Ahmet Altan

Siz, ey günahkarlar

4 Aralık 2005
Hırsımız, bencilliğimiz, kendini beğenmişliğimiz, iştahımız ve hepsinden daha kandırıcı olan şehvetimiz orada öylece duruyorlar. Günahtan kaçsanız bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerinizin varlığından kaçamazsınız.

Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.

Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.

Ve, hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.



Ben, günahı severim. Bu sevgi, bir günahkar olmamdan, günahın baş döndürücü girdaplarında kayboluşun olağanüstü hazlarına düşkünlüğümden değildir sadece.

Hayat dediğimiz o ışık ve acı dolu tuhaflığı hem besleyip hem zehirleyen özsuyun günahın bizzat kendisi olmasındandır.

Bütün trajedimizi, yaratıcılığımızı, çelişkilerimizi, ruhumuzdaki kıvranmaları, kendi isteklerimizden duyduğumuz şaşırtıcı korkuyu, kimliğimizin bize haz ve acı veren gölgeli yanlarını günaha borçluyuz.

Günahın hayatın içindeki yerini anlayabilmemiz için sanırım ona verilen cezanın şiddetine bakmalıyız.

O ceza, katranlı korkunç alevler içinde sonsuza dek kavrulmaktır.

Böylesine ürkütücü bir cezayla önlenmek istemesine ve o cezaya rağmen bizim günahtan vazgeçememize baktığımızda ‘günah’ sözcüğünün arkasında hayatın ve insanın sırlarının saklı olduğunu sanırım anlayabiliriz.

İnsanoğluna sunulabilecek en büyük ödül olan cennette doğmalarına rağmen Havva’yla Adem’in uğruna o cennetten kovulmayı bile göze almaları bize günahın çıldırtıcı çekiciliği hakkında bir fikir verir zaten.

Ne cennetin hurilerle, gılmanlarla, kevser şaraplarıyla dolu tanrısal bereketine ne de insan aklının alabileceği en korkunç ceza olan cehennemin katranlı alevlerine aldıran bir istekten söz ediyoruz günah dediğimizde.

Öyle bir istek ki günah dediğimiz, o isteği duyduğumuzda ne cenneti ne cehennemi görüyor gözümüz.

Nedir peki, cehennemin korkunç ıstıraplarını bile bir anda önemsiz gösterebilen bu günah denilen korkunç istek?

Niye böyle isteklerle doğuyoruz?

Neden ‘nefsimiz’ günah istekleriyle dolu?

Bizi böyle isteklerle yaratan Tanrı sonra neden onları yasaklıyor?

Tanrı niye binlerce yıldan beri bize kendi yarattığı bu isteklere uymamamızı söyleyen peygamberler gönderiyor?

Tanrı’nın yarattığı o günah isteğiyle dolu ‘nefs’ten daha güçlü bir ‘yasaklama iradesini’ peygamberlerin yaratması ne kadar mümkün?

Biz nefsimizdeki günah istekleriyle o isteklerin gerçekleşmesi halinde başımıza gelecekler arasında büyük bir savaş yaşarken, Tanrı da kendi yarattığı isteklerle gene kendi yarattığı yasakların mücadelesinde neden kendisinin ‘ilk eserinden’ değil de daha sonraki yasaklarından yana çıkıyor?

Eğer Tanrı bizi günahı bilmeyen bir ruhla yaratsaydı da daha sonra da günahı öven şeytanı gönderseydi sonuç ne olurdu?

Yarattığı insanlar Tanrı’nın ‘eylemi’, kutsal kitaplar da Tanrı’nın ‘sözü’ ise, söz eylemden daha güçlü olabilir mi?

İnsanın sözüne değil de eylemine önem veren Tanrı neden kendisinin eylemine değil de sözüne önem vermemizi istiyor?

Aslında Tanrı bizi değil de kendini mi sınıyor?

Bütün bu sorular bile ruhumuzun nasıl büyük bir iç çatışmayla çalkalandığını, bütün varlığımızın nasıl güçlü bir depremle daha doğuştan ikiye bölündüğünü gösteriyor.

Çelişkilerle dolu yaratılıyoruz.

Her isteğimiz, her arzumuz mutlaka kendi düşmanını buluyor ruhumuzda.

İsteklerimizi yok etmek mümkün değil.

O istekler içimize Tanrı ya da doğa, ne derseniz deyin, ama mutlaka bizden daha büyük bir kudret tarafından konuldu.

O isteklere karşı nasıl dayanacağız?

Keşişler, ermişler manastırlara, çöllere kaçarak kendi isteklerinden saklanıyorlar.

Kaçmak, yenmek anlamına gelir mi?

Ya da istek uyandıran ne varsa onun üstünü örtüyoruz, onları görünmez kılıyoruz, onları kendi gözümüzden saklamaya çalışıyoruz.

Saklamak, yenmek anlamına gelir mi peki?

Ne yaparsak yapalım, hepimiz o isteğin içimizde durduğunu biliyoruz.

Hırsımız, bencilliğimiz, kendini beğenmişliğimiz, iştahımız ve hepsinden daha kandırıcı olan şehvetimiz orada öylece duruyorlar.

Günahtan kaçsanız bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerinizin varlığından kaçamazsınız.

Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.

Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.

Ve, hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.

Sizi bu kadar değerli kılan da bu çelişkileriniz, çelişkilerinize soyunuzun duyduğu merak.

Felsefeyi, edebiyatı yaratan da içinizdeki bu huzursuzluk, bu belirsizlik, bu çelişki, bu cevapsız sorular zaten.

Kendinizi anlamaya çalışıyorsunuz.

Bu tanrısal ikiliğin, bu görkemli çatışmanın, isteklerinizle yasaklarınız arasındaki bu muhteşem çelişkinin, arzularınızla suçluluk duygunuz arasındaki o depremsel mücadelenin, hazzın çıldırtıcılığı ile huzursuzluğun yıpratıcılığı arasında sürekli seçim yapma zorunluluğun ruhunuzda yarattığı gitgelleri; o gitgellerin gizli ve açık yaralarını, o yaraları nasıl sağaltacabileceğinizi, tek günahkarın kendiniz olup olmadığını kavramak istiyorsunuz.

Omuzlarınızda, günahlarınızı ve sevaplarınızı kaydeden melekler var mı bilmiyorum ama zihninizin derinliklerinde her duygunuzu, her davranışınızı yargılayan, onları kayıtlara geçiren bir mahkeme kurulduğunu biliyorum.

Olabilecek en korkunç mahkeme bu.

Yargılayan da sizsiniz, yargılanan da...

Ve, söyleyeceğiniz yalanların hepsini biliyorsunuz.

Gene de kendinizi, içinizdeki yargıcı kandırmak için uğraşan da sizsiniz.

Aklınızın bir yanı duygularını savunmak için yalanlar uyduruyor, mantıklı nedenler buluyor.

Aklınızın yargıç yanı sizi sessizce dinleyip pusuya yatıyor.

Sonra birden ani huzursuzluklarla, korkularla, utanma duygularıyla uyanıyorsunuz.

Yaşadığınız tanrısal bir kargaşa.

İnsanoğlu kendi içindeki kargaşayı anlayabilmek için edebiyatı buldu, romanlar bunun için yazılıyor.

Günahkarları günahkarlara anlatmak için.

Günah olmasa edebiyat olmazdı.

Bütün varlığını günaha borçlu çünkü.

Herkesten günahtan kaçıp çöllere saklansa da edebiyat günahtan saklanamaz.

Herkes, günah uyandıran nesneleri kapatmaya, örtmeye çalışsa da edebiyat onların üstünü açmak zorundadır.

Bütün dinler, Tanrı’nın yarattıklarının nasıl yasaklanacağını anlatır.

Edebiyat ise Tanrı’nın neyi yarattığını anlatır bize.

Tanrı’nın yarattığı insanın nasıl bir şey olduğunu biz edebiyattan öğreniriz.

İnsan ruhunu anlatan romanlar, bir insanın ruhuna ne kadar girerlerse, ne kadar derine inerlerse Tanrı’nın yarattığına da o kadar yaklaşırlar.

Tanrı insanlara neleri yapmaması gerektiğini peygamberleriyle anlatırsa, neyi yarattığını da romancılarıyla anlatır.

Siz nasıl bir ruhla yaratıldığınızı, o ruhta hangi günahkar arzuların bulunduğunu, bazen o arzularla nasıl mücadele ettiğinizi, bazen de onlara nasıl esir düştüğünüzü ve sizin tek başınıza yaşadıklarınızın aslında bütün insanlığın ortak macerası olduğunu romanlardan öğrenirsiniz.

Günahtan korkan günahkar ruhunuzun tek tesellisi aslında belki de romanlarda saklıdır.

Öyle yaratıldığınızı ve günahkarlığın ortak bölüştürüldüğünü romanlardan öğrenirsiniz.

‘Yalnız değilsiniz’ der size romanlar.

‘Diğerleri de sizin gibi, onlar da aynı günahkar arzulara sahipler.’

‘Tanrı hepinizi böyle yarattı.’

Sanırım edebiyat kutsallığını günah karşısındaki bu cesaretine borçlu.

Ben günahı severim.

Sadece günahın hazlarına dalmış bir günahkar olduğumdan değil...

Hayatın, edebiyatın ve hatta yaratanın çelişkilerle dolu büyük kudretini onda gördüğüm için.
Yazının Devamını Oku

Tehlikeli oyunlar

27 Kasım 2005
O kısacık zaman diliminde ikimizin de hayatını değiştirecek olan bir tereddüt yaşadım. Sonra yaşayacağım bağımlılıktan korktum.

Başımı çevirip uğultulu rüzgarın içine daldım.

Ama o küçük siyah kedicik ve bize genellikle bir oyun gibi gözüken o ‘karar anları’ aklıma takıldı.

Böyle serazat ve huzurlu yaşayıp giderken kaç karar anından geçiyorduk.

Hayatımızı değiştirebilecek anlardan...


Burnu dönünce rüzgar sertleşti. Beyaz köpüklerle çatlayan deniz geniş dalgalarla sahile vuruyor, arkasında yosun ve iyot kokusu bırakarak yeniden saldırmak için geri çekiliyordu.

Ağaçlar silkelenerek eğiliyorlardı.

Beni göğsümden geriye iten rüzgarın şiddetinden korunabilmek için hafif yan dönüp, yüzümü göğsüme doğru indirmiştim.

Ufak kediyi o sırada gördüm.

Simsiyahtı.

Bir ağacın dibindeki çapalanıp kabartılmış toprağın içine girmeye çalışır gibiydi.

Yavruluktan çıkmış ama henüz büyük kedi haline de gelememişti.

İlk kez karşılaştığı anlaşılan fırtınadan şaşırmıştı.

Bana mı öyle geldi bilmiyorum, yüzünde ürkmüş ama gene de kolayca teslim olmayacak öfkeli bir ifade vardı.

Çelimsiz vücuduyla o ifadesi birleşince insanda kucağına alıp okşama isteği yaratıyordu.

Kısacık bir an, onu kucaklayıp parkamın içine sokarak rüzgardan kurtarmayı düşündüm.

Onu daha önce hiç görmemiştim, onunla en küçük bir duygusal ilişkim yoktu, büyük bir ihtimalle bir daha da onu görmeyecektim.

Ama dokunduğum anda, ıslanmış yumuşak tüylerinin altından hissedeceğim incecik kemikleri, bulduğu sıcaklığa sığınması ve bir süre sonra bu sığınışı bana yaptığı büyük bir iyilikmiş gibi algılayacak olan sevimliliğiyle hayatıma sızacaktı.

Onun kaderi değişecekti.

Ömrünün geri kalan kısmını sıcak bir evde, onu seven bir adamla geçirecekti.

Ben ise yeni bir oyun gibi onunla eğlenecek, onu besleyecek, bakacak, onu yalnız bırakmamak için düzenimi değiştirecektim.

Bu oyun bir bağımlılığa dönüşecekti.

Ve, bir gün o gittiğinde ya da başına daha kötü bir şey geldiğinde çok üzülecektim.

O kısacık zaman diliminde ikimizin de hayatını değiştirecek olan bir tereddüt yaşadım.

Sonra yaşayacağım bağımlılıktan korktum.

Başımı çevirip uğultulu rüzgarın içine daldım.

Ama o küçük siyah kedicik ve bize genellikle bir oyun gibi gözüken o ‘karar anları’ aklıma takıldı.

Böyle serazat ve huzurlu yaşayıp giderken kaç karar anından geçiyorduk.

Hayatımızı değiştirebilecek anlardan...

Bir şey ya da biri o lodos fırtınasında büzüşmüş kedicik gibi ilgimizi çekiyordu.

Kendimizi o an o kadar rahat, güvenli, tehlikelerden uzak hissediyorduk ki biraz eğlenmek için durmaya karar verebiliyorduk.

Kararı verenin kendimiz olması, her an vazgeçebileceğimizi bilmemiz, denetimi kendi ellerimizde tuttuğumuza olan inancımız ilgimizi çekene rahatça yaklaşmamıza, ona dokunmamıza, onunla oynamaya başlamamıza gönül rahatlığıyla karar vermemizi sağlıyordu.

O kararı verene kadar her şey bizim irademize bağlı oluyordu.

Biz, kendi davranışımızla ilgili bir karar verirken aslında bir başkasıyla ilgili de bir karar verdiğimizi tam kestiremiyorduk.

Ve, ilk adımı atıyorduk.

İlgimizi çekenin yanına gidiyorduk.

Bir bakıma, hayatımızın en güzel anlarındandı hiçbir yük yüklenmeden biraz eğlenmek için o hareketi yaptığımız an.

Bir kediciği okşar gibi belki biraz da aldırmazca hatta bazen hafifçe de küçümseyerek yaklaşıyorduk.

O aldırmazlık ve küçümseme bizim özgürce davranmamızı sağlıyordu, bunu kendimize bile açıkça söylemiyorduk belki ama çok derinlerimizde biraz oynamak için yanına yaklaştığımızla rahatlıkla başa çıkabileceğimize inanıyorduk.

Sanırım işin bütün sırrı da bu inançta, o gizli, isimlendirilmemiş, adı konmamış güvende saklıydı.

Ve, biraz oynamak, eğlenmek için birine dokunduğumuz anda hiç beklemediğimiz, zihnimizin derinliklerinin asla ummadığı bir şey oluyor ve kendi hayatımızın içinde birden başka bir canlının iradesi beliriveriyordu.

Bu irade bizi daha ilk anda şaşırtacak kadar güçlü olursa hemen kaçabiliyorduk.

Zaten her an kaçabileceğimiz inancıyla yaklaştığımız için bu ilk kaçış da kolay oluyordu.

Ama eğer o başka canlıya ait irade bizi güçlü bir biçimde tedirgin etmezse, bizim oyun isteğimize, bu isteğe ‘boyun eğerek’ usulca cevap verirse oynamaya başlıyorduk.

Oyunun belki de en eğlenceli, en mutlu kısımları her şeyin bizim denetimimizde geliştiği bu zamanlardı.

Kendimize güveniyorduk.

Kendimize güvendikçe daha girift oyunlara girişiyorduk, oyunla ve oynadığımız canlıyla ilişkilerimizi daha derin ve daha karmaşık bir hale getiriyorduk.

Sonra bir gün, ya oyunun biçimini değiştirmek istediğimizde ya da yeni bir oyuna başlamak istediğimizde şaşırtıcı bir dirence ve güçlü bir iradeye çarpıyorduk, isteğimiz gerçekleşmiyordu.

Zihnimizde, bu ‘oyunun kurucusu ve yöneticisi’ olarak kendimize verdiğimiz değer bir sarsıntı geçiriyordu.

Bütün duygularımız, bir kış gecesi camları kırılan seradaki çiçekler gibi üşüyor, buruşuyor, eski güvenli sıcaklığını arıyordu.

Kaçamayacağımız kadar oyuna alışmıştık.

O eğlenceyi, o gülüşleri, o neşeyi, keskin tırnakları içine çekilmiş pençelerle birbirimize kanatmadan vurmayı sevmiştik.

Bir başka canlının iradesini kendi hayatına soktuktan sonra o iradenin gücüyle ilk kez karşılaştığında herkesin yaptığı gibi biz de önce karşımızdaki canlının iradesini kırmaya, onu yeniden kendi görkemli krallığımızın hakimiyet sınırları içine çekmeye, bu tuhaf ‘başkaldırıyı’ ezmeye ve o gücü evcilleştirmeye uğraşıyorduk.

Geçirdiğimiz bütün şaşkınlığa, ruhumuzda beliren o ürpertici çiğ damlacıklarına rağmen henüz çok derinden bir sarsılma, bütün zihnimizi esir alan bir dehşet yaşamıyorduk.

Hálá kaçabilecek vaktimiz ve gücümüz olduğunu söylüyordu içimizdeki bir ses.

Başkaldırıyı ezebilir, bizi eğlendiren oyuna yeniden istediğimiz gibi hükmederek geri dönebilirdik.

Pençelerimiz açılmış, kanatmaya hazır keskin tırnaklarımızın ucu görünmüştü ama kimsenin ölümcül bir yara almayacağı hatta belki de oynamanın ve kazanmanın daha heyecan kazandığı, iç ürpertilerinin daha da arttığı bir yerdeydik.

Oyun biraz vahşileşmesine rağmen hala sürüyordu.

Kendimize, çok açıkça itiraf etmeden bir zaman tanıyorduk, o zaman içinde oyunun kurallarını belirleyen olma gücünü yeniden ele geçirirsek devam etmeye, olmazsa kaçmaya karar veriyorduk.

Ama kaçarsak içimizde bir kırgınlık da taşıyacağımızı biliyorduk artık.

Oyunun gittikçe daha tehlikeli bir hal almaya başladığını da...

Oyunu başlatan kendimiz olduğumuz için, karşımızdakine ‘sen nasıl bir oyun istiyorsun’ diye sormayı da içimize sindiremiyorduk.

Bu oyun oynanacaksa nasıl oynanacağına biz karar verecektik.

Bunun aksi bizim oyunumuzun eğlencesini kaçıracaktı.

Gene gülüşlerle, şakalarla, eğlenceli konuşmalar, küçük fiskelemeler ve tatlı sitemlerle oyunu sürdürüyorduk.

Ama oyun git gide zorlaşıyordu.

Bir oyun, hafif bir eğlence olmaktan çıkıyor, iki iradenin birbirini zorlayarak kenetlendiği, geleceği şekillendirecek ciddi kararlara dönüştüğü, kuralları belirsiz, tehlikeli bir hale giriyordu.

Birçok insan, bir başkasının kendi hayatının içinde umduğundan fazla yer kaplamaya, oyunun ciddileşmeye başladığını gördüğü bu noktada kaçıyordu.

Bir kısmı da, ya o güne kadar oynanan oyunu çok sevdiği ya artık kaçamayacağı kadar alıştığı ya kendine meydan okuyan iradeyi evcilleştiremeden rahat edemeyeceği ya birlikte oynadığı canlıyı oynarken değişik yanlarıyla keşfedip sevdiği ya da bütün bunların hepsinden dolayı oyunu sürdürüyordu.

Oyun bir bağımlılığa dönüşüyordu.

Biraz eğlenmek için verilen bir kararla başlayan o tehlikeli oyun, zihnimizi ve ruhumuzu esir alıyor, varlığımızın temel parçalarından biri oluyor, oyunun eksikliği varlığımızı da eksiltecek duygusu yaratıyordu.

Bütün tutkular gibi bizi yoruyor, kopma, kaçma istekleri yaratıyor ama gene bütün tutkular gibi ‘onsuz’ bir hayat düşüncesine bile tahammül edemiyordu.

Oyun, hayatın ta kendisi oluyordu.

Öylesine eğlenceli ve öylesine acılı bir şekilde kavrıyordu ki insanı, bir başkasının ya da bir başka oyunun o güçte bir sevinç ve acı vermesi mümkün görünmediğinden, o oyunun dışındaki hiçbir şey de ilgi çekici gelmiyordu.

Rüzgarların arasından yürürken bütün bunları düşündüm.

Eski köşklerin arasındaki sakin bir girintiye vardığımda durdum.

Sonra ani bir kararla geri döndüm.

O küçük kediciği alacaktım.

Onu gördüğüm yere vardığımda, toprak yığını boş duruyordu.

Gitmişti.
Yazının Devamını Oku

Kurşuna dizilen teğmen

20 Kasım 2005
Morant otuz beş yaşındayken, Güney Afrika’daki altın madenlerine el koymak isteyen İngilizlerle oraya daha önceden yerleşmiş Hollanda asıllı beyaz çiftçiler olan ‘Boer’ler arasında yüzyılın ilk savaşı başladı. Kendini hálá İngiliz hisseden birçok Avustralyalıyla birlikte savaşa gönüllü yazıldı.

Güney Afrika’ya gönderildi.

Kişiliğini oluşturan o tuhaf karışım, salonlara alışkın zarafetiyle, neredeyse hiçbir şeyden korkmayan ürkütücü cesareti kısa zamanda üstlerinin ilgisini çekti.

Onbaşılıktan teğmenliğe çok hızlı yükseldi.

Savaş ise o sıralarda daha önceden bilinen tüm kuralları altüst eden bir biçimde gelişiyordu.


27 Şubat 1902...

Sabah saat beşte, güneş Güney Afrika savanlarının üzerine doğarken İngiliz ordusunun Avustralya asıllı iki subayı, Teğmen Morant ile Teğmen Handcock, çimenlerin üzerine yan yana konulmuş iki iskemleye oturtuldular.

Elleri arkalarından bağlandı.

Siyah bir bezle gözlerinin kapatılması önerisini reddettiler.

İdam mangası silahlarını doğrulttu.

Namluya kurşun süren mekanizmaların şakırtısı duyuldu.

Manga komutanı ‘ateş’ emrini vermeden önce Teğmen Morant haykırdı:

- İyi nişan alın orospu çocukları... Yüzünüze gözünüze bulaştırmayın bu işi.

Bu onun kısa ömründe söylediği son sözler oldu.

Silahlar patladı.

İki teğmen göğüslerine saplanan mermilerin şiddetiyle sırtüstü devrildiler.

Bir gece önce askeri marangozların, onların hücresinin hemen önünde, çekiç seslerini onlara dinleterek yaptığı iki kaba tabuta konup, aynı mezara üst üste gömüldüler.

İyi yetişmiş bir şairin barbar bir katile, ünlü bir generalin ahlaksız bir yalancıya dönüştüğü askeri bir trajedi iki ölüyle bitmişti.

Milyonlarca insanın öldüğü çarpışmaların yaşandığı, geçen yüzyılın ilk büyük çatışması olan Boer Savaşı’nda gerçekleşen bu olay, ‘savaşın insan ruhunda yarattığı tahribat, onur ve askerlik, ast-üst ilişkilerindeki savaşta ortaya çıkan kaygan belirsizlik, gizli emirler ve yalan, savaş ve cinayet’ gibi birçok tartışmanın en önemli örneklerinden biri olarak uzun süre konuşuldu, hakkında araştırmalar yapıldı, romanlar, piyesler yazıldı, filmler çekildi.

Bir şafak vakti kurşuna dizilen Henry Harbord ‘Breaker’ Morant tam bir efsaneye dönüştü.

Doğrusu, karmakarışık hayatı, çelişkili kişiliği, yetenekleri, cesareti, vahşeti ve daha sonra kitaplaştırılan şiirleriyle bir efsane olmayı da hak ediyordu.

Amiral Sir George Digby Morant’ın, babası tarafından kabul edilmeyen gayrimeşru çocuğuydu.

Hem yazar, hem asker, hem ünlü bir avcı, hem de çok tanınmış bir at yarışçısı olan İskoçyalı bir aristokrat tarafından yetiştirildi.

Genç yaşta kendisi de birçok yarışa katılıp parlak başarılar kazandı.

Yirmi yaşlarında Avustralya’ya göç etmeye karar verdi.

Avustralya, onun huzursuz ve maceracı ruhu için uygun bir yerdi.

Kısa zamanda kibar salonlarındaki kadınları etkileyen zarif bir çapkın, parlak bir şair, şaşırtıcı bir ayyaş, cesur bir süvari olarak ün kazandı.

En ele geçmez kadınların bile başını döndürebiliyor, en vahşi atları bile eğitebiliyor, salaş meyhanelerde en dirençli içkicileri bile sarhoş edip ayakta kalabiliyordu.

Morant otuz beş yaşındayken, Güney Afrika’daki altın madenlerine el koymak isteyen İngilizlerle oraya daha önceden yerleşmiş Hollanda asıllı beyaz çiftçiler olan ‘Boer’ler arasında yüzyılın ilk savaşı başladı.

Kendini hálá İngiliz hisseden birçok Avustralyalıyla birlikte savaşa gönüllü yazıldı.

Güney Afrika’ya gönderildi.

Kişiliğini oluşturan o tuhaf karışım, salonlara alışkın zarafetiyle, neredeyse hiçbir şeyden korkmayan ürkütücü cesareti kısa zamanda üstlerinin ilgisini çekti.

Onbaşılıktan teğmenliğe çok hızlı yükseldi.

Savaş ise o sıralarda daha önceden bilinen tüm kuralları altüst eden bir biçimde gelişiyordu.

Çok iyi nişancı olan ve bölgeyi çok iyi tanıyan Boerler bir gerilla savaşı yürütüyorlar, küçük gruplar halinde saldırıp, yetenekli komutanları sayesinde İngilizleri ardı ardına yenilgiye uğratıyorlardı.

Bazen İngiliz birliklerine İngiliz askerlerinin üniformalarını giyerek, bazen beyaz bayrakla yaklaşıp aniden saldırıyorlar, yakaladıkları askerleri insafsızca, kimi zaman işkenceyle öldürüyorlardı.

İngiliz Ordusu’nun komutanı Lord Kitchener’ın emriyle Bushveld Carbineers isimli özel bir birlik oluşturuldu.

Bu birliktekiler Boerlerle ‘Boer’ gibi dövüşeceklerdi.

İngilizler kendi gerilla birliklerini oluşturuyorlardı.

Bir İngiliz üniformasıyla ele geçen her Boer, yakalandığı yerde öldürülecekti.

Morant bu birliğe atandı.

Birliğin komutanı Yüzbaşı Hunt, Morant’ın çok yakın dostuydu, iki kız kardeşe birlikte aşık olmuşlardı.

Lord Kitchener, birliğe bir de Yüzbaşı Alfred Taylor isimli ‘özel’ bir istihbarat subayı göndermişti.

Yüzbaşı Taylor, davranışlarında neredeyse tümüyle özgürdü, ‘bölge halkının dilini iyi konuşuyor’ ve savaş alanının dışında da istediği zaman adam öldürebiliyordu.

Bölge halkı Taylor’a ‘Bulala’ adını takmıştı.

‘Bulala’ yerli dilinde ‘ölüm’ demekti.

Bu özel birlik çok başarılı oldu.

Boerlere destek olan halkı sindiriyorlar, Boer savaşçılarını pusuya düşürüp öldürüyorlardı.

Savaş gittikçe şiddetleniyordu.

Birliğin komutanı olan Yüzbaşı Hunt bir gün karargaha gidip Lord Kitchener’la konuştuktan sonra geri döndüğünde subaylarına ‘Lord Kitchener’ın esir alınmaması, yakalanan her Boer’in hemen öldürülmesi için emir verdiğini’ söylemişti.

Bu olaydan kısa bir süre sonra Morant’ın dostu Yüzbaşı Hunt bir pusuya düşürüldü.

Boerler yüzbaşıyı öldürdüler.

Yüzbaşının cesedi bulunduğunda kulaklarının, burnunun ve erkeklik organının kesilmiş olduğu görüldü.

Morant tam anlamıyla çılgına dönmüştü.

İntikam almak istiyordu.

Yüzbaşıyı öldürenlerin peşine düştü.

Çatışmalar sırasında bir Boer esir alındı, Morant ‘esirin kurşuna dizilmesini’ emretti, karşı çıkan diğer subaylara ise Lord Kitchener’ın emrini hatırlattı.

- Esir almak yok.

Boer kurşuna dizildi.

Geniş ovalar, kızıl çizgili lacivert akşamüstleri, yıldız sağanaklarıyla dolu geceler hakkında şiirler yazan ‘iyi yetişmiş’ şair bir barbara dönüşüyordu.

Kısa bir süre sonra bir çatışmada sekiz Boer’i daha yakalayıp kampa getirdiler.

Esirler bir kenarda beklerken, bölgede dolaşan Alman asıllı bir papaz kampa ziyarete geldi. Morant, papaza ‘esirlerle konuşmamasını’ söyledi ama papaz bu emri dinlemedi ve kamptan ayrılmadan önce esirlerle konuştu.

Ertesi gün kampın biraz ilerisinde papazın vurulmuş cesedi bulundu.

Aynı gün Morant sekiz esiri de idam ettirdi.

Ardından büyük bir saldırı düzenleyerek Boerlerin en önemli komutanlarından birini yakalayıp genel karargaha gönderdi, bu başarısından dolayı ‘özel bir teşekkürle’ ödüllendirildi.

Ama yaklaşık bir ay sonra birden her şey değişti.

Almanya, Alman papazı öldürenlerin cezalandırılması için baskı yapmaya başlamıştı, İngiliz kamuoyunda savaş ‘yöntemi’ konusunda tartışmalar hızlanmış, Lord Kitchener da sorgulanır hale gelmişti.

Ani bir emirle Teğmen Morant, Teğmen Handcock ve Teğmen Witton tutuklandılar, birlikleri dağıtıldı ve ‘divan-ı harbe’ çıkarıldılar.

Bu üç Avustralyalı teğmenin İngiliz komutanları ‘gerek görülmediği’ için suçlanmadı.

Üç Avustralyalı teğmenin avukatı, ‘öldürme emrini Lord Kitchener’ın verdiğini’ söylüyordu ama onu dinlemediler bile.

İngiliz ordusu, olayın ‘lokal’ olduğunu açıkladı.

Olayın ‘lokal’ olduğunun kanıtlanması için de bu ‘lokal’ olayın ‘sorumlularının’ cezalandırılması gerekiyordu.

Morant mahkemede kendisine ordunun ve savaşın kurallarını hatırlatan mahkeme reisine, ‘Bizim savaşta bir tek kuralımız vardır, o da üç-sıfır-üçtür’ diye bağırdı.

‘3-0-3’, İngiliz tüfeklerinin üzerinde yazan numaraydı.

Tam da söylediği kurala uygun olarak ‘3-0-3’lerle vurularak öldürülmesine karar verdi mahkeme. Üç teğmenin en genci olan Witton’un cezası ise müebbede çevrildi.

İstihbarat subayı Yüzbaşı ‘Ölüm’, ceza almadan kurtuldu.

İdamdan bir gece önce istihbarat yüzbaşısı Morant’ın hücresine gelerek onu kaçırmayı önerdi.

- Sana bir at ayarlarım, nöbetçiler de seni seviyor, buradan gidersin.

- Sonra ne yapacağım?

- Dünyayı dolaşırsın.

- Ben dünyayı zaten dolaştım, dedi Morant.

Ertesi sabah kurşuna dizildi.

İngiliz ordusu ‘divan-ı harbin’ tutanaklarını yüz yıl sonra açıklayacağını söylemesine rağmen bu tutanaklar yüz yıl sonra bile açıklanmadı. Bir süre hapiste yattıktan sonra serbest bırakılan Teğmen Witton ise ‘İmparatorluğun Günah Keçileri’ diye bir kitap yazarak olayı dünyaya duyurdu.

Resmi kayıtlarda ise Teğmen Morant ‘ordusunu utandıran onursuz bir katil’, Lord Kitchener ise başarılı ve sert komutan olarak yer aldı.

‘Lokal’ bir olay, idam mangasının tüfek sesleriyle ebediyen kapanmıştı.
Yazının Devamını Oku

Kendimden başka biri

13 Kasım 2005
Her cümlede, her mimikte, her davranışta, her bakışta, kabuğun içinde gizli olanla kabuk arasındaki o korkunç çatışmayı izlersiniz. Kadın sürekli taraf değiştirir gibidir.

Bir an, içindeki gizli canlının hayata çıkmasına yardımcı olmak isterken diğer bir an kabuğunu sağlam tutabilmek için çabalamaktadır.

Sonunda kaçınılmaz olur.

Kabuk parçalanır.

Farklı biçimlerde yalnız olan iki insan birbirlerini severler, bir anda ikisi için de hayatın ışığı değişiverir.

Hepimiz, içimizdeki o sırrını ele vermeyen esrarın peşindeyiz.

Karanlık bir şatonun bekçisi gibi varlığımızın görüntüsünü, başkaları tarafından yapılmış duvarlarını, burçlarını, kulelerini, çatılarını tanıyoruz ama o şatonun kimsenin gitmediği ıssız koridorlarında dolaştığımızda karşılaştıklarımız bize yabancı.

Oralarda gördüklerimizi tanımıyoruz.

Bazen gözalıcı parlak taşlar, bazen utançla kenarından dolaştığımızda kirli çöküntüler çıkıyor karşımıza.

Ne zaman, nerede hangisine rastlayacağımızı hiç bilemiyoruz.

Deniz diplerindeki kayalıklara sokulmuş tuhaf deniz yaratıkları gibi girintili çıkıntılı kalın bir kabukla örtülmüşüz sanki.

Bizi her türlü saldırıdan, aşağılanmadan kurtaracak sadakat, fedakarlık, vefa, bağlılık gibi değerler o kabuğun güvenilir dokusunu oluşturuyor.

Alışkanlıklarımız, korkularımız ve bize öğretilen bilgilerden derlediğimiz düşüncelerimizle kabuğumuzu besleyip onu canlı tutuyoruz.

Neden bir şatonun içine saklandığımızı, neden kalın bir kabukla örtüldüğümüzü bize sorsalar, o kabuğun gerçekliğini sorgulasalar kendimizi de inandırarak vereceğimiz cevaplar hazır.

İnandırırız, çünkü inanıyoruz.

Ama anlatacağımız yalnızca kabuğumuz olur, şatomuzun duvarlarını tarif edebiliriz.

İçinde neler olduğunu, biraz sezsek bile biz de tam bilmiyoruz.

Ne var o kalın kabuğun altında?

Neler gizli?

Hele kabukları çok daha kalın olan kadınlar hayattan ve kendilerinden neler saklıyorlar?

Hayatın ani bir darbesi o kalın kabuğu kırsa, şatonun duvarlarını çökertse, zihnimizin kabuğumuzu besleyen ince zarını yırtıp geçse içinden ne çıkacak?

Kendi kabuğumuzun altından çıkacak olanı biz tanıyacak mıyız?

Biliyor muyuz kim var içimizde?

Bir ömür boyu kendimizi kabuğumuzdan ibaret sanarak yaşayabiliriz.

Şatomuzun burçlarından, gözlerimizi hiç içeri çevirmeden hayatı gözetleyebiliriz.

Ama bir gün beklenmedik bir şey olur.

Basit, sıradan görünüşlü bir şey.

Kapınızın önünde eski bir kamyonet duruverir örneğin.

The Bridges of Madison County isimli harikulade filmi seyredenler hiç unutmamışlardır sanırım.

Amerika’nın orta-batısındaki sonsuz mısır ve buğday tarlaları arasında kaybolmuş bir köyde ‘mutlu’ ve huzurlu bir aile yaşar.

İyi yürekli, sevecen bir baba, büyümekte olan bir oğulla bir kız ve bir yıl önce bir kalp rahatsızlığı geçiren kocasıyla çocuklarının etrafında pervane olan, hayatını onlara adamış bir anne.

Topraklarını işlerler, küçük kasaba dedikoduları yaparlar ve sessiz tarlaların arasından ağır ağır akan zamanın içinde telaşsız, dertsiz bir hayat sürerler.

Bir gün baba, iki çocuğunu da alıp şehirdeki tarım fuarına gider.

Biraz da kimsenin peşinden koşturmadan geçireceği birkaç günü özlemiş olan anne onların bavullarını hazırlar, kocasının ilaçlarını çantaya yerleştirir, haplarını zamanında almasını ve her akşam mutlaka kendisini aramalarını söyleyip yolcu eder.

Onlar gittikten kısa bir süre sonra kapının önünde eski bir kamyonet durur.

Kamyonetten, orta yaşı geçmeye hazırlanan, hayatta umduğu başarıyı yakalayamamış, artık mutsuzluğa bile çok aldırmayan, yalnız, halinde garip bir hüzün olan sakin bir fotoğrafçı iner.

Bir coğrafya dergisi için bölgedeki eski köprülerin resmini çekecektir ama yolunu kaybetmiştir.

Kadın, hafifçe saçlarını düzeltip ona yolu tarif eder.

Fotoğrafçının tarifi pek iyi anlamadığını görünce yolu göstermeyi teklif eder.

İşi yoktur.

Zamanı boldur.

Birlikte köprüye giderler sonra dönüp kadının evinde birer bira içerler.

Adam kadının kabuğunu kırmaya çalışan hiçbir şey yapmaz.

Ama kadının tedirginliğinden, huzursuz hallerinden, telaşından ‘fedakar eş, şefkatli anne’ kabuğunun çatlamaya başladığını sezersiniz.

Dışardan kuvvetli bir darbe gelmemiştir.

Kabuğun altındaki gizli canlı dışarı çıkmak için kabuğu zorlamaya başlamıştır, kendilerini hiç hissettirmeden biriken arzular birden büyüyüvermiştir.

Konuşurlarken ortak bir özelliklerini de keşfederler, kadın İtalyan kökenlidir, Dünya Savaşı sırasında asker olan kocasıyla İtalya’da tanışmış ve evlenip Amerika’ya gelmiştir.

Adam da askerliği sırasında İtalya’da kadının yaşadığı kasabada bulunmuştur.

Kasabadan, kasabanın sokaklarından, istasyona bakan çan kulesinden konuşurlar.

Her cümlede, her mimikte, her davranışta, her bakışta, kabuğun içinde gizli olanla kabuk arasındaki o korkunç çatışmayı izlersiniz.

Kadın sürekli taraf değiştirir gibidir.

Bir an, içindeki gizli canlının hayata çıkmasına yardımcı olmak isterken diğer bir an kabuğunu sağlam tutabilmek için çabalamaktadır.

Sonunda kaçınılmaz olur.

Kabuk parçalanır.

Farklı biçimlerde yalnız olan iki insan birbirlerini severler, bir anda ikisi için de hayatın ışığı değişiverir.

Sıradan, sakin, hafifçe tozlanmış alışkanlıklar dünyasından, duyguların insanı altüst eden, alışkanlıklara başkaldıran, isyankar, sevinçlerle, neşelerle, acılarla dolu tutkulu alemine geçerler.

Canlanırlar.

Hayatın içinde kesilmiş bir ağaç gibi hareketsiz yatarken birden dirildiklerini görürsünüz.

Üç gün yaşarlar böyle.

O günlerde, kasabanın ‘yasak bir aşk’ yaşadığı için aforoz ettiği bir genç kıza kadının nasıl anlayışlı ve dostça davrandığını fark edersiniz.

Bütün ölçüler değişmiştir.

Hayatlarının belki de en unutulmaz, en güzel üç günüdür bu.

Kabukların parçalandığı üç gün.

Daha sonra kadın o günlerde yaşadıklarını anlatırken şu unutulmaz cümleyi söyler:

- Kendimden başka biri gibi davranıyordum. En gerçek bendim...

Kendisinden başka biri ve en gerçek o....

Ne kadar çelişkili bir cümle ve ne kadar doğru.

Kendisi sandığı, kendisiyle özdeşleştirdiği kabuğundan çok farklı davranıyordu, kabuğun bütün yasaklarından kopmuştu, yıllardır davrandığı gibi davranmıyordu, evet, başka biriydi ve kabuğun içinde saklı olan o gizli canlının duygularını, arzularını yaşarken de, evet, en gerçek kendisiydi.

Ortaya çıkan kendisinin içiydi.

En derini, belki en özü.

O üç günü yaşayana kadar içinde o ‘üç günü’ yaşayacak biri olduğunu büyük bir ihtimalle bilmiyordu, birisi ona böyle bir duygu yaşayabileceğini söylese inanmazdı, bir başkasının yaşadığını görse herhalde yadırgardı.

Şatosunu, kulelerini, kabuğunu tanıyordu, onları kendisi sanıyordu.

Onun içinde ne olduğunu bilmiyordu.

Yıllarca o ‘gizli canlı’ kendisini hiç sezdirmeden yaşamıştı içinde.

Ve, birden kabuğu parçalayıp çıkmıştı.

Başka biri olmuştu, ‘en gerçek’ kendisi.

Çok kısa ama çok yoğun yaşanan o üç günde birçok insanın belki de hayatları boyunca yaşamadığı bir duyguyu hissetmişlerdi.

Adam, kadına kendisiyle birlikte gelmesini teklif etmişti.

Son sahne gerçekten iç burkucudur.

O unutulmuş kasabaya şakırtılı bir yağmur yağmaktadır, adam kamyonetinin içinde oturur, kadın fuardan dönen kocasıyla çocuklarını kasabaya getirir.

Adam, kadının o kamyonetten inip gelerek kendi kamyonetine binmesini camları buğulanmış arabasında bekler.

Kadının bir an duraksadığını sonra kocasıyla çocuklarının içinde beklediği arabasına binip evlerine giden yola saptığını görür.

Kabuk yeniden toparlanmış, o gizli canlıyı yeniden içine alıp hapsetmiştir.

Niye kadın hayatının en büyük aşkıyla gitmedi, neden ömrünün kalan kısmını sessiz tarlaların arasında bir daha hiç görmeyeceği bir erkeği her an özleyerek geçirmeyi kabul etti?

Bunun birçok cevabı var herhalde.

Çocuklarına olan sevgisi, kocasına duyduğu şefkat, kendisine iyi davranmış bir erkeği üzmemek isteği, alışkanlıklarından kopamamak, yeni bir hayattan korkmak, kabuğun dışındaki bir hayatı kabuklarından koparak yaşamaya gücünün yetmeyeceği endişesi...

Hangisi olduğunu bilemeyiz.

Bilebildiğimiz tek şey, kadının ölürken son düşündüğünün o üç gün ve tutkuyla sevdiği o erkek olduğu.

Şatosundan ve kabuğundan çıkan kadının yaşadığı üç gün, şatonun içinde yaşanmış bir ömürden daha derin bir iz bırakmış, birbirine benzer binlerce solgun gün o üç günün parlak ışığında silinmişti.
Yazının Devamını Oku

Sevişmekten bile daha zevkli

6 Kasım 2005
Sevişmenin kasıklarımıza kızdırılmış kristal tozları doldurduğu o muhteşem kayboluşların zevkini herkes biliyor. Bu, o zevkin değerini ve gücünü hiç azaltmıyor. Ama insan, bu zevkin bile ötesine geçebilecek hazlar yaratabildiği için Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi oluyor.

Her güneş battığında, zaman o gün yaşanmış ne varsa, titrek izlerini hafızamızda bırakarak, kendisiyle birlikte alıp götürüyor.

İnsan, zamanın kendisiyle birlikte götüremediği, zamanın içine sığmayan bir şeyler yaptığında doğanın efendisi oluyor.

Sonsuzluğun içinde uçmaya başlıyor.

‘Sevişmeden bile daha zevkli’ denilen sanırım bu.

Zaman, bir kayaya vuran ağır ve sert dalgalar gibi vurur bize./images/100/0x0/55ea3d2ef018fbb8f8734f0a

Ve, biz bir kayanın dalgaların vuruşuna aldırmaması hatta bunu hiç sezmemesi gibi zamanın an be an gelen darbelerini sezmeyiz.

Her vuruşun bizden bir şeyler eksilttiğini fark etmemiz için epeyce beklememiz gerekir.

Hiç dikkatimizi çekmeyen incecik çatlakların derin oyuklara döndüğünü anladığımızda, o tek taraflı savaşın zavallı mağlubu olduğumuzu da anlarız.

Her anı izlemesek, her vuran dalgayı fark etmesek de içimizde bir yer, sadece kendimiz, kendi bedenimiz adına değil tüm insanlık adına bu insafsız saldırıdan kurtulmak, kendine bir çıkış yolu bulabilmek için huzursuz bir biçimde kıvranır.

Zaman kendisinden her şeyi alıp götürürken, o da zamandan bir şeyler kurtarmak için çabalar.

Sahip olduğu varlığın zamanla birlikte bir karanlığın içinde yok olduğunu sezerek, kaybolmayan, zaman akıp gittiğinde bile geride kalabilecek bazı ‘altın anlar’ yakalamak ister.

Geçenlerde, ünlü aktristlerle yapılan bir röportaj filminde Jane Fonda, ‘Bütün kariyerim boyunca yalnızca yedi sekiz kere yaşadığım tuhaf bir duygu vardı’ diyordu.

- Sahneye hazırlanırsın, herkes sana bakar, atacağın birkaç adımla bir başka kişiliğin içine doğru akacağını sezer ama gene de bunu becerip beceremeyeceğinden emin olamazsın, sonra yürümeye başlarsın ve canlandırdığın insanın kimliğine geçtiğini hissedersin.

Bunu söyledikten sonra bir an durup ekliyordu.

- Sevişmekten bile daha büyük bir zevktir o an hissettiğin... En çok o anları özlerim.

Doğanın, ölüm gerçeğini unutarak varlığını sürdürebilmesini sağlamak için insanoğluna bağışladığı o mucizevi hazdan daha büyük bir haz olduğunu söylüyordu Fonda.

Bir kimlikten bir kimliğe geçerken hissettiği haz, doğanın ya da Tanrı’nın yaratabildiği en muhteşem hazdan daha etkileyici ve daha unutulmazdı.

Bu mümkün müydü?

Milyonlarca yıldan beri insanoğlunun yeryüzünde var olmasını sağlayan o derin ve karanlık hazzı aşacak bir noktaya ulaşılabilir miydi?

Hem kendi ölümünü unutup hem de başka bir canlıya hayat verdiğin o muhteşem anda hissettiklerini bile sana unutturabilecek bir duygu olabilir miydi?

Öyle bir an var mıydı?

Sanırım öyle bir an ve öyle bir haz var.

İnsan yaratıcılığının, zamanı ve ölümü aştığı an o.

Zamanın, ölümün ve hayatın sana dokunamadan ayaklarının altından aktığını hissettiğin, kendi varlığının bir parçasını zamanın elinden kopartıp aldığın an.

Jane Fonda, bir kimlikten bir kimliğe geçtiği anın film peliküllerine yansıyan görüntüsünün, o ihtiyarladığında, zamanın darbeleriyle yüzünde kırışıklar oluştuğunda hatta bu dünyayı terk ettiğinde bile varolacağını sezdiği anda hissediyordu o hazzı.

Bir ölümlünün ölümsüzlüğü karşısında gördüğü kısa bir zaman parçası.

Zamanın darbeleriyle zedelenen bedeninin önemini kaybettiği, zamanın dokunamadığı bir yaratıcılığın ışıktan bir fıskıye gibi fışkırdığı büyülü dakikalar.

Bana öyle geliyor ki, ölümü ve zamanı yendiğini hisseden her insan o büyük hazza ulaştı.

Jean-François Champollion, daha on yaşındayken bir okul gezisinde eski Mısır yazıtlarının bir maketini görmüş ve o maketin üstündeki tuhaf yazıların manasını merak etmişti.

Olağanüstü bir dil yeteneği olan Champollion, henüz 16 yaşındayken Latince ve Yunancanın yanısıra altı eski Doğu dilini konuşabiliyordu.

Çocukluğunda gördüğü maketin üstündeki hiyeroglifin sırrını çözebilmek fikrine neredeyse delicesine kapılmıştı.

Üstünde hem hiyeroglif yazıyla hem de Yunancayla yazılmış bir metin bulunan ünlü Rosetta Taşı’nın kopyasını incelerken neredeyse dört bin yıldır çözülemeyen yazının sırrını çözdü.

Ve, bayıldı.

Sadece bir yazının sırrını değil ölümsüzlüğü görmüştü.

O anda hissettiği haz, sanırım, hiçbir hazla kıyaslanmayacak hatta dayanılamayacak kadar büyüktü.

İnsanın zamanı, amansız düşmanını yendiği andı o.

İnsanoğlunun varlığı, doğanın kendine bağışladığı olağanüstü bir bedensel hazla sürüyordu ama insanın yüceliğini sağlayan ve tarihin çağdan çağa ulaşan köprülerini oluşturan da bedensel hazzı bile aşan bu beyinsel hazdı.

İçine hapsedildiği, tutsağı olduğu zamanın demirden duvarlarını yıkıp sonsuzluğa uçtuğunu, ölüm gerçeğini altettiğini hissettiği o çıldırma anı.

Arşimed’i çırılçıplak sokaklara fırlatan aynı duyguydu.

Ölümlü olmanın hepimize yüklediği çaresizliğin, içten içe hepimizi huzursuzlandıran güçsüzlüğümüzün parçalandığı, zavallı bedenimizin sınırlarını yıkıp ölümsüz tanrıların katına yükseldiği büyük yırtılış.

Bu duygu, oymalı taşlardan yapılmış bir zevk piramidinin en tepesine yerleştirilen, o neredeyse acıya benzeyen büyük hazzın bile ötesine geçmez mi?

Sevişmelerimizin bize yaşattığı o kara köpüklü kayboluş anında bir lahzalığına tüm bedenimiz hayatın özü olan bir cevhere dönüşür, bir canlının ruhuna hayatın soluğunu üfleyen mucizevi gücün kudreti bir zevk halinde dolaşır tenimizde.

Damarlarımız bir elmas gibi parıldar.

Simsiyah bir ışık oluruz.

Bu zevk, bir canlıyı yaratabilmenin korkunç zevkine eşittir.

Bir canlıyı yaratmanın zevkine denk bir bedensel zevki, o canlının kaçınılmaz sonunu, ölümü yenmenin zevki geride bırakabilir ancak.

Zamana esir bir canlıyı yaratmanın hazzına eş hazzı, zamanı parçalayıp yok eden bir güce ulaşmış olmanın hazzı geçer.

Bedenimiz bir canlıyı yaratabilir ve bunun zevkine eş bir zevk duyar.

Beynimiz ise o canlının içine hapsolduğu zamanın ötesine geçebilmenin, kızıl pençeli ölümü yok etmenin zevkine ulaşır.

Beden, bir ölümlüyü yaratabilir.

Zihin, ölümsüzlüğü yaratabilir.

Hangisinin hazzı daha büyük?

Edison’un elektriği ışığa çevirdiği anı, Tolstoy’un Anna Karenina’nın son satırını yazdığı anı, Marconi’nin radyonun ilk sinyallerini aldığı anı, Wright Kardeşler’in uçaklarının uçmaya başladığı anı düşünün.

Bunların her birinde, zaman bir faninin karşısında yenilgiye uğradı.

Sevişmenin kasıklarımıza kızdırılmış kristal tozları doldurduğu o muhteşem kayboluşların zevkini herkes biliyor.

Bu, o zevkin değerini ve gücünü hiç azaltmıyor.

Ama insan, bu zevkin bile ötesine geçebilecek hazlar yaratabildiği için Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi oluyor.

Her güneş battığında, zaman o gün yaşanmış ne varsa, titrek izlerini hafızamızda bırakarak, kendisiyle birlikte alıp götürüyor.

İnsan, zamanın kendisiyle birlikte götüremediği, zamanın içine sığmayan bir şeyler yaptığında doğanın efendisi oluyor.

Sonsuzluğun içinde uçmaya başlıyor.

‘Sevişmeden bile daha zevkli’ denilen sanırım bu.

Ruhumuzdaki daha doğduğumuz andan itibaren varolan o nedensiz huzursuzluğu, bir kaçınılmazlığın içine kapatılmış olmanın açtığı görünmez yaraları geride bırakarak, bizi zamanın uğramadığı bir sahile götüren sihirli tekneyi inşa ettiğimizi fark etmemiz.

İnsanlık tarihini değiştiren Fransız Devrimi’nin önderlerinden Danton, kendi yoldaşları tarafından idama mahkum edilerek çıktığı sehpada, boynunu giyotinin bıçağına koymadan önce, o zamansız sahile daha önceden varmış olduğunun güç veren sezgisiyle cellada, ‘Kestiğin kafayı insanlara göster, o bunu hak ediyor’ diyebilmişti.

Engizisyon mahkemesinde kendi buluşlarını reddettikten sonra mahkemeden çıkarken kendini tutamayarak ‘Dünya gene de dönüyor’ diyen Galileo, yaşadığı o muhteşem zevke borcunu ödüyordu.

İnsanların yaptıkları buluşlarla, yarattıklarıyla, yazdıklarıyla eşsiz bir hazzı hayatlarına katabildiklerini düşünürseniz, insanlık tarihinin özeti diyebileceğimiz ansiklopedilerin de dünyanın bütün erotik yazılarından daha fazla hazzı içinde barındığını farkedersiniz.

Yaratıcılık tarihi bir zevk tarihidir.

Zaman, bir kayaya vuran ağır ve sert dalgalar gibi vurur bize.

Bizi eskitir.

Bizi yok eder.

Zamanın bizi yok edemediği anları anlatır işte o tarih.

Ve, sadece zamanı yenmenin hazzı, kasıklarımızda açan ateş çiçeklerinin etimizi yakan lezzetini geride bırakabilir.

O zevki geçebilecek başka da bir şey yoktur zaten.
Yazının Devamını Oku

Ey düşmanlar

30 Ekim 2005
Hep dostluğun kurallarını anlattılar bize. Hiç düşmanlığın kurallarını anlatmadılar.

Korkarım eksik kaldık biraz.

Düşmanlığı bilmeden dostluğu kim bilebilir ki.

Kimse...

Bir insanın düşmanları olmalı.

Güçlü düşmanlar.


Çadırın kapısı açılır ve Hektor’un babası Priamos, oğlunu öldüren Akhilleus’un dizlerine kapanıp ellerini öper.

‘Saygı göster tanrılara Akhilleus, bana da acı...

Yeryüzünde hiçbir ölümlü katlanmadı benim katlandığıma

Oğlumu öldürenin eline uzatıyorum yalvaran dudaklarımı.’

Bizim kısaca Aşil dediğimiz Akhilleus şaşkınlıkla bakar ihtiyar adama.

Truva’nın kralı olan bilge Priamos, Akhilleus’un, öldürdükten sonra arabasının arkasına bağlayıp yerlerde sürüye sürüye çadırına getirdiği oğlunun cesedini geriye alıp ona onurlu bir cenaze töreni yapabilmek için yalvarmaktadır.

Bunun için hayatını tehlikeye atıp düşman ordusunun karargahına gelmiştir.

‘Talihsiz adam ne acılar çekmiş yüreğin

Nasıl göze aldın buraya gelmeyi tek başına

Demirden bir yürek varmış göğsünde

Hadi gel, otur üstüne şu iskemlenin

Ko uyusun bağrımızda acılar.’

Birbirine ölümüne düşman iki insan, bir tanrıçanın oğlu olan yenilmez Akhilleus ile kahraman Hektor’un babası Priamos, biri oğlu diğeri bir gün önce öldürülmüş en yakın dostu için yas tutarken karşılıklı oturup yemek yerler.

Homeros’un Truva Savaşlarını anlatan İlyada Destanı’ndan yapılan filmde, bu sahneyi hafifçe değiştirmişler, orada Priamos başka bir cümle söylüyor.

- Düşmanlarına saygı göster Akhilleus.

İnsanlık tarihinin bu en büyük destanı, sağlam dostlukların olduğu kadar hatta belki de daha fazla soylu düşmanlıkların şiirini söyler.

Birbirlerinden nefret eden, parçalamak, yok etmek isteyen insanların birbirlerine nasıl saygı gösterdiğini anlatır.

Bu destanı okuduğunuzda şunu düşünürsünüz.

Bir insanın düşmanları olmalı.

Güçlü düşmanları.

Çekineceği, korkacağı ama aynı zamanda saygı duyup öyle bir düşmana sahip olmakla övünebileceği düşmanları.

Dostluğun kurallarını öğretirler bize hep, bütün çocukluğumuz onları dinlemekle geçer.

Sadakati, bağlılığı, dürüstlüğü, destek olmayı, en zor yerde bile dostunu satmamayı, gerektiğinde kendini feda etmeyi...

Ama düşmanlığın kurallarını öğretmezler.

İyi bir düşman olmanın da kuralları var halbuki.

İyi bir düşman olamayan iyi bir dost da olamaz çünkü.

Oturup birlikte yemek yemekten hoşlanmayacağım bir düşman istemem doğrusu.

Öfkesini göstermek için kullandığı zekasının parlaklığı, içinde hakaretler de taşısa bir övgüdür benim için.

Çirkinleşmemesini, ucuzlaşmamasını, zarafetten vazgeçmemesini isterim.

Pusular kurmasın, dövüş meydanına tek başına, yüzü bana dönük ve silahlarını kuşanmış olarak gelsin isterim.

Galibiyetine kendi gücünden ve zekasından başka bir yardımcı bulmaktan utansın isterim.

Truva filminde tam da arzuladığım gibi bir sahne vardı.

Akhilleus, Truva Kalesi’nin duvarları dibinde tanrıların kendisine verdiği inanılmaz güç ve ‘bedeninden fışkıran altın ışıklarla’ Hektor’a saldırırken, Hektor’un ayağı bir taşa takılır ve Truvalıların büyük kahramanı yere düşer.

- Ayağa kalk, der Akhilleus, zaferimin bir taş tarafından gölgelenmesini istemem.

Zaferinin gölgelenmemesi için kolay galibiyetlere sırtını dönen bir düşman isterim.

Saygı duyacağım, onu bütün gazabımla cezalandırmak isterken bile onu övebileceğim bir düşman isterim.

Ve, düşmanım nasıl olsun istersem ben de öyle bir düşman olayım isterim.

Benim düşmanlığımla övünebilsin isterim.

Bir savaş meydanında ruhumuz acılarla kararmışken karşılıklı oturabilelim isterim.

Böyle bir düşman isterim.

Cesaretine, zarafetine, zekasına, gücüne saygı duyacağım bir düşman.

Hep dostluğun kurallarını anlattılar bize.

Hiç düşmanlığın kurallarını anlatmadılar.

Korkarım eksik kaldık biraz.

Düşmanlığı bilmeden dostluğu kim bilebilir ki.

Kimse...

Bir insanın düşmanları olmalı.

Güçlü düşmanlar.

Kendi düşmanlarımı kendim seçebilmek isterdim.

Ama genellikle düşmanlarımız bizi seçiyor ve düşmanlık biçimleriyle bizi utandırıyorlar.

‘Böyle bir düşmanı mı hak ediyorum ben’ diye soruyoruz kendimize.

‘Hektor’un Akhilleus gibi bir düşmanı varken niye benim böyle bir düşmanım var?’

Priamos’la Akhilleus, bir savaş meydanında birbirlerinden nefret ederek ve saygı duyarak karşılıklı oturuyorlar da ortada ne bir savaş, ne bir kahraman cenazesi olmadığı halde biz düşmanlarımızla aynı masaya oturamıyoruz.

Neden zekanın gümüşten kargısıyla değil de, ahmaklığın küt sopasıyla saldırıyoruz.

Belki de kötü düşmanlıkların nedeni bu...

Belki de keskin silahlarla dövüşenler saygı duyuyorlar birbirlerine.

Sopalarla saldıranların ne düşmanlığa ne de dostluğa gücü yetiyor.

Hep o çocukluğumda dinlediğim hikayeyi hatırlarım ben düşmanlık dendiğinde.

Truva Savaşı’ndan ve Homeros’tan binlerce yıl sonra Almanya Fransa’ya savaş ilan ettiğinde Alman büyükelçisi ülkesinin düşmanına gelip ‘savaşın başladığını’ resmen bildirmişti.

Resmi açıklamasını bitirdikten sonra,

- Madam nasıllar ekselansları, diyerek cumhurbaşkanının eşine hürmetlerini sunmuştu.

İnsanlık tarihi bir düşmanlık tarihidir.

Tanrı yarattığı iki kardeşi birbirine düşman ederek başlattı insanlığı, aynı anadan doğan Habil’le Kabil ilk düşmanlar oldular.

Homeros’un destanlarında tanrılar bile düşmandır birbirine.

Ama bütün bu kine, nefrete, şiddete rağmen düşmanlıklarıyla yücelenler de çıkmıştır bu kanlı ve karmaşık tarihin içinden.

İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortalık yerinde iki general, birbirinin yeteneğine saygı duyan iki askeri deha, Rommel’le Montgomery Kuzey Afrika’da Priamos’la Akhilleus gibi buluşup yemek yiyebilmişlerdi.

Birbirlerinin bilgisine, yeteneğine, yaratıcılığına ve cesaretine saygı duyuyorlardı.

Sadece düşman değil aynı zamanda rakiptiler.

Ama bir savaşın ortasında buluşabildiler.

Buluştukları için tarihe geçmediler, tarihe geçecek çapta askerler oldukları için savaş sürerken bir yemek masasının başına birlikte oturdular.

Birbirlerine saygı duydular ve tarih onlara saygı duydu.

Birbirlerinin düşmanlığıyla övündüler ve dostları kadar düşmanlarının da kendileriyle övünebileceği askerlerdi.

Bir insanın düşmanları olmalı.

Güçlü düşmanları.

Saygı duyacağı düşmanları.

Hayatını, bir destanın küçücük bir paragrafı haline çevirmeye yardım edecek düşmanları.

İyi dostları olanlara imrenmem.

İyi dostlarım var benim de.

İyi düşmanları olanlar ise her zaman hayranlığımı, gıpta dolu kıskançlığımı kazanmıştır.

İyi düşman bulmak zor çünkü.

Yüceltir insanı iyi düşmanlar.
Yazının Devamını Oku

Cami ışıklarına bakan çocuk...

23 Ekim 2005
Sonra büyüdüm.<br><br>İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim. O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.



Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.

Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.

Hálá o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.

Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.

Babamın kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.

Evimizin hemen karşısındaki küçük cami.

Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ‘allah umme salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet...

Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur.

Allah’ı çok sevmiştim.

Ondan benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümsediğini düşünürdüm.

Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.

Ama beni sevmesini isterdim.

İlk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.

O, beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.

Biz dede-torun değildik.

Beni sevmiyordu.

Kötü bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar çektirecekti.

Ben ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.

Çok korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.

Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.

Din hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.

Sonra büyüdüm.

İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.

O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.

Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.

Yirmili yaşlarımda Ankara’da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inançlı insanlar’ grubuyla karşılaşmıştık.

Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.

Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra ‘inancı’ bulmuştu.

Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa, beni ‘doğru yola’ getirmek için uğraşırdı.

Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.

Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.

O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.

Dindarları sevdim.

İnançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.

Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.

Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı.

Onlara saygı göstermeyi öğrendim.

Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.

Zor günlerde bir ‘inançsıza’ bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.

Din hakkında düşünmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.

Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm.

İçinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim.

Dindar olmadım, inançlı olmadım.

Hálá da değilim.

Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde.

Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.

Tanrı’yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.

Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.

Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.

Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’ şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inançsızlara’ öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları ‘onunla’ arama sokmuyorum.

Tanrı’dan bir beklentim yok.

Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.

Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de.

Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce ‘başkaları için kötülük düşündün mü’ diye soracak bir tanrı.

Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.

Affetmezse de gücenmeyeceğim.

Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.

Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.

O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.

Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.

Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.

Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Seni görmeden öleceğim

16 Ekim 2005
Bir daha görmeden ölmüştük işte.Hep bunu söylerdik, isterdik ki biz ölmeden önce gelsinler, ince, çocuksu bir yakarıştı bu, kasketi külhan, sesi bitirim, yalnız bir çocuğun meydan okuyuşunun ardına saklı bir yakarış.Biz onunla birlikte, onun sesinden seslenirdik sevdiğimiz kadınlara.‘Sevdiğim sensin’ derdik. Hiç ses yok, ardıç ağaçları, kahverengileşmeye başlamış ölü yaprak yığınları, dümdüz uzayan lükstrumlar, içinde bir iki ölgün nilüferin yüzdüğü solgun havuz, aniden havalanarak kanat sesleriyle sessizliği bozan simsiyah bir karga, donmuş hareketlerinin içinde canlanmak ister gibi duran kederli heykeller, çakıllı bahçe, yollarında belli belirsiz duyulan ince /images/100/0x0/55eab5cef018fbb8f891c2b6çıtırtı.

Birden bir ölüm haberi.

Attila İlhan ölmüş.

Sessizlik aynalar gibi kırıla kırıla büyüyor.

O kadar çok insan ölüyor ki aynı anda.

Ben ölüyorum, gençliğim ölüyor, onun şiirlerini okuduğum kadınlar ölüyor, onun şiirlerini bana okuyanlar ölüyor, onun şiirleriyle düşündüklerim ölüyor.

Bir sonbahar gibi ölüyoruz.

İçime insanlar dökülüyor, sessizlik dökülüyor, şiirler dökülüyor.

Yan yatmış kasketiyle şiirlerine benzerdi, uzaktan görmüştüm, madeni çakıntılı ekranlarda sesini duymuştum.

Fikirleri bana yabancıydı.

Ama duyguları...

Duyguları, kasketini yan giymiş, meydan okuyan kırgın bir çocuk gibiydi.

Canı yanan, yalnız, yağmurlara dağılmış ama hep meydan okuyan bir çocuk.

Gizli randevulara gider, vurulur, terk edilir, olmayan kadınları sever, yanlış hayatlar yaşar, kederlenir, gemilerle yalnız yolculuklara çıkardı.

Ölüme dokunduğunda, ölümü değil bir daha görmeyeceği kadını düşünürdü.



seni görmeden öleceğim

bir daha görmeden

inge bruckhart

zaten kaç yıldır yaşamıyorum



Bitirim bir çocuktu o.

Kasketini yan giyerdi.

Sansaryan hanında işkence görür, ıslık çalardı.

Ölmüştü.

Heykellerin durduğu bu sessiz bahçede duymuştum öldüğünü.

Bir çocuk ölmüştü.

Yağmurlu vakitlerde herkesin gençliğine giren külhan sesli yalnız bir çocuk, yalnızlığından yakınırken kalabalıklaşan, eflatun gözlü kadınları seven bir çocuk.



benim bu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor

kendimi yerden yere vuruşumu, içimdeki zehiri

bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor

odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar

sen o çocuk değilsin sen artık çocuk değilsin



Ben onu kendi çocukluğumu sever gibi sevdim, o kederli gecelerimi, yağmurla ağırlaşan akşamüstlerimi, yalnızlığımı sever gibi sevdim.

O, onu okuyan herkesin çocuğuydu.

Onu okuyan herkes onun çocuğuydu.

Kederli çocuklar kalabalığıydık, ‘kaptan’ oydu, kızlar ‘Turgut itine’ giderdi, biz vurulurduk.

Islık çalardık biz, öyle kederliydik ki kendi ıslıklarımızı bile taşıyamazdık.

Ölmüştü.

Biz ölmüştük.

Bütün kederli çocuklar ölmüştü.

Bizi terk eden bütün kadınlar ölmüştü.



seni görmeden öleceğim

bir daha görmeden



Bir daha görmeden ölmüştük işte.

Hep bunu söylerdik, isterdik ki biz ölmeden önce gelsinler, ince, çocuksu bir yakarıştı bu, kasketi külhan, sesi bitirim, yalnız bir çocuğun meydan okuyuşunun ardına saklı bir yakarış.

Biz onunla birlikte, onun sesinden seslenirdik sevdiğimiz kadınlara.

‘Sevdiğim sensin’ derdik.

Biz kederli çocuklardık.

‘Kaptanımız’ oydu.

Sevilmeyen, kederli çocuklar senfonisiydik biz.

O ölmüştü.

Sessizliğin bir ayna gibi kırılarak çoğaldığı bu sessiz bahçede sessizce çalan o senfoninin son bölümüydü.

Kaptandan, kendimizden, çocukluğumuzdan, sevdiğimiz kadınlardan bir ayrılış.



insan bir akşamüstü ansızın yorulur

tutsak ustura ağzında yaşamaktan

kimi zaman ellerini kırar tutkusu

birkaç hayat çıkarır yaşamasından



Lükstrumların kenarında kül rengi iki serçe duruyor.

Gökyüzünde huzursuz küçük bulutlar...

Ölüm haberi insanı yalnızlaştırıyor.

Yanık yaprak dumanı gibi bir ıssızlık yayılıyor.

Bir bahçe sandalyesine oturdum, sağlam, tahta bir sandalye.

Sırtımı dayadım.

Ayaklarımı çimenlerin üstüne uzattım.

Ardıç ağaçlarının diplerinde ince sonbahar nemiyle ıslanmış kızıl damarlı ölü yapraklar.

Çocuğumuz ölmüştü, çocukluğumuz ölmüştü, ıssız bahçeler gibi ıssızlaşmıştık, sevdiğimiz kadınlara onları hep sevdiğimizi söyleyen sesimiz, o külhan halimiz, bıçkın yakarışımız ölmüştü.



yanılmış bir kapıyım simsiyah

kendi üstüme kapanıyorum



Solgun nilüferlere baktım.

Ardıç ağaçlarına, yaprak birikintilerine, bir taştan doğup bir taşa hapsolan heykellere.

Kendime, geçmişime, unutulmuş bir bahçede bırakılmış bir heykel gibi sessiz gençliğime baktım.

Bir çocuk ölmüştü.

Biz kederli çocuklar kalabalığı ölmüştük.

Bir sonbahar gibi ölmüştük.
Yazının Devamını Oku