13 Ocak 2010
Altay transfer yapamıyor.
Neden?
Geçen sezon Feyyaz Uçar’ın Beşiktaş’tan getirdiği Can Erdem ve Mehmet Sedef, paralarını alamayınca kulübü Federasyon’a şikayet ettikleri için.
Altaylılar diş biliyordur şimdi Feyyaz’a.
Yok, geçen hafta kulübe teknik danışman yaptılar.
¡ ¡ ¡
KSK’nin da transfer yasağı var.
O niye?
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2009
EĞER ben, ben olsaydım; Tarık Almış Tesisleri'nin önünde, sırtından hançerlendiğin gün haykırırdım, ’’Hepimiz Levent'iz’’ diye. Ama çıkmadı sesim nedense.
Şairin dediği gibi, ’’Lal oldu dillerim de söyleyemedim.’’
Yüreğimde yanan isyan ateşi, beyin kıvrımlarının arasında söndü gitti.
Çünkü ne ben eski bendim, ne sen eski sen.
* * *
Elbette benim suskunluğum sana yapılanın büyük bir haksızlık olduğu gerçeğini değiştirmez.
Manisaspor yönetimi, daha doğrusu Başkan Kenan Yaralı, Sinan Engin'in tezgahına gelip seni harcamakla çok büyük bir ayıba imza attı.
Öyle ya da böyle, bu takımı şampiyon yapan, Sezer'i, Nizamettin'i, Ufuk'u vitrine taşıyan, Yiğit İncedemir'e, Yiğit Gökoğlan'a sahip çıkan, Erman'ı, Tufan'ı, Güven'i yeniden parlatan bir teknik adama böyle bir davranış reva görülmemeliydi.
Ama görüldü. Hem de ikinci defa.
Dört sezon önce de selefin Mustafa Denizli'nin çıkaramadığı takımı, çok daha mütevazı bütçelerle Süper Lig'e taşımış; sekiz hafta sonra da kapının önüne konmuştun.
Bu kez sekiz haftayı bile çok gördüler sana.
* * *
İşte zurnanın zırt dediği yer burası.
Televizyonda izliyoruz, gazetelerde okuyoruz; falanca okulun müdürü filanca yere atandı diye millet kıyametleri koparıyor.
Ya da ne bileyim X köyünün imamı, Y köyüne gönderildi diye cemaat ayaklanıp, müftülüğü basıyor.
Ama Manisaspor'u 7 yılda 3 kere şampiyon yapan Levent Eriş arkadan vuruluyor, bir iki cılız ses dışında kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
Taraftar, futbolcu, yönetici, personel, meslek odaları, medya hatta kendi meslek örgütü sahiplenmiyor.
Bir Allah'ın kulu çıkıp, ’’Hepimiz Levent'iz’’ diye bağırmıyor.
Neden?
* * *
İşte bu sorunun yanıtını sen vermelisin eski dostum, sen.
İnsan zaman zaman durup soluklanmalı, bir duvarın dibine çöküp hayatın muhasebesini yapmalı.
Yanlışlarını, eksiklerini, hatalarını ortaya döküp günah çıkarmalı.
Yaşananlar böyle bir hesaplaşma için fırsat olabilir.
Her şey üstüne üstüne geliyorsa, bilki sen ters gidiyorsundur.
Unutma bu sözü...
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2009
MUSTAFA Necati Uğural. Eski Bayındırlık ve İskan Bakanı. Altay Spor Kulübü'nün ilk başkanı... Hüseyin Vasıf Çınar. Eski Milli Eğitim Bakanı. Altay Spor Kulübü'nün ikinci başkanı...
Baha Esat Tekand. Eski Sanayi Bakanı. Altay Spor Kulübü'nün üçüncü başkanı.
Niyazi Konuşmaz. Eski futbolcu menajeri. Altay Spor Kulübü'nün 70. başkanı.
Bu ilginç sıralamayı yaparken amacım ne menajerlik kurumunu küçümsemek, ne de Niyazi Konuşmaz'ı incitmek. Yalnızca 95 yılda Türk futbolunda yönetici profilinin nereden nereye geldiğini anlatabilmek için verdim bu örnekleri.
Ayrıca Niyazi Konuşmaz, menajerliği döneminde, ’’futbolcu simsarı’’ olarak tanıdığımız pek çok hokkabazın aksine işini son derece düzgün yapan, ilkeli, prensipli bir isim olarak hafızalarda iz bırakmıştır. Bugün de kamp ve maç organizasyonları ile taşımacılık sektöründe dev bütçelerle çalışan ciddi bir işadamıdır.
Ancak asıl önemlisi; Niyazi Konuşmaz, Esin Özgener'in vefatıyla kapanan bir dönemin ardından, Divan Kurulu'nun muhalefetine rağmen Altay Kulübü'ne başkan seçilen ilk isimdir.
Evet, Rıdvan Burteçin ve Mazhar Zorlu'dan sonra Esin Özgener'in de aramızdan ayrılmasıyla Altay'da yıllarca tartışılan, ’’İcazet dönemi’’ sona erdi.
Geçmişte, camia dışından (hatta içinden) birinin, bu ailelerden onay almadan değil başkan, yönetici olması bile söz konusu değildi.
Tuğrul Koparan ve Burhan Bıçakçıoğlu örneğinde olduğu gibi bir iki kez esnese de, kural hiç bozulmadı.
Bu yapıyı, ’’Kulübün dışa açılmasını engelliyor. Yeni isimlerin önünü tıkıyor. Kurumsal demokrasiyi hiçe sayıyor’’ diye eleştirenler de oldu.
’’Altay'a koruma kalkanı sağlıyor. Kulübü bozacak zararlı virüslerin bünyeye girmesini önlüyor’’ diye savunanlar da.
Ama son genel kurul da gösterdi ki bu duvar artık yok.
Ve doğal yollardan yıkılan bu duvarın kalıntısı olarak görev yapan Yüksek Divan Kurulu'nun da hükmi şahsiyeti sona erdi.
Bugün gelinen noktada Altay camiasının önünde iki yol var.
Ya icazet döneminin sona erdiğini kabul ederek, ’’Yaşasın özgürlük’’ nidalarıyla tehlikeli denizlere yelken açmak.
Ya da içindeki gereksiz taşları ayıklayıp, yeni ve güçlü bir duvar örerek ’’tutucu bir geleneği’’ devam ettirmek.
Seçim sizin...
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2009
OTUZ yıldır ekmeğini spor yazarak kazanan birinin futboldan nefret etme noktasına gelmesi, anlaşılabilir bir ruh hali olmasa gerek. Ama oluyor...
Sokaklarda, statlarda, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında gördüklerim, okuduklarım yüzünden nefret ediyorum artık futboldan.
Düşünün; biri 18, diğeri 23 yaşında iki genç, maça giden taraftarların minibüsten attığı bira şişelerinden kaçmaya çalışırken motosikletle kamyonun altına giriyor, biri ölüyor, diğeri hastanede yaşam savaşı veriyor.
Aklı, mantığı, vicdanı olan herkese soruyorum; Dünyanın hangi ülkesinde insanların yaşam hakları böylesine acımasızca, böylesine insafsızca, böylesine vahşice ellerinden alınır?
Hangi çağdaş memlekette spor karşılaşmalarına elde bira şişesi, cepte hap, zulada ’’emanet’’le gidilir?
21 yıllık yaşamı eli pompalı bir caninin namlusunda noktalanan Karşıyaka sevdalısı Özgür Soylu'nun arkadaşlarına soruyorum; Her maçta, ’’Özgür ölmedi, kalbimizde yaşıyor’’ diye haykıranlar, ondan üç yaş küçük Ramazan'a nasıl kıyar?
Bu soruların yanıtı olmaz.
Dahası, enerjisini bu sorular ve bu sorunlarla tüketen bir kent adam olmaz.
Gördük işte; ’’El ele Süper Lig'e’’ masallarıyla gittiğimiz Ankara'dan yine kös kös döndük köyümüze.
Atalar boşuna dememişler, ’’Alma mazlumun ahını’’ diye.
Ama bu söz Altay'a daha çok yakışıyor.
Sen Kayseri Erciyes maçına yedeklerle çıkıp Sakarya'nın ipini çekeceksin, sonra ’’İlahi adalet’’ten söz edeceksin.
Yemezler. İnsanın ayağına böyle dolanır.
2002-2003'te Süper Lig'den düştüklerinde kahroldum. Bir hafta ağzımı bıçak açmadı.
Bu defa üzüldüm dersem yalan olur.
2003'te Bursa maçında 7 as futbolcusunu tatile gönderip Altay'ı yakan Gençlerbirliği ile Gökhan'ı, Merter'i, Şehmus'u, Burak'ı nadasa yatırıp Sakarya'yı bitiren Altay arasında ne fark var?
Ben göremiyorum.
Haaaa, bu işlere çanak tutan sistemin, önceki sezon Antalya dayanışmasıyla Altay'ın Süper Lig yolunu tıkayan Sakarya'nın suçu yok mu diyeceksiniz.
Olabilir. Ama sui misal, emsal olmaz.
Ve bilirim ki, haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.
NOT: İnternet sitelerinde göbek atan Göztepelilere de, ’’Başında zebani beklemeyen cehennem kazanı’’ fıkrasını okumalarını öneriyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2009
KIYAMETLER kopar sandım.<br><br>Üniversiteler, çevreciler, hekimler, spor adamları, sporcular, veliler ayağa kalkar zannettim. Yetkililer yetkisizler, ilgililer ilgisizler, bilenler bilmeyenler yeri göğü inletir diye bekledim.
Boru mu bu!. Yasayla belirlenmiş görevlerinden biri de sporcu sağlığını korumak olan Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'nün İzmir'deki tesisleri baz istasyonları ile donattığını ortaya çıkarmış, Hürriyet EGE'de dokuz sütun üzerine kapkara haykıran puntolarla yazmıştık: AZRAİL SPOR YAPIYOR diye.
Halt etmişiz...
Aradan onca gün geçti. Bir Allah'ın kulu aramaz mı?
Bir yetkili, bir ilgili, bir bilgili ’’Alo’’ demez mi?
Bir kişi çıkıp da, ’’Ne oluyor kardeşim?’’ diye hesap sormaz mı?
Aramaz, demez, sormaz...
Burası Türkiye...
*
Kanserojen etkisi nedeniyle Avrupa'daki spor tesislerine takılması yasakmış (mış)...
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdem Göker, ’’Tesislerde spor yapan gençlere zararlı olabilir’’ demiş (miş)...
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, ’’İnsan sağlığını olumsuz etkiler’’ görüşünden hareketle yerleşim yerlerinden uzağa taşınmasına karar vermiş (miş)...
Hikaye...
Kim dinler Yargıtay'ı, kim sallar Avrupa'yı.
Takılsın bazcıklar, gelsin paracıklar...
*
Sorumlu gazetecilik adına Gençlik ve Spor İl Müdürü Sabri Sadıklar'ı aradık. Kılıf (pardon cevap) hazır: ’’Gerekli izinleri aldık. Heyetler gelip ölçüm yaptı. Bizde sağlığa zararlı iş olmaz. Hem n'olacak canım, benim odamın üzerinde bile var!!!’’
İki gün peşinden koştuktan sonra Vali Cahit Kıraç'a konuyu ilettik, ’’İnceleriz’’ yanıtını verdi. Yargıtay'ın kararını hatırlattık, ’’Bana gelmedi’’ dedi.
*
Spor Servisi olarak oturduk, bir durum değerlendirmesi yaptık. Bundan böyle, ’’Baz istasyonu, sporcu sağlığı’’ gibi gereksiz konular yerine, ’’Guiza'nın sevgilisi, Volkan'ın arabası, Ümit Karan'ın dövmesi, Selçuk'un köfteci dükkanı’’ türünden toplumsal haberlere yoğunlaşmaya karar verdik.
Böyle başa, böyle tarak...
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2008
FUTBOLUN değişen yüzü, bu oyunun en temel unsurlarından biri olan teknik adamlara daha farklı görevler yüklüyor günümüzde. Bir bölümünü medya ile paylaştığı ’’eğitici’’ kimliği, ister istemez böyle bir yükün altına itiyor hocaları. Ve bu yüzden takımını antrene etmek, futbolcusunu maça hazırlamak, kulübün sportif başarısını planlamak gibi teknik-taktik sorumlulukların yanı sıra fair-play, etik değerler, popüler kültür, halkla ilişkiler, pazarlama gibi alanlarda da söz sahibi olmaları isteniyor.
Bu konuya nereden geldik?
Hatırlarsınız; Manisaspor Ege derbisinde Altay'la İzmir'de oynadığı maçı 37. dakikada Rafael, 84. dakikada Yiğit İncedemir'in kırmızı kart görmesiyle 9 kişi tamamladı. Ardından Kasımpaşa deplasmanında Ufukhan'ın 33. dakikada atılmasıyla 10 kişi kaldı ve berabere sonuçlanan iki karşılaşmada 4 puan kaybetti.
Tam o günlerde Levent Eriş kıyameti koparmaya başladı.
’’Adalet istiyoruz’’la başlayan cümleleri birer hançer gibi sapladı MHK'nin ve hakemlerin böğrüne.
’’Kasıt aramıyoruz ama...’’ deyip, Futbol Federasyonu'na ince mesajlar gönderdi Spil'in zirvesinden.
Haksız mıydı?
Asla... Bu üç kartın en azından ikisi tartışmalıydı. Hatta üçü de yanlıştı diyebilirsiniz. Ama konumuz bu değil.
’’Adalet istiyoruz’’ dedi ya Levent; ilahi adalet girdi devreye bu kez.
Sakarya deplasmanında 45. dakikada ev sahibi takımdan Burak'a çıktı kırmızı kart. Maç bitiminde de kalecileri Martinez kızardı. Geçen hafta Adanaspor randevusunda henüz 8. dakika dolmadan konuk takımdan Emre Aktaş kırmızıdan nasibini aldı. İki maç, üç kırmızı kart ve Manisaspor'un hanesine yazılan 6 puan.
İşte zurnanın zırt dediği yer burası.
Sakaryalı Burak ve Martinez'i bir yana bırakalım. Adanasporlu Emre Aktaş'ın gördüğü kart en az Rafael ve Ufukhan'ınki kadar tartışmaya açıktı.
Galatasaraylı Arda'ya diş geçirememenin ezikliği içindeki Fırat Aydınus'un güç gösterisinin kurbanı olan gariban Emre, Ufukhan ve Rafael kadar masum da olabilir, onlar kadar suçlu da.
Ama konumuz bu da değil. Ne yazmıştık başlarken?
’’Futbolun değişen yüzü, teknik adamlara yeni misyonlar yüklüyor.’’
O halde, Burak ve Martinez değil belki; ama en azından Emre Aktaş'a çıkan kart, Rafael, Yiğit ve Ufukhan'ın gördüğü kırmızı kadar rahatsız etmeliydi Levent'i.
Maç bitiminde kendisine uzatılan mikrofonlara, ’’Hakemler genç çocukları bu kadar kolay cezalandırmamalı. Onların görevi oyuncuyu sahadan atmak değil, sahada tutmak olmalı’’ demeli, diyebilmeliydi...
Yanlış anlaşılmasın. Levent'le hiçbir sorunum yok, olamaz da. Futbol dünyasında en sevdiğim üç-beş isimden biridir. Dahası, kardeşim gibidir. Belki de nazım geçtiği için vermek istediğim mesajın en ağır sorumluluğunu ona yükleyip günah keçisi yaptım dostumu. Burada Levent'in kişiliğinde Reha'lara, Feyyaz'lara, Turgut'lara, Mustafa'lara, Burhanettin'lere, Yüksel'lere, Altan'lara, yani mesleklerinde kalfalıktan ustalığa geçen o kuşağa seslenmek istiyorum:
Antrenörlük artık salt eşofman giyip sahaya çıkmak, 4-4-2, 4-3-1-2 gibi rakam kümelerinin içinde boğulmak, bilgisayar analizleriyle kafayı yemek değil. Bu ülkenin her alanda olduğu gibi futbolda da ezber bozan insanlara ihtiyacı var. Ne demiş Mevlana;
Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Bugün yeni şeyler söylemek lazım...
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2008
O koltuğa oturduğu günden beri başını kaşıdığını sanmıyorum. 140 kulübün, 12 bini aşkın teknik adamın, 6 binden fazla futbolcunun, 5 bine yakın hakemin sorumluluğunu almak, daha önemlisi 700-750 milyon Euro'luk bir sistemin patronu olmak elbette kolay değil.
Serin bir Çeşme gecesinde ayaklarını uzatıp, gözlerini Sakız Adası'nın ışıklarına dikmek, Can'ın derslerine yardım etmek, Cem'le oyun oynamak, ’’Ayşe, bir bardak su getirir misin lütfen’’ demek için neler verebileceğini tahmin ediyorum...
*
Ancak bu sıkıntıların hiçbiri, Mahmut Özgener'in pazartesi akşamı Altay-Karşıyaka derbisinde protokol tribünündeki yerini almasını engellememeli.
Sevgili Özgener, Mazhar Zorlu'dan 28 yıl sonra Futbol Federasyonu Başkanlığı koltuğuna oturan ilk İzmirli kimliği ile sezonun ilk büyük derbisinde o statta olmak zorunda.
İzmir futbolunun bu şova, bu morale gerçekten ihtiyacı var.
Milli maçlar, kupa finalleri ve üç büyüklerin cezalı müsabakaları dışında Alsancak ya da Atatürk Stadı'nda en son ne zaman bir Federasyon Başkanı gördüğümü hatırlamıyorum.
Bu terkedilmişliğin, bu sahipsizliğin, bu itilmişliğin sona ermesini istiyorum.
*
Bir önceki yazımda, ’’Düne kadar İzmir'i, İzmirlileri bozuk para gibi harcayanlar, Mahmut Özgener'in Federasyon, Oğuz Sarvan'ın MHK Başkanlığı koltuğunda oturduğu bir dünyada diledikleri gibi at koşturamayacaklar’’ demiştim.
Mahmut Özgener'in o maçtaki varlığı, benim gibi düşünenlerin yanılmadığını belgeleyecek.
Bağrından çıktığı Altay camiasının da, gencecik bir voleybolcu olarak formasını tertettiği Karşıyaka camiasının da gözü pazartesi akşamı protokol tribünündeki kahverengi koltukta olacak.
Bekliyoruz Sayın Başkan...
*
Bir de şu 8-1'lik Altınordu-Bucaspor maçı var kafama takılan.
Peşinen söyleyeyim, hiç kimsenin, hiçbir takımın futbolcusuna, teknik adamına kalkıp da, ’’Neden rakibini bu kadar farklı yeniyorsun’’ deme hakkı olamaz.
Ancak herşeye rağmen skor 4-1, 5-1 olduktan sonra Bucaspor'un Altınordu ağlarına giden her vuruşunda yüreğim ’’cızzz’’ etti.
Düşene vurmak gibi geldi bana...
As kalecisi ısınırken sakatlanmış, stoperi kendi kalesine iki gol atmış, moral olarak çökmüş, en önemlisi kadro olarak kendisinden hayli mütevazı bir ekibe 90+1. dakikada gol atma çabasının altında, ’’sadist’’ bir zevk yakaladım.
Bu satırlar, şampiyonlukların 1 golle kaçtığı, 1 gol yüzünden takımların küme düştüğü acımasız bir arenada kimilerine romantik gelebilir.
Olsun, yine de içime sinmedi 8 gol.
Kemal Kılıç dün yaptığı açıklamada, ’’Allah kimsenin başına vermesin’’ demiş. Hocanın jargonuna uygun bir söz var halk arasında, ’’İnsaf dinin yarısıdır’’ diye. Bence timsah gözyaşı dökeceğine, sahada gereğini yapsaydı.
Dediğim gibi, hassas bir konu. O yüzden fazla uzatmak istemiyorum.
Umarım Bucaspor aynı ’’cesur’’ ve ’’yürekli’’ futbolunu yarın Play-Off'a çıktığında kendisine denk rakipler karşısında da sergiler.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2008
FUTBOLUN sadece futbol olmadığı gerçeği kafama dank ettiği dönemlerde soğumaya başladım stadyumlardan. Spor olmaktan çıkıp, dev bir endüstriye dönüşen bu "ayak oyunu"nun "Kimler tarafından, nasıl ve ne için" oynandığına dair sorulara verdiğim ya da veremediğim her yanıt, içimdeki futbol sevgisini biraz daha köreltti.
Yöneticisinden futbolcusuna, taraftarından gazetecisine kadar sistemi oluşturan birimlerde yaşanan erozyon yüzünden bu meslek; tutkuyla, aşkla yapılan bir uğraş olmaktan çıkıp, profesyonel kalıplar içinde sürdürülen bir işe dönüştü benim için...
*
İlginçtir, tüm bu olumsuz tabloya rağmen, yine de her sezon başında bir şeylerin değiştiğini umarak koşarım sahalara. Ve her defasında hamam ve tasın eski yerlerinde durduğunu görüp, düş kırıklığına uğrarım. Bu kez de öyle oldu. TSYD’de, yani "bizim kupa"da kantara çıkan Altay’ı, Karşıyaka’yı, Manisaspor’u, Bucaspor’u izlemek için gittim Alsancak’a. Gitmez olaydım. Bir hafta sonra kalkıp maç yorumu yapacak değilim ama aklımda kalan öyle enstantaneler var ki, yazmasam kudururum.
*
Adam kulübün en pahalı transferi. En etkili silahı ve en tecrübeli oyuncularından biri. Henüz 44. dakikada çift sarıdan kızarıyor. Karar doğru olmakla birlikte yersiz. Hakem işgüzarlık yapıyor. İzmir dışında Türkiye’nin hiçbir kentinde özel bir maçta böyle kırmızı çıkmaz. Ancak konumuz bu değil. Gördüğü kartla arkadaşlarını sahada yalnız bırakan, kulüp müzesine girmesi muhtemel bir kupaya engel olan, en önemlisi ligin ilk maçında forma giyme şansını riske atan futbolcuyu protesto etmesi gereken tribünler bu sorumsuzluğa ortak olup ve hep bir ağızdan bağırıyor:
"Bu taraftar seninle gurur duyuyor..."
*
Diğer tarafa bakıyorsunuz, emeklilik yaşına gelmesine rağmen, "Ne yaparım da 200-300 daha tokatlarım" hesabındaki bir başka futbolcu sahada gladyatör gibi dolaşıyor. Ona tekme, buna taban, ötekine dirsek. Çocuğu yaşındaki rakiplerini bir bir yere seriyor. Sadece ayakları çalışsa iyi. Çenesi de kuvvetli. Her şeye vır vır. Tam bir saatli bomba. Yöneticisine soruyoruz: "Arkadaş biraz agresif değil mi?" El cevap:
’’O gerçek bir profesyonel. Sahada ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor."
Beri yanda henüz yolun başında, gencecik bir futbolcu. İyi de oynuyor ve üstelik golünü çakıyor. Sonrası tam bir rezalet. Önce, "Nasıl geçirdim" mealinde bir kol işaretiyle rakip taraftarı delirtiyor, ardından el-kol hareketleriyle tribüne dinamit atıyor. Seyirci sahaya girdi girecek. Teknik direktörü, yöneticisi uyarır mı diye kulübeye bakıyorum, çıt yok.
Yetmezmiş gibi bir de alkış...
*
Daha neler var neler.
Atatürk’ün,"Köylü milletin efendisidir" sözüne inat, "Köylüler çapaya" tezahüratıyla rakip taraftarı aşağıladığını zanneden tosuncuklar.
Tribünde bile içmek yasakken, yedek kulübesinde pöfür pöfür sigara tüttürüp yardımcısına küllük muamelesi yapan teknik direktörler.
Sambayla tangoyu karıştıran spikerler.
Kısacası 32 kısım tekmili birden futbol hikayeleri.
Yeni sezon hepimize hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku