Morant otuz beş yaşındayken, Güney Afrika’daki altın madenlerine el koymak isteyen İngilizlerle oraya daha önceden yerleşmiş Hollanda asıllı beyaz çiftçiler olan ‘Boer’ler arasında yüzyılın ilk savaşı başladı.
Kendini hálá İngiliz hisseden birçok Avustralyalıyla birlikte savaşa gönüllü yazıldı.
Güney Afrika’ya gönderildi.
Kişiliğini oluşturan o tuhaf karışım, salonlara alışkın zarafetiyle, neredeyse hiçbir şeyden korkmayan ürkütücü cesareti kısa zamanda üstlerinin ilgisini çekti.
Onbaşılıktan teğmenliğe çok hızlı yükseldi.
Savaş ise o sıralarda daha önceden bilinen tüm kuralları altüst eden bir biçimde gelişiyordu.
27 Şubat 1902...
Sabah saat beşte, güneş Güney Afrika savanlarının üzerine doğarken İngiliz ordusunun Avustralya asıllı iki subayı, Teğmen Morant ile Teğmen Handcock, çimenlerin üzerine yan yana konulmuş iki iskemleye oturtuldular.
Elleri arkalarından bağlandı.
Siyah bir bezle gözlerinin kapatılması önerisini reddettiler.
İdam mangası silahlarını doğrulttu.
Namluya kurşun süren mekanizmaların şakırtısı duyuldu.
Manga komutanı ‘ateş’ emrini vermeden önce Teğmen Morant haykırdı:
- İyi nişan alın orospu çocukları... Yüzünüze gözünüze bulaştırmayın bu işi.
Bu onun kısa ömründe söylediği son sözler oldu.
Silahlar patladı.
İki teğmen göğüslerine saplanan mermilerin şiddetiyle sırtüstü devrildiler.
Bir gece önce askeri marangozların, onların hücresinin hemen önünde, çekiç seslerini onlara dinleterek yaptığı iki kaba tabuta konup, aynı mezara üst üste gömüldüler.
İyi yetişmiş bir şairin barbar bir katile, ünlü bir generalin ahlaksız bir yalancıya dönüştüğü askeri bir trajedi iki ölüyle bitmişti.
Milyonlarca insanın öldüğü çarpışmaların yaşandığı, geçen yüzyılın ilk büyük çatışması olan Boer Savaşı’nda gerçekleşen bu olay, ‘savaşın insan ruhunda yarattığı tahribat, onur ve askerlik, ast-üst ilişkilerindeki savaşta ortaya çıkan kaygan belirsizlik, gizli emirler ve yalan, savaş ve cinayet’ gibi birçok tartışmanın en önemli örneklerinden biri olarak uzun süre konuşuldu, hakkında araştırmalar yapıldı, romanlar, piyesler yazıldı, filmler çekildi.
Bir şafak vakti kurşuna dizilen Henry Harbord ‘Breaker’ Morant tam bir efsaneye dönüştü.
Doğrusu, karmakarışık hayatı, çelişkili kişiliği, yetenekleri, cesareti, vahşeti ve daha sonra kitaplaştırılan şiirleriyle bir efsane olmayı da hak ediyordu.
Amiral Sir George Digby Morant’ın, babası tarafından kabul edilmeyen gayrimeşru çocuğuydu.
Hem yazar, hem asker, hem ünlü bir avcı, hem de çok tanınmış bir at yarışçısı olan İskoçyalı bir aristokrat tarafından yetiştirildi.
Genç yaşta kendisi de birçok yarışa katılıp parlak başarılar kazandı.
Yirmi yaşlarında Avustralya’ya göç etmeye karar verdi.
Avustralya, onun huzursuz ve maceracı ruhu için uygun bir yerdi.
Kısa zamanda kibar salonlarındaki kadınları etkileyen zarif bir çapkın, parlak bir şair, şaşırtıcı bir ayyaş, cesur bir süvari olarak ün kazandı.
En ele geçmez kadınların bile başını döndürebiliyor, en vahşi atları bile eğitebiliyor, salaş meyhanelerde en dirençli içkicileri bile sarhoş edip ayakta kalabiliyordu.
Morant otuz beş yaşındayken, Güney Afrika’daki altın madenlerine el koymak isteyen İngilizlerle oraya daha önceden yerleşmiş Hollanda asıllı beyaz çiftçiler olan ‘Boer’ler arasında yüzyılın ilk savaşı başladı.
Kendini hálá İngiliz hisseden birçok Avustralyalıyla birlikte savaşa gönüllü yazıldı.
Güney Afrika’ya gönderildi.
Kişiliğini oluşturan o tuhaf karışım, salonlara alışkın zarafetiyle, neredeyse hiçbir şeyden korkmayan ürkütücü cesareti kısa zamanda üstlerinin ilgisini çekti.
Onbaşılıktan teğmenliğe çok hızlı yükseldi.
Savaş ise o sıralarda daha önceden bilinen tüm kuralları altüst eden bir biçimde gelişiyordu.
Çok iyi nişancı olan ve bölgeyi çok iyi tanıyan Boerler bir gerilla savaşı yürütüyorlar, küçük gruplar halinde saldırıp, yetenekli komutanları sayesinde İngilizleri ardı ardına yenilgiye uğratıyorlardı.
Bazen İngiliz birliklerine İngiliz askerlerinin üniformalarını giyerek, bazen beyaz bayrakla yaklaşıp aniden saldırıyorlar, yakaladıkları askerleri insafsızca, kimi zaman işkenceyle öldürüyorlardı.
İngiliz Ordusu’nun komutanı Lord Kitchener’ın emriyle Bushveld Carbineers isimli özel bir birlik oluşturuldu.
Bu birliktekiler Boerlerle ‘Boer’ gibi dövüşeceklerdi.
İngilizler kendi gerilla birliklerini oluşturuyorlardı.
Bir İngiliz üniformasıyla ele geçen her Boer, yakalandığı yerde öldürülecekti.
Morant bu birliğe atandı.
Birliğin komutanı Yüzbaşı Hunt, Morant’ın çok yakın dostuydu, iki kız kardeşe birlikte aşık olmuşlardı.
Lord Kitchener, birliğe bir de Yüzbaşı Alfred Taylor isimli ‘özel’ bir istihbarat subayı göndermişti.
Yüzbaşı Taylor, davranışlarında neredeyse tümüyle özgürdü, ‘bölge halkının dilini iyi konuşuyor’ ve savaş alanının dışında da istediği zaman adam öldürebiliyordu.
Bölge halkı Taylor’a ‘Bulala’ adını takmıştı.
‘Bulala’ yerli dilinde ‘ölüm’ demekti.
Bu özel birlik çok başarılı oldu.
Boerlere destek olan halkı sindiriyorlar, Boer savaşçılarını pusuya düşürüp öldürüyorlardı.
Savaş gittikçe şiddetleniyordu.
Birliğin komutanı olan Yüzbaşı Hunt bir gün karargaha gidip Lord Kitchener’la konuştuktan sonra geri döndüğünde subaylarına ‘Lord Kitchener’ın esir alınmaması, yakalanan her Boer’in hemen öldürülmesi için emir verdiğini’ söylemişti.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Morant’ın dostu Yüzbaşı Hunt bir pusuya düşürüldü.
Boerler yüzbaşıyı öldürdüler.
Yüzbaşının cesedi bulunduğunda kulaklarının, burnunun ve erkeklik organının kesilmiş olduğu görüldü.
Morant tam anlamıyla çılgına dönmüştü.
İntikam almak istiyordu.
Yüzbaşıyı öldürenlerin peşine düştü.
Çatışmalar sırasında bir Boer esir alındı, Morant ‘esirin kurşuna dizilmesini’ emretti, karşı çıkan diğer subaylara ise Lord Kitchener’ın emrini hatırlattı.
- Esir almak yok.
Boer kurşuna dizildi.
Geniş ovalar, kızıl çizgili lacivert akşamüstleri, yıldız sağanaklarıyla dolu geceler hakkında şiirler yazan ‘iyi yetişmiş’ şair bir barbara dönüşüyordu.
Kısa bir süre sonra bir çatışmada sekiz Boer’i daha yakalayıp kampa getirdiler.
Esirler bir kenarda beklerken, bölgede dolaşan Alman asıllı bir papaz kampa ziyarete geldi. Morant, papaza ‘esirlerle konuşmamasını’ söyledi ama papaz bu emri dinlemedi ve kamptan ayrılmadan önce esirlerle konuştu.
Ertesi gün kampın biraz ilerisinde papazın vurulmuş cesedi bulundu.
Aynı gün Morant sekiz esiri de idam ettirdi.
Ardından büyük bir saldırı düzenleyerek Boerlerin en önemli komutanlarından birini yakalayıp genel karargaha gönderdi, bu başarısından dolayı ‘özel bir teşekkürle’ ödüllendirildi.
Ama yaklaşık bir ay sonra birden her şey değişti.
Almanya, Alman papazı öldürenlerin cezalandırılması için baskı yapmaya başlamıştı, İngiliz kamuoyunda savaş ‘yöntemi’ konusunda tartışmalar hızlanmış, Lord Kitchener da sorgulanır hale gelmişti.
Ani bir emirle Teğmen Morant, Teğmen Handcock ve Teğmen Witton tutuklandılar, birlikleri dağıtıldı ve ‘divan-ı harbe’ çıkarıldılar.
Bu üç Avustralyalı teğmenin İngiliz komutanları ‘gerek görülmediği’ için suçlanmadı.
Üç Avustralyalı teğmenin avukatı, ‘öldürme emrini Lord Kitchener’ın verdiğini’ söylüyordu ama onu dinlemediler bile.
İngiliz ordusu, olayın ‘lokal’ olduğunu açıkladı.
Olayın ‘lokal’ olduğunun kanıtlanması için de bu ‘lokal’ olayın ‘sorumlularının’ cezalandırılması gerekiyordu.
Morant mahkemede kendisine ordunun ve savaşın kurallarını hatırlatan mahkeme reisine, ‘Bizim savaşta bir tek kuralımız vardır, o da üç-sıfır-üçtür’ diye bağırdı.
‘3-0-3’, İngiliz tüfeklerinin üzerinde yazan numaraydı.
Tam da söylediği kurala uygun olarak ‘3-0-3’lerle vurularak öldürülmesine karar verdi mahkeme. Üç teğmenin en genci olan Witton’un cezası ise müebbede çevrildi.
İstihbarat subayı Yüzbaşı ‘Ölüm’, ceza almadan kurtuldu.
İdamdan bir gece önce istihbarat yüzbaşısı Morant’ın hücresine gelerek onu kaçırmayı önerdi.
- Sana bir at ayarlarım, nöbetçiler de seni seviyor, buradan gidersin.
- Sonra ne yapacağım?
- Dünyayı dolaşırsın.
- Ben dünyayı zaten dolaştım, dedi Morant.
Ertesi sabah kurşuna dizildi.
İngiliz ordusu ‘divan-ı harbin’ tutanaklarını yüz yıl sonra açıklayacağını söylemesine rağmen bu tutanaklar yüz yıl sonra bile açıklanmadı. Bir süre hapiste yattıktan sonra serbest bırakılan Teğmen Witton ise ‘İmparatorluğun Günah Keçileri’ diye bir kitap yazarak olayı dünyaya duyurdu.
Resmi kayıtlarda ise Teğmen Morant ‘ordusunu utandıran onursuz bir katil’, Lord Kitchener ise başarılı ve sert komutan olarak yer aldı.
‘Lokal’ bir olay, idam mangasının tüfek sesleriyle ebediyen kapanmıştı.