devamını Oku

Ölümün kapısından geçenler

13 Şubat 2006
Karanlıkların içinde saklanan, kimliği bilinmeyen, istediğini yok edebilecek bir güce sahip birinden; adı başka katiller tarafından bilinen, hedef seçilen, peşinde avcıların olduğu, her an bir suikastla karşılaşacak birine dönüşüyor. Belinde şarjörüne mermi sürülmüş dolu bir tabanca, ilk kez bir adamı öldürmek için bir köşe başında avuçları hafifçe terleyerek bekleyen birinin o anda neler hissettiğini hiç düşündünüz mü?

Biraz sonra tabancasını çıkartacak, saklandığı gölgelerin arasından sıyrılıp bir adamın kafasına ateş edecek.

Bir andan daha kısa bir süre içerisinde önce patlayan tabancanın sesini işitecek, hafif bir barut kokusu duyacak ve kendisine doğru dönen yüzdeki dehşet dolu ifadeyi ve parçalanan kafatasından fışkıran kanı görecek.

Sadece kurbanının öldüğünden emin olmak için değil böyle bir şey yaptığına, yaptığının gerçek olduğuna inanabilmek /images/100/0x0/55ea1150f018fbb8f8694a4diçin de o adamın yüzüne bakacak.

Koşarak uzaklaşacak ve kendisini bekleyen bir arabaya binecek.

Onu alıp bir eve götürecekler.

Sabah uyandığında olduğundan başka biri olarak yatacak yatağına o gece.

Yaşadığı sahneleri kesik kesik hatırlayacak, kalkan kendi kolunu, adamın yüzünü, yere düşüşünü, yüzündeki kasların son kez seyirişini...

Birini öldürmüş olduğuna şaşarken, derinden derine de bir insanı yok edebilmenin korkunç gücünü ve güvenini hissedecek, bir cinayetten başka hiçbir şeyde bulunmayacak olan o vahşi kudretle kendine hayran olacak.

Başka insanların arasından ayrıldığını, onların kaderlerine hükmedecek bir mertebeye yükseldiğini düşünecek.

Bir kere daha yapmak isteyecek.

Bir hayatı daha alıp o dehşet verici iktidarı ruhunda duymayı arzulayacak.

Gene öldürecek.

Sonra gene... Sonra gene...

Peki daha sonra ne olacak?

Spielberg son filmi Münih’te "sonrasını" anlatıyor.

"İntikam" isimli bir romandan uyarlanan film, Münih Olimpiyatları sırasında Filistinli teröristlerin yaptığı baskınla başlıyor.

İsrailli rehinelerle Filistinli eylemcilerin öldüğü bu eylemden sonra İsrail’in yöneticileri intikam almaya karar veriyorlar.

Bütün dünyaya, İsraillilere dokunmanın bir cezası olduğunu göstermek amaçları.

Mossad’ın "devlet görevlilerini koruyan" biriminden genç bir adamı seçiyorlar bu görev için.

Bir askeri kahramanın oğlu olan adamın bu tür cinayetlerle ilgili bir eğitimi ve tecrübesi yok.

Karısı hamile.

Ruhen de pek hazır değil.

Ama "bunun vatanı için olduğunu" söylüyorlar, isterse görevi reddebileceğini de.

Ne geçmişi, ne ailesi, ne babasının kahramanlığı, ne de halen bulunduğu iş ona "vatanı için yapacağı" bir işi reddetme imkanı veriyor.

Kabul ediyor.

Mossad’dan istifa ettiriyorlar, "Artık seninle resmi bir ilişkimiz yok" deyip bol para ve dört kişilik bir ekip vererek Avrupa’ya gönderiyorlar.

Büyük av başlıyor.

Para karşılığında isteyen herkese bilgi sağlayan Fransız bir "aile" Filistinli liderlerin nerede bulunduklarını İsrailli ajana bildiriyor.

Suikastlar düzenleyerek tek tek onları öldürmeye koyuluyorlar.

Filmin ilk yarısı bu suikastları, nasıl yapıldıklarını, çıkan sorunları, ekip içindeki sürtüşmeleri anlatıyor.

İkinci yarıda asıl ve unutulmaz film başlıyor.

Münih baskınını planladığı söylenen Filistinli lideri ele geçirmeye çalışırken hiç akla gelmeyecek bir gerçek çıkıyor ortaya.

O kımıl kımıl yeraltı dünyasında nelerin olabileceğini gösteren bir gerçek bu.

Filistinli "terörist" Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’nın koruması altında.

CIA ajanları İsraillilerin o Filistinli’yi öldürmesine engel oluyorlar.

Ve, yavaş yavaş her şey tersine dönmeye başlıyor.

Avcılar, bu karanlık ve belirsiz alemde birer av haline dönüşmeye başladıklarını fark ediyorlar.

Herkesten şüphelenmeye koyuluyorlar.

Kendilerine para karşılığında bilgi veren "aile"nin Mossad’a ya da CIA’ya çalışıyor olabileceğinden, oyunun kendilerini aşan bir boyutta oynandığından kuşkulanıyorlar.

Bir gece bir barda güzel ve davetkar bir kadınla karşılaşıyor İsrailli avcıların lideri.

Biraz karısına duyduğu sadakatten biraz da kadının pek de tekin olmadığını ona söyleyen içgüdülerinden kadının davetini reddediyor.

Ama ekipteki bir başka arkadaşı onun kadar akıllıca davranamıyor.

Yatak odasında ölüsünü buluyorlar.

Ekibin bombacısı yaptıkları işin doğruluğundan kuşkuya düşerek uzaklaşıyor.

Saklandığı ev havaya uçuyor.

Bir başka arkadaşlarının bir nehrin kenarında bıçaklanmış cesediyle karşılaşıyorlar.

Onlara yardım eden "aile" İsrailli avcıya birilerinin de kendisini aradığını, onun resmini kendilerine verdiğini söylüyor.

Ve, öldürdüğü ilk adamla birlikte aslında bir cehennemin kapısından geçtiği anlaşılıyor.

Artık o öldürmenin ne kadar kolay olduğunu biliyor.

Kendisinin rahatlıkla öldürülebileceğini de...

İşlediği her cinayet şimdi bir kabus gibi giriyor hayatına, aynı yöntemlerle öldürülebileceğinden korkmaya başlıyor.

Karanlıkların içinde saklanan, kimliği bilinmeyen, istediğini yok edebilecek bir güce sahip birinden; adı başka katiller tarafından bilinen, hedef seçilen, peşinde avcıların olduğu, her an bir suikastla karşılaşacak birine dönüşüyor.

Peşindekilerinin kim olduğunu bile bilmiyor.

Tek tek liderlerini öldürdüğü Filistinliler mi, bir cinayet sırasında ajanlarından birini vurmak zorunda kaldığı KGB mi, Filistinli bir eylemciyi koruması altına alan CIA mı, yoksa en korkuncu, kendi örgütü Mossad mı?

Kim onu öldürmek istiyor?

Belki de hepsi birden.

Bir katilin insanları öldürürken içine yerleşen o büyük güven, aynı büyüklükte bir güvensizliğe ve korkuya dönüşüyor.

Ölüm korkusu, öldürmenin haklılığını da kendi içinde sorgulamasına neden oluyor.

Öldürdüğü insanlar gerçek suçlular mıydı yoksa Mossad aslında suçlu olmayan insanları mı öldürttü ona?

Öldürdüğü insanların suçlu olduğunu gösteren kanıtlar var mı?

Kendi örgütü onu kandırıp bir tuzağa mı düşürdü?

Ve, daha derin bir soru:

Öldürmek ne işe yarar?

Birini öldürdüğünde yerine başka birisi geçiyor ve öldürülenlerin taraftarları senin taraftarlarından birini öldürüyor.

Bir ölüm zinciri oluşuyor.

Hayata, kendine, devletine olan inancı gittikçe zayıflıyor.

Artık güveneceği hiç kimse yok.

Yatağında bile yatamıyor.

Yatağının her an havaya uçabileceğinden korkuyor.

Uyku uyuyamıyor.

Arkasında kanlı izler, önünde kaybolmuş bir hayat duruyor.

Bu tür örgütlü cinayetlerin katillerin ruhunda ardı ardına açtığı kapıları görüyoruz.

Hepsi korkuya ve yalnızlığa çıkıyor.

Derdini paylaşabileceği kimse yok, karısı ve annesi dahil kimse onunla korkularını paylaşamaz.

Cinayetlerden sonra bir bodrum katında onun sırtını sıvazlayan, "Madalya falan yok, alacağın ödül bu kadar işte" diyen İsrailli general artık onun ulaşamayacağı kadar uzakta.

Bir panik anında, "Aileme dokunmayın, onlara zarar vermeyin" diye bağırarak bastığı İsrail elçiliğinden onu yaka paça atıyorlar.

Öldürmek, sadece ölenin hayatını yok etmiyor...

Öldürenin de hayatını yok ediyor.

Öldürürken öldüğünü anlıyor.

Bir insanın beynine ateş ederken hissedilen o korkunç kudret yalnızca onun elinde bulunmuyor, her an o kudrete sahip başka biri çıkıyor ortaya; katiller, bir kutuya kapatılmış iri ve aç fareler gibi birbirlerini parçalıyorlar karanlıkların içinde.

O da onu parçalamaya geldiklerini hissediyor.

Kendine kaçınılmaz olarak soruyor: "Bütün bunları niye yaptım, niye bunca cinayet işledim?"

Bulduğu ve onun gibi cinayetler işleyen bütün katillerin en sonunda bulacağı cevap, ölüm korkusundan bile beter.

"Bir hiç için...."



Yazının Devamını Oku

Bencil bir erkek

5 Şubat 2006
Son sevgilisinden olan oğlu o öldüğünde on bir yaşındaydı.<br><br>Çocuk büyüdüğünde, pek de tanımadığı babasının nasıl biri olduğunu merak etmiş ve babası hakkında bir belgesel yapmaya karar vermişti. Kameraya bakarak ağlayan yaşlı kadın babasının ilk sevgilisiydi, annesinden "önceki" kadındı.

Sonra çocuk kamerayı kendi annesine çeviriyordu.


Kadın seksen yaşlarındaydı - Onu ben terk ettim, dedi. Sonra gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı, hıçkırmıyor, içini çekmiyor hatta yüzünün ifadesi de pek değişmiyordu, neredeyse ağladığının farkına varmadan ağlıyordu.

- Ama onu isteyerek bırakmadım, diye ekledi.

Sesi ilk kez bu cümleyi söylerken titredi.

Ayrıldığı adam öleli otuz yıl olmuştu.

Ama seksenine yaklaşan kadın o adamdan ve ayrılıktan söz ederken hálá ağlıyordu.

Ve terk ettiği o adamdan sonra bir daha hiçbir erkekle birlikte olmamıştı.

Başka biriyle evli olan o eski sevgiliden doğurduğu kızını yetiştirmişti.

Mimar olan bu yaşlı kadın, kamerayı yüzüne doğru tutan genç delikanlıya o adama böyle ölümünden otuz yıl sonra bile sürecek bir tutkuyla bağlı olduğunu anlatmaya bile çalışmıyordu.

Anlamayacağına emin gibiydi.

Anlaşılması da gerçekten zordu.

Kadının aşık olduğu adamın yüzünde çocukken geçirdiği bir kaza nedeniyle beyaz lekeler vardı. Saçları darmadağınıktı. Kısa boyluydu. Sesi etkileyici değildi.

Altı yaşında ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etmiş, sınıf arkadaşları kendisiyle "yaralı yüz" diye alay ettiklerinden bütün eğitim hayatı boyunca okulun dışında son zili bekleyip ancak zil çaldıktan sonra içeri girmiş, kimseyle arkadaşlık kurmamıştı.

Küçük yaşlarında piyano çalmayı öğrenmiş, bir yandan okula giderken bir yandan da sessiz sinemalarda piyano çalmıştı.

Bir gün zengince bir kadın ona bir piyano hediye etmişti.

Ama piyanoyu küçük odasına sokunca yatağa yer kalmıyordu.

O da, yatağını atmış, yıllarca piyanonun üstünde yatmıştı.

Sonra mimari okumuş, üniversitede tanıştığı olağanüstü güzel bir kızla evlenmişti.

Hayatı boyunca da o kadından ayrılmamıştı.

Ellili yaşlarına gelene kadar kendine bir mimari stil bulamamıştı.

Sonra bir gün Avrupa’ya gitmiş ve "eski eserlerin çağdaş bir yorumla mimariye yansıtılması gerektiğine" karar vermişti.

Biraz da huysuzluğu yüzünden çok az bina yapabilmişti.

Adı Louis Kahn’dı.

Ve, yirminci yüzyılın en büyük mimarlarından biri kabul ediliyordu.

Ellili yaşlarının sonunda, hálá kendisi için ağlayan bu kadınla tanışıp ondan bir çocuk yapmıştı.

Altmış yaşını geçtiğinde başka genç bir mimar kadınla tanışıp ondan da bir çocuk sahibi olmuştu.

Karısı da bu iki kadın da birbirlerinden haberdardı.

Üçü de birbirlerinden nefret ediyorlar ve aynı adamı aynı tutkuyla seviyorlardı.

Kahn yetmiş yaşlarını geçtiğinde Hindistan’dan bir davet almış ve orada büyük bir projeyi gerçekleştirmek için uğraşmaya başlamıştı.

Hindistan’a yaptığı bir ziyaretten döndüğünün ertesi günü New York’ta bir tren istasyonunun tuvaletinde kalp krizi geçirip öldü.

Üstünden çıkan pasaportundaki adres bölümü karalanmıştı.

Adresini niye karaladığını kimse anlamadı.

Adresi belli olmadığı için polis üç gün boyunca, geçen yüzyılın en büyük mimarlarından birinin yakınlarını bulmak için uğraştı.

Son sevgilisinden olan oğlu o öldüğünde on bir yaşındaydı.

Küçük yaşta kaybettiği babasını çocukluğunda da zaten çok az görmüştü.

Babası, onların ziyaretine çok az gelmişti.

Çocuk büyüdüğünde, pek de tanımadığı babasının nasıl biri olduğunu merak etmiş ve babası hakkında bir belgesel yapmaya karar vermişti.

Kameraya bakarak ağlayan yaşlı kadın babasının ilk sevgilisiydi, annesinden "önceki" kadındı.

Sonra çocuk kamerayı kendi annesine çeviriyordu.

Annesi de, Kahn öldükten sonra başka bir erkekle olmamıştı.

Çocuk annesine soruyordu.

- Anne niye başka birisiyle olmadın?

- Bilmiyorum, diyordu kadın ve soru tekrarlandığında sinirleniyordu.

Ve, kendine güvenen bir sesle bir iddiada bulunuyordu.

- O öldüğü gün aslında benimle yaşamak için buraya geliyordu... Artık benimle yaşamaya karar verdiği için pasaportundaki adresini karalamıştı.

Neredeyse şehvetle "bana gelecekti" dediği ve tutkuyla beklediği adam o sırada 74 yaşındaydı, kadın ise ancak kırklı yaşlarının başlarındaydı.

Çocuk teyzeleriyle de konuşuyordu.

- Annen hamile kaldığında bütün aile karşı çıktı... Ama annen kimseyi dinlemedi... Buralardan uzaklaşıp yalnız başına seni doğurdu.

Babasının mimari bürosunda çalışanlar ise ondan pek hoşlanmadıklarını saklamıyorlardı.

- Deli gibi çalışır, herkesi de çalıştırırdı, haşindi... Kadınlar konusunda çok ahlaklı biri değildi.

Sekreteri ise, kendisini seven bütün o kadınlar kendisini aradığında Kahn’ın odasına kapanıp, hepsine de "burada yok" dedirterek çalıştığını söylüyordu.

Bir mimar arkadaşı ise, "yeteneklerinden dolayı ona tahammül ederdik" diyordu.

- Nesine tahammül ederdiniz, diye soruyordu çocuk.

Adam da anlatıyordu.

- Bir keresinde bir projenin çizimini bitirmesi gerekiyordu ama o sırada bir seyahate gitmek zorundaydı... Çizimleri benim yapmamı istedi... Üç gün boyunca gece gündüz uyumadan çalıştım, çizimleri bitirdim... Bir gece yarısı telefonum çaldı, arayan senin babandı, yaptığın çizimler rezalet deyip telefonu kapattı.

Çocuk babasının verdiği mimari konferanslardan birinin de filmini bulmuştu.

Kahn, genç mimar adaylarına bina yapmayı anlatıyordu.

- Bir tuğlaya soracaksınız, ne istiyorsun, diye... O size burada bir kemer istiyorum diyecek... Siz ona, ama kemer yapmak pahalı olur diyeceksiniz... O size, hayır ben bir kemer istiyorum diyecek... O zaman tuğlayı dinleyeceksiniz... Kullandığınız bütün malzemeleri dinleyeceksiniz... Onları dinlemeden, onlarla konuşmadan bir bina yapamazsınız.

Tuğladan tutkuyla bahsediyordu.

Gençliğinde rakibi olan bir mimar ise ölümünün üstünden otuz yıl geçmiş olan Kahn’dan nefretle söz ediyordu.

- Senin baban hiçbir işe yaramazdı, önerileri anlamsızdı, çizdikleri de bir şeye benzemiyordu.

Onu sevenlerin deli gibi sevdiğini, nefret edenlerin de deli gibi nefret ettiğini görüyordunuz.

Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin insanlar onun hakkındaki duygularını unutamıyorlardı.

Huysuzdu, çirkindi, hoyrattı, bencildi, paraya aldırmadığı için neredeyse hep parasızdı, yalancıydı, sözlerini tutmazdı, sinirlendirici derecede ketumdu, hayatını nasıl yaşadığını kimse bilmezdi, işini insanlardan bile çok seven bir hali vardı.

Üstelik genç kadınlardan evlilik dışı çocuklar yaptığında yaşlıydı.

Ve, bu adamın hayatına giren bütün kadınlar bu adama kendilerinden ve geleceklerinden vazgeçecek ölçüde bağlandılar.

Onun için işlerinden, ailelerinden, yakınlarından vazgeçtiler.

Hep o gelecek diye beklediler.

Ve, aslında o hiçbirine gitmedi.

Bu kendinden ve işinden başka hiçbir şeyi sevmeyen çirkin adamı kadınlar niye bu kadar sevdi?

Kadınlara "nasıl bir erkek istersiniz" diye sorduğunuzda verecekleri cevaplarda sıralayacakları iyi özelliklerin neredeyse hiçbirine sahip olmayan bu adam onları, ölümünden otuz yıl sonra bile onun için ağlayacak kadar kuvvetli bir bağla nasıl kendine bağlıyordu.

Çekici olan neydi?

Zekası mı, yeteneği mi, bütün dünyayla dövüşmeyi göze alarak kendi istediğini kabul ettirmek için uğraşan inadı mı?

Mutsuzluğu mutluluğundan çok daha uzun süren bir hayata, kadınlar yalnızca büyük bir zekadan uzak kalmaya dayanamadıkları için razı olabilirler mi?

Zeka, bir eroin iğnesi gibi kadının etine bir kez saplandıktan sonra onda büyük bir bağımlılık yaratır mı?

Hangi kadınlar zekadan böylesine etkilenir?

Zekaya böylesine bağlanmak ancak zeki ve özel kadınların yapabileceği bir şey mi?

Otuz yıl önce ölen bencil bir adam için hálá ağlamak ve hálá onu tutkuyla hatırlamak birçok insana çok akılsızca gözükürken aslında bu acı bir zekanın işareti mi?

Ve, zeki ve özel bir kadın olmanın bedeli bu kadar ağır mı?

Ben ekranda ağlayan o kadının yüzüne baktım.

Kimsenin görmediği bir şeyi görmüş birinin bakışları vardı onda.

Sanki gördüğü şey onu diğer bütün insanlardan ayırmış, onu yüceltmiş, kimseyle paylaşmaya bile kıyamadığı bir başka aleme götürmüş ve onu zehirli bir acıyla yakmıştı.

Zeka, içinde cehennem ateşleri yanan bir cennet gibi almıştı onu içine, ne cenneti bırakabilmiş ne cehennemden kurtulabilmişti.

Ateşten her kaçmaya çalıştığında cennetin efsunlu kevser ırmaklarıyla karşılaşmıştı.

Sanırım bu yüzden, insan onu izlerken, bir kere daha hayata gelse gene aynı aşkı yaşamayı arzulayacağını düşünüyordu.

O ırmaktan bir kere daha içebilmek için her ateşin içinde yanmaya razı birinin bakışlarıydı onlar.

Zeki ve kederli birinin bakışları...
Yazının Devamını Oku