Paylaş
Bazı versiyonlarında partal giysileriyle yoksuldu o çocuk.
Bazısında şık paltosu ve atkısıyla varlıklı bir “küçük bey”di.
Lâkin ah, tombili yanağından yaşlar süzülüyordu ki... Taş olsan dayanamazdın.
Bir kaç liralık posterlerin ve daha “pahalı” yağlıboya sürümlerinin asıldığı duvarlar da zaten, gecekondudan hali-vakti yerinde evlere kadar uzanıyordu.
* * *
“İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” duygular, merhamet, şefkat yaratan o “milli” posterimiz, neyi temsil ediyordu ki böylesine itibar görmüştü?
Murat Belge yıllar önce “Tarihten Güncelliğe” kitabında şöyle yorumluyordu bu hali:
“Türkiye çocukları karşısında suçlu bir halktır. Kimsenin çocuğu olmayıp da herkesin çocuğu olabilecek bir çocuk gözü yaşlı duruyorsa, bu çocuk (toplumsal) bilinçliliğin çok derin mahzenlerinde yıllardır uyuklayan duyguları uyandırabilir...’’
Belge’ye göre o poster, “Bizi doğrudan suçlamaksızın suçluluğumuzun bir affettirme aracı olarak” evimize giriyordu.
Yarattığı “kullanışlı” duygular, tüm ülkedeki popülerliği, aynı posteri 1979’da Fethullah Gülen’in başında olduğu derginin ilk sayısının kapağına da -ah-ü vahla- fırsat mı fırsat yerleştirecekti.
* * *
Velakin... Herkese, her yere yayılan o resim de, o resimdeki Ömercik, Sezercik kadar benimsediğimiz çocuk da “milli” değildi, maalesef.
Tablo, 1911 doğumlu İtalyan ressam Bruno Amadio’ya aitti.
Üstelik bizim merhametle, şefkatle, sevgiyle başköşemize astığımız o resim, başka ülkelerde kötü şans getiren, uğursuz, lanetli, hatta şeytani bir figür olarak kabul ediliyordu.
Ezgi Aksoy, “Bir tuhaf ve gizemli sanat miti: Ağlayan çocuk tablolarının sırrı ne?” yazısında şöyle anlatıyor:
“Şili’de bu konuda bir çok inanış, şehir efsanesi var. Ağlayan Çocuk, odada uyuyan biri varsa onu öldürüyor ve sabaha karşı tabloya geri dönüyor. Bir başka versiyonda, şöhret karşılığında ruhunu şeytana satan ressamın tablolardaki çocukları kaçırdığı, resimlerinin gerçekçi olması için onlara eziyet ettiği ve en korkmuş hallerini resmettiği anlatılıyor.
Bu resme sahip olanların başına çeşitli tekinsiz olaylar da geliyor. Tablonun bulunduğu evlerde yangınlar çıkabiliyor; ancak Ağlayan Çocuk tablosu asla yanmıyor. İspanya, Arjantin, Meksika ve Brezilya’da da benzer şeytani hikayeler, yangınlar, ölümler var.”
Tablonun kopyaları 1950’lerden sonra dünyaya yayılıyor. Elbette ünü de... Öyle ki, 4 Eylül 1985 Tarihli The Sun Gazetesi’ndeki bir haber, İngiltere’yi ve dünya kamuoyunu karıştırıyor:
“Haberde Rotherham’da bir evde çıkan yangından bir tek bu tablonun tek bir sıyrık almadan kurtarıldığı anlatılıyor. Normal şartlar altında ancak küçük ölçekli sansasyonel gazetelerde yayınlanabilecek olan bu haberi, İngiltere’nin en çok satan gazetesinin manşetine taşıyan ayrıntı ise ilginç. Evi yanan kadının erkek kardeşi bir itfaiyeci ve olaydan hemen sonra The Sun muhabirine bir röportaj veriyor. Röportajda bu olaya benzer pek çok olayla karşılaştığını ve itfaiyeciler arasında bu tablonun asla yanmamasıyla ünlü olduğunu söylüyor.”
* * *
Ağlayan Çocuk bizde ne duygular yaratırken, başka bir ülkede, kültürde, inanışta yahut alt gruplarda karşılığı, o resme yönelik tutum bambaşka olabiliyor.
Kimi o resimleri değil evine, semtine sokturmuyor, kimileri The Sun’ın sonraki haberindeki gibi topluyor resimleri, keyifle yakıyor.
* * *
Belge aynı yazısında Ağlayan Çocuk gibi sabit bir resmin, bir posterin böylesine popülerlik kazanmasını da günümüzde de karşılığını bulabilecek satırlarla açıklıyor:
“Burada bir vicdan varsa, bu niçin bir posterde somutlaşıyor? Aynı vicdan rahatsızlığını somut-pratik etkileriyle bütün hayat içinde örnekleyecek bir film, bir roman niçin değil? Sanırım şundan: Bu soruna ayırabileceğimiz zaman bir poster estantanesinden ileri gitmiyor da ondan. O çocuğun gözünün niçin yaşlı olduğunu anlatan edebi veya sinematografik bir anlatıya tahammülümüz (sabrımız, bitmeyen meşguliyetlerimiz nedeniyle zamanımız Y.S.) yok. Çünkü bir roman okuyacaksak, ya da sinemaya gideceksek, bize bundan ‘ilginç’ görünen bir konuyu arıyoruz. Bu vicdan rahatsızlığının giderilmesine ayıracağımız zaman ise, hâlâ bir ‘poster’lik.”
* * *
Resimler, fotoğraflar bazen, herşeyi anlatan/özetleyen, hislerimize anında tercüman olan bir popülerlik kazanabiliyor, hatta beklenmeyen etkiler yaratabiliyor.
Duygularımızı, sevgimizi, öfkemizi, duruşumuzu bir resimle anlatmak, vicdanımızı o resmi paylaşarak bir nebze rahatlatmak da bazen kolay geliyor bize:
Fazla söze ne gerek!
Resimle, fotoğrafla desteklenen yahut kurgulanan hikayelere de daha bir inanıyoruz zaten.
Hele şahidimiz misal itfaiyeci ise...
Belki “Nereden, nereye...” diyeceksiniz haklı bir sabırsızlıkla ama, sonraki yazımda bugünlere geleceğim.
Paylaş