Sevişmenin kasıklarımıza kızdırılmış kristal tozları doldurduğu o muhteşem kayboluşların zevkini herkes biliyor. Bu, o zevkin değerini ve gücünü hiç azaltmıyor. Ama insan, bu zevkin bile ötesine geçebilecek hazlar yaratabildiği için Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi oluyor.
Her güneş battığında, zaman o gün yaşanmış ne varsa, titrek izlerini hafızamızda bırakarak, kendisiyle birlikte alıp götürüyor.
İnsan, zamanın kendisiyle birlikte götüremediği, zamanın içine sığmayan bir şeyler yaptığında doğanın efendisi oluyor.
Sonsuzluğun içinde uçmaya başlıyor.
‘Sevişmeden bile daha zevkli’ denilen sanırım bu.
Zaman, bir kayaya vuran ağır ve sert dalgalar gibi vurur bize.
Ve, biz bir kayanın dalgaların vuruşuna aldırmaması hatta bunu hiç sezmemesi gibi zamanın an be an gelen darbelerini sezmeyiz.
Her vuruşun bizden bir şeyler eksilttiğini fark etmemiz için epeyce beklememiz gerekir.
Hiç dikkatimizi çekmeyen incecik çatlakların derin oyuklara döndüğünü anladığımızda, o tek taraflı savaşın zavallı mağlubu olduğumuzu da anlarız.
Her anı izlemesek, her vuran dalgayı fark etmesek de içimizde bir yer, sadece kendimiz, kendi bedenimiz adına değil tüm insanlık adına bu insafsız saldırıdan kurtulmak, kendine bir çıkış yolu bulabilmek için huzursuz bir biçimde kıvranır.
Zaman kendisinden her şeyi alıp götürürken, o da zamandan bir şeyler kurtarmak için çabalar.
Sahip olduğu varlığın zamanla birlikte bir karanlığın içinde yok olduğunu sezerek, kaybolmayan, zaman akıp gittiğinde bile geride kalabilecek bazı ‘altın anlar’ yakalamak ister.
Geçenlerde, ünlü aktristlerle yapılan bir röportaj filminde Jane Fonda, ‘Bütün kariyerim boyunca yalnızca yedi sekiz kere yaşadığım tuhaf bir duygu vardı’ diyordu.
- Sahneye hazırlanırsın, herkes sana bakar, atacağın birkaç adımla bir başka kişiliğin içine doğru akacağını sezer ama gene de bunu becerip beceremeyeceğinden emin olamazsın, sonra yürümeye başlarsın ve canlandırdığın insanın kimliğine geçtiğini hissedersin.
Bunu söyledikten sonra bir an durup ekliyordu.
- Sevişmekten bile daha büyük bir zevktir o an hissettiğin... En çok o anları özlerim.
Doğanın, ölüm gerçeğini unutarak varlığını sürdürebilmesini sağlamak için insanoğluna bağışladığı o mucizevi hazdan daha büyük bir haz olduğunu söylüyordu Fonda.
Bir kimlikten bir kimliğe geçerken hissettiği haz, doğanın ya da Tanrı’nın yaratabildiği en muhteşem hazdan daha etkileyici ve daha unutulmazdı.
Bu mümkün müydü?
Milyonlarca yıldan beri insanoğlunun yeryüzünde var olmasını sağlayan o derin ve karanlık hazzı aşacak bir noktaya ulaşılabilir miydi?
Hem kendi ölümünü unutup hem de başka bir canlıya hayat verdiğin o muhteşem anda hissettiklerini bile sana unutturabilecek bir duygu olabilir miydi?
Öyle bir an var mıydı?
Sanırım öyle bir an ve öyle bir haz var.
İnsan yaratıcılığının, zamanı ve ölümü aştığı an o.
Zamanın, ölümün ve hayatın sana dokunamadan ayaklarının altından aktığını hissettiğin, kendi varlığının bir parçasını zamanın elinden kopartıp aldığın an.
Jane Fonda, bir kimlikten bir kimliğe geçtiği anın film peliküllerine yansıyan görüntüsünün, o ihtiyarladığında, zamanın darbeleriyle yüzünde kırışıklar oluştuğunda hatta bu dünyayı terk ettiğinde bile varolacağını sezdiği anda hissediyordu o hazzı.
Bir ölümlünün ölümsüzlüğü karşısında gördüğü kısa bir zaman parçası.
Zamanın darbeleriyle zedelenen bedeninin önemini kaybettiği, zamanın dokunamadığı bir yaratıcılığın ışıktan bir fıskıye gibi fışkırdığı büyülü dakikalar.
Bana öyle geliyor ki, ölümü ve zamanı yendiğini hisseden her insan o büyük hazza ulaştı.
Jean-François Champollion, daha on yaşındayken bir okul gezisinde eski Mısır yazıtlarının bir maketini görmüş ve o maketin üstündeki tuhaf yazıların manasını merak etmişti.
Olağanüstü bir dil yeteneği olan Champollion, henüz 16 yaşındayken Latince ve Yunancanın yanısıra altı eski Doğu dilini konuşabiliyordu.
Çocukluğunda gördüğü maketin üstündeki hiyeroglifin sırrını çözebilmek fikrine neredeyse delicesine kapılmıştı.
Üstünde hem hiyeroglif yazıyla hem de Yunancayla yazılmış bir metin bulunan ünlü Rosetta Taşı’nın kopyasını incelerken neredeyse dört bin yıldır çözülemeyen yazının sırrını çözdü.
Ve, bayıldı.
Sadece bir yazının sırrını değil ölümsüzlüğü görmüştü.
O anda hissettiği haz, sanırım, hiçbir hazla kıyaslanmayacak hatta dayanılamayacak kadar büyüktü.
İnsanın zamanı, amansız düşmanını yendiği andı o.
İnsanoğlunun varlığı, doğanın kendine bağışladığı olağanüstü bir bedensel hazla sürüyordu ama insanın yüceliğini sağlayan ve tarihin çağdan çağa ulaşan köprülerini oluşturan da bedensel hazzı bile aşan bu beyinsel hazdı.
İçine hapsedildiği, tutsağı olduğu zamanın demirden duvarlarını yıkıp sonsuzluğa uçtuğunu, ölüm gerçeğini altettiğini hissettiği o çıldırma anı.
Arşimed’i çırılçıplak sokaklara fırlatan aynı duyguydu.
Ölümlü olmanın hepimize yüklediği çaresizliğin, içten içe hepimizi huzursuzlandıran güçsüzlüğümüzün parçalandığı, zavallı bedenimizin sınırlarını yıkıp ölümsüz tanrıların katına yükseldiği büyük yırtılış.
Bu duygu, oymalı taşlardan yapılmış bir zevk piramidinin en tepesine yerleştirilen, o neredeyse acıya benzeyen büyük hazzın bile ötesine geçmez mi?
Sevişmelerimizin bize yaşattığı o kara köpüklü kayboluş anında bir lahzalığına tüm bedenimiz hayatın özü olan bir cevhere dönüşür, bir canlının ruhuna hayatın soluğunu üfleyen mucizevi gücün kudreti bir zevk halinde dolaşır tenimizde.
Damarlarımız bir elmas gibi parıldar.
Simsiyah bir ışık oluruz.
Bu zevk, bir canlıyı yaratabilmenin korkunç zevkine eşittir.
Bir canlıyı yaratmanın zevkine denk bir bedensel zevki, o canlının kaçınılmaz sonunu, ölümü yenmenin zevki geride bırakabilir ancak.
Zamana esir bir canlıyı yaratmanın hazzına eş hazzı, zamanı parçalayıp yok eden bir güce ulaşmış olmanın hazzı geçer.
Bedenimiz bir canlıyı yaratabilir ve bunun zevkine eş bir zevk duyar.
Beynimiz ise o canlının içine hapsolduğu zamanın ötesine geçebilmenin, kızıl pençeli ölümü yok etmenin zevkine ulaşır.
Beden, bir ölümlüyü yaratabilir.
Zihin, ölümsüzlüğü yaratabilir.
Hangisinin hazzı daha büyük?
Edison’un elektriği ışığa çevirdiği anı, Tolstoy’un Anna Karenina’nın son satırını yazdığı anı, Marconi’nin radyonun ilk sinyallerini aldığı anı, Wright Kardeşler’in uçaklarının uçmaya başladığı anı düşünün.
Bunların her birinde, zaman bir faninin karşısında yenilgiye uğradı.
Sevişmenin kasıklarımıza kızdırılmış kristal tozları doldurduğu o muhteşem kayboluşların zevkini herkes biliyor.
Bu, o zevkin değerini ve gücünü hiç azaltmıyor.
Ama insan, bu zevkin bile ötesine geçebilecek hazlar yaratabildiği için Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi oluyor.
Her güneş battığında, zaman o gün yaşanmış ne varsa, titrek izlerini hafızamızda bırakarak, kendisiyle birlikte alıp götürüyor.
İnsan, zamanın kendisiyle birlikte götüremediği, zamanın içine sığmayan bir şeyler yaptığında doğanın efendisi oluyor.
Sonsuzluğun içinde uçmaya başlıyor.
‘Sevişmeden bile daha zevkli’ denilen sanırım bu.
Ruhumuzdaki daha doğduğumuz andan itibaren varolan o nedensiz huzursuzluğu, bir kaçınılmazlığın içine kapatılmış olmanın açtığı görünmez yaraları geride bırakarak, bizi zamanın uğramadığı bir sahile götüren sihirli tekneyi inşa ettiğimizi fark etmemiz.
İnsanlık tarihini değiştiren Fransız Devrimi’nin önderlerinden Danton, kendi yoldaşları tarafından idama mahkum edilerek çıktığı sehpada, boynunu giyotinin bıçağına koymadan önce, o zamansız sahile daha önceden varmış olduğunun güç veren sezgisiyle cellada, ‘Kestiğin kafayı insanlara göster, o bunu hak ediyor’ diyebilmişti.
Engizisyon mahkemesinde kendi buluşlarını reddettikten sonra mahkemeden çıkarken kendini tutamayarak ‘Dünya gene de dönüyor’ diyen Galileo, yaşadığı o muhteşem zevke borcunu ödüyordu.
İnsanların yaptıkları buluşlarla, yarattıklarıyla, yazdıklarıyla eşsiz bir hazzı hayatlarına katabildiklerini düşünürseniz, insanlık tarihinin özeti diyebileceğimiz ansiklopedilerin de dünyanın bütün erotik yazılarından daha fazla hazzı içinde barındığını farkedersiniz.
Yaratıcılık tarihi bir zevk tarihidir.
Zaman, bir kayaya vuran ağır ve sert dalgalar gibi vurur bize.
Bizi eskitir.
Bizi yok eder.
Zamanın bizi yok edemediği anları anlatır işte o tarih.
Ve, sadece zamanı yenmenin hazzı, kasıklarımızda açan ateş çiçeklerinin etimizi yakan lezzetini geride bırakabilir.
O zevki geçebilecek başka da bir şey yoktur zaten.