Zerrin DAĞCI
Londra'nın en huzurlu bölgesi : Cotswolds
Londra’daysanız ve şehir dışında da zaman geçirmek istiyorsanız, Cotswolds’a gidip masal aleminde bir gün geçirmelisiniz. Kireç taşından yapılmış birbirinden güzel evleri, koyunlarından elde edilen ünlü Cotswolds yünü ve her köyde rastlanan antikacılarıyla burası turistlerin en uğrak noktası... İşte Cotswolds gezi rehberi...
Cotswolds, İngiltere’de engebeli bir arazide yer alıyor. Hava kirliliği olmasın diye bölgeye tren yok. Otobüsle ya da özel arabayla gidilebilir. Otobüslerin hepsi Victoria Coach Station’dan kalkıyor. Ben rehberli bir tura katıldım ve sabah Londra’dan 8.30’da yola çıktık.
Bölge yılın her mevsiminde güzel. Ben Aralık sonunda, Noel’den hemen önce gittim, köyler çok güzel ve ışıl ışıldı.
Londra’dan sisli bir havada ayrılmıştık. Otoyol yerine, normal yoldan gittiğimiz için yol boyunca küçük yerleşim yerlerinin çok yakınından geçtik. Köyler arasında dolaşırken sisin izin verdiği kadar, küçük sevimli evleri ve meralarda serbestçe dolaşan koyunları gördük. İçimden sisin kalkması için dua ettim.
Hâlâ, yeşilliğini koruyan tarlaların arasından kıvrılarak devam eden yolda, üç saate yakın bir süre gittikten sonra bölgedeki ilk durağımız olan Burford köyüne geldik. Dualarım kabul olmuştu, köye yaklaşırken sis kalktı. Otobüsümüz High Street’ten Priory Lane’e dönüp park etti. Biz de hemen köyü keşfe çıktık.
Forbes dergisi tarafından 2010 yılında Avrupa’da yaşanacak 6. güzel yer seçilen Burford’a bir yokuş başından inerek giriliyor. Yokuş başına sırtınızı verdiğinizde, ana cadde "High Street" ve köyün tamamı karşınızdadır. Bir süre orada durup güzel manzarayı sindirerek bakmak iyi geliyor. Güzelim kireç taşlı binalar caddenin iki tarafında dizilmiş masalsı bir görüntü içindeler. Yol, Windrush nehri üzerinden geçen ve 1791’de yapılan taş köprüye doğru hafif bir meyille devam ediyor. Köprü çok dar, trafik ışıklarıyla tek yönlü geçiş veriliyor. Tabii bu arada yayalara saygı sonsuz, hemen durup yol veriyorlar.
Köyde ahşap malzemelerle yapılmış ürünler satan çeşitli mağazalar var. Bana göre en ilginci Oxford Brush Company. Ahşap saplı, küçüklü büyüklü, çeşit çeşit fırçalar turistlerin ilgi odağı. Dünyanın hiçbir yerinde sadece fırça satan bir mağaza görmemiştim. “The Cook Shop”da da birbirinden sevimli, oyuncakları andıran mutfak gereçleri var. Yemek kurslarına da başlayacaklarmış.
Köyde turistik eşya, el sanatları, seramik mutfak gereçleri satan dükkânların yanı sıra, birbirinden sevimli kafe ve restoranlar var. Bir yere uğrayıp kahve içecek kadar zamanımız olmadığı için, biz de bol bol fotoğraf çektik. Bu köyün bir özelliği de evlere isim verilmesi. Wysdom Cottage, Westfarthing Cottage, Murton Cottage benim gördüklerimden birkaçı.
Bibury
19. yüzyıl İngiliz yazar, şair ve tekstil tasarımcısı William Morris’e göre İngiltere'nin en güzel köyüdür. Güzellik bir yana masalsı bir hava var bu köyde. Sanki evlerden Sindrella, ya da Hansel ve Gretel kardeşler çıkıverecekmiş hissine kapılıyorsunuz.
19. yüzyıl İngiliz yazar, şair ve tekstil tasarımcısı William Morris’e göre İngiltere'nin en güzel köyüdür. Güzellik bir yana masalsı bir hava var bu köyde. Sanki evlerden Sindrella, ya da Hansel ve Gretel kardeşler çıkıverecekmiş hissine kapılıyorsunuz.
Bibury, Thames Nehri’nin bir kolu olan Colns nehri kıyısında. Aralık ayına rağmen nehir kıyısı yemyeşildi, sular sakin sakin akıyordu. Yaklaşık kırk kişilik grubumuz, bu güzel evlerin fotoğraflarını, içinde oturanların mahremiyetine saygı duyarak çektik.
Otomobil devi Henry Ford, 1930’da Avrupa’da yaşayan atalarının evlerini göstermek için Arlington Row’u satın almak ister. Ancak, evler National Trust’un koruması altında olduğundan satın alma işi gerçekleşmez. Bunun üzerine, Chedworth’daki,1620’lerde yapılan “Rose Cottage” i İngiltere dışına çıkartma izniyle beraber satın alır.
Bölge uzmanları tarafından binanın taşları tek tek sökülür. Sökülen taşlar numaralandırılır ve Michigan eyaletine önce gemi sonra da trenle yola çıkar. Detroit’e ulaştığında, gönüllü olarak çalışan İngiliz mimarların katkısıyla tekrar birleştirilir ve Rose Cottage Henry Ford Müzesi’nde yerini alır.
Köyün ilgi çeken yerlerinden olan Arlington Mill, 1638’den itibaren değirmen olarak kullanılmış, sonra müze olmuş, şimdi ise renovasyon nedeniyle kapalı, dolayısıyla içine giremedik.
17. yüzyıldan kalma The Swan Hotel, Colns Nehri kıyısında, Bibury’nin tam kalbinde yer alıyor. Ödüllü lokantası, kaliteli şarapları ve göz kamaştıran salon ve odalarıyla dikkat çekmekte. Bu otelin lokantalarında, tur şirketlerinin rezervasyonu nedeniyle çok zor yer bulunuyormuş. Arabayla gelenler yer olmadığı için başka bir lokantaya gitmek zorunda kaldılar.
Biz ve bir başka turist grubu için şömineli salon ayrılmıştı. Yemeğe sebze çorbası ile başladık. Ana mönü tabii ki alabalıktı, balıklar da değirmenin yanındaki alabalık çiftliğinden getirtilmişti. Yemeğimiz meyve salatası ve kahveyle sonlandı. Yemekten sonra otelin önündeki parkta ve nehir kıyısında yürüyüş yaptık.
Balık yönünden bir hayli zengin olan Windrush Nehri üzerinde fazla yüksek olmayan kemerli pek çok köprü var. Köprüler birbirine çok yakın, nehir yatağı da dümdüz olunca, bir köprünün üzerindeyken diğer köprüleri görebiliyorsunuz. En eski köprü 1654’te, en yenisi de 1953’te yapılmış. Aklıma bir zamanlar izlediğim “Bridges of the Madison County” filmi geldi. Belki bir gün burada da böyle bir film çekilir diye düşündüm.
Bu köyün parfümleri de çok meşhur. 1966 yılında kurulan parfüm atölyesi olan The Cotswold Perfumery’yi (en büyüğü buymuş) sora sora bulduk. İçeri girince peşinize düşmüyorlar, ısrar da yok, rahatça gezebiliyorsunuz. Bütün testerları deneyebilirmişiz. Biz de öyle yaptık. Damla hesabı yaparak kendi parfümünüzü imal edebiliyorsunuz. Bu dükkânın yapımı olan 116 çeşit parfüm, farklı isimlerle başta İngiltere olmak üzere Rusya, Orta Doğu ülkeleri ve ABD’de satılıyormuş. isterseniz parfüm yapım teknikleri dersleri de alabiliyorsunuz.
Bir evin duvarında, gelip geçenleri gülümsetmek ve ilgi çekmek için olmalı, “On this Site September, 5, 1782, Nothing Happened” yazısı bile var. Bu yazı gerçekten de hepimizi gülümsetti.
Stow on the Wold
Bölgede gittiğimiz son köy Stow-on-the-Wold’du. Artık birazcık yorulmuştuk. Köyde 1400'lü yıllarda yün üretilmeye başlanmış. Evleri 16. yüzyıldan kalma olan köy, büyük bir meydan (Market Square) etrafında kurulmuş. Meydanda ilk dikkatimizi çeken şey dar geçitler oldu. Bu geçitler, yüzyıllar önce koyun sürülerinin bu meydana kolayca çıkması için yapılmışlar.
Bölgede gittiğimiz son köy Stow-on-the-Wold’du. Artık birazcık yorulmuştuk. Köyde 1400'lü yıllarda yün üretilmeye başlanmış. Evleri 16. yüzyıldan kalma olan köy, büyük bir meydan (Market Square) etrafında kurulmuş. Meydanda ilk dikkatimizi çeken şey dar geçitler oldu. Bu geçitler, yüzyıllar önce koyun sürülerinin bu meydana kolayca çıkması için yapılmışlar.
Cotswolds’da harç kullanılmadan örülen duvarları çok meşhur ama en güzel duvarlar Stow-on-the-Wold’da olanlar. Herkes el sürüp dilek diledi, ben de geri kalmadım tabii ki. Duvarların temeli 2 ft (60.96 cm) genişliğinde, yukarı doğru daralıyor, 14 inç (35.56 cm) olarak bitiyor.
Köyün meydanına bakan pek çok dükkân ve kafe bulunmakta. Yarım saatlik serbest zamanda Lucy’s Tea Room’da kahve molası verdim. Sokağa doğru çıkıntı yapmış, üzeri kar taneleri çıkartmalarıyla kaplı penceresi, thonet sandalyeleriyle dikkatimi çekmişti. İçeri girince de pişman olmadım. Burası kadınlar tarafından işletilen bir “tea room”. Kahve ve kurabiye konusunda da seçenek çok fazla.
Daha sonra karşıya geçip İngiltere’nin, belki de Avrupa’nın, halen kullanılan en eski hanı ve pubı olan Porch House’ı gördük. Yemeğimizi yemiş, kahvelerimizi içmiştik. Bu nedenle, içeri şöyle bir girip çıktık. Belki oturmadığımız içindir, fotoğraf çektirmediler. Biz de dışarıdan çektik. MS 947’de yapılmış. Halen aynı amaçla kullanılıyor olması güzel bir şey. Bu publa ilgili pek çok hayalet hikâyesi de var.
Son durağımız Market Square’in hemen arkasındaki St. Edward’s Church. Kilisenin bahçesindeki en yenisi 200 yıllık olan üzeri yosun tutmuş mezarların arasından geçip içeri girdik. İçerde Noel öncesi olduğu için, kocaman süslü bir çam ağacı vardı. Köyde yaşayan kadınlar kiliseye yardım amacıyla yaptıkları pastaları bir masanın üzerine yerleştirmiş, satıyorlardı. Pastalara bizim grup ilgi göstermedi. Rehberimiz 10 Temmuz 2002’de The Who grubunun bas gitaristi John Entwistle’in cenaze töreninin burada yapıldığını anlattı.
Esas sürpriz kilisenin arkasındaki kuzey kapısındaydı. Yaklaşık beş yüz yıllık devasa iki porsuk ağacı var. Kapının sağında ve solunda adeta bekçi gibi duran bu ağaçlar o kadar büyümüş ve gelişmiş ki adeta kapının bir parçası olmuşlar. Bu kapının, J.R.R. Tolkien’in 'Yüzüklerin Efendisi' adlı eserindeki Moria Kapısına ilham verdiği söyleniyor.
Cotswold, Türkiye’de çok fazla bilinmiyor. ‘Yeni rotam orası’ dediğimde herkes ‘Cotswolds da neresi ola ki’ şeklinde cevap verdi. Gitmeden önce internette epeyce araştırma yapmıştım. Bunun üzerine iyi bir rehberle de gezince seyahatimiz şahane oldu. Bölgedeki sükûnet, dinginlik, zamanın yavaş akması, turistlerin bile yüksek sesle konuşmadan dolaşması bizim gibi büyük şehir keşmekeşinde yaşayanlara iyi geliyor.
-Evleri çok iyi inceleyin, hepsi birer sanat eseri.
-Evler çok güzel ama fotoğraf çekerken rehberler ‘camdan içeri bakmayın, kapıları çalmayın’ şeklinde uyarılarda bulunuyorlar. Bazı turistler zile basıp ‘evinizi gezebilir miyiz’ diyorlarmış.
-Hani bir yeri tanımak için “ara sokaklarında kaybolun” derler ya, bu köylerde mümkün değil kaybolamazsınız, çünkü çok küçük yerler. Girişten bakınca köyün çıkışı görünüyor.
-Evler çok güzel ama fotoğraf çekerken rehberler ‘camdan içeri bakmayın, kapıları çalmayın’ şeklinde uyarılarda bulunuyorlar. Bazı turistler zile basıp ‘evinizi gezebilir miyiz’ diyorlarmış.
-Hani bir yeri tanımak için “ara sokaklarında kaybolun” derler ya, bu köylerde mümkün değil kaybolamazsınız, çünkü çok küçük yerler. Girişten bakınca köyün çıkışı görünüyor.