Paylaş
Kayısı ağacı bahara dair en ufak fısıltıda patlatıyor tomurlarını, mesela...
Hatta iki dal fidanken bile, ergenliğe birdenbire dalan çocuklar gibi açıyor utangaç, o güçlü değişime şaşkın çiçeklerini.
Erik ağacı da geri kalmıyor ondan. Badem dersen zaten erkenci...
Kiraz fidanı ise az ağırdan alıyor baharı. Çiçeği burnunda.
Elmanın da daha zamanı var.
Ayva ağacını sorarsanız, giyinmesi türküdeki gibi zaman alacak:
“Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek...”
* * *
Sarışın çiçekleriyle iğdeler, ıhlamurlar, rengahenk leylaklar ise kokularıyla ayaklanacak bahçelerde, -kaldıysa- sokaklarda.
Sabaha eren bir gecenin sessizliğinde, seher vakti geçersen o sokaklardan, sararsa seni o koku... O baygın serinlik...
Dünyada artık kötü bir şey olmayacakmış gibi gelir insana.
O yanılsamayla; “Her şey kendini yeniden üretecek” der, şükredersin umutla.
Çünkü güzellik aklını çeler, hayallerini tetikler ve çoğaltır insanı.
Bahçeyi lüküstrüm gibi çevreleyen ince-uzun leylandiler, çamlar ise baharı, her mevsimde yeşili bilen bir bilgenin ağırbaşlılığıyla, sanki biraz kibirle karşılıyor.
Kara-buza bile boyun eğmeyen duruşlarında, biraz da sıradanlık, “Ben her zaman böyleyim” hâli var.
* * *
Kışı çıplak geçiren ağaçlar ise her baharda uyanır, zamanı geldiğinde açar kendini...
Mevsim değiştikçe, o da değişir.
Yapraklarını, takvim yaprakları gibi seyredersin.
Ressamın paletindeki renklerin durma nasıl karışıp, nasıl yeni bir şey ürettiğini hissedersin, sonbaharda dallarına baktığında...
Sonra kış gelir toplar o tabloyu, ağaçlar soyunur tüm renklerinden.
Sen yine baharı beklersin; kaç bahar daha kaldıysa ömründe...
Çocukken zıp zıp karşıladığın o mevsimle, bir süre sonra hep daha yorgun merhabalaşırsın.
Ve “Bahar yorgunluğu” der; yaşlılığı, hızla geçen ömrü terapileyen haberler...
Gün gelir, bacağına örtülü battaniyeyle sadece pencerenden seyredersin o güzelliği.
O da manzarana denk gelirse, vaktin-ömrün kaldıysa yaşlanmaya...
* * *
Sen de gidersin sonra... Ama ağaçlar hoyrat insan eline, toplu katliamlara, doğanın kasırgasına yenilmezse yaşar da yaşar.
Ve insana hatırlatır, baharın, hayatın geçiciliğini...
Her geçen yıl daha yakından anlarsın.
Ağaçlarla, dallarla, çiçeklerle, çayırlarla devasalaşan o manzarada, ufacık bir tomur kadar kalırsın.
Her yıl -öyle ya da böyle- açıyorsan, kendini o ufacık halinle o manzaradan sayıyorsan, o da şahane.
* * *
Çama dönersek yine, umursamaz kışı-ayazı.
Dört mevsim, al gözüm seyreyle Salih...
Kış gelip tüm ağaçların rahatı kaçarken, bir köşede hep yeşil, hep gösterişli durmak iticidir belki... Kar yağınca onu gelin teli gibi sarınmak da belki böbürlenmenin doğacası.
Yılbaşının her dem canlı-cansız simgesi olmak, bedenini, dallarını süslemeye, oranı-buranı ışıklandırmaya doymayan insanların keyfine bırakmak da, sıkıcıdır herhal.
Ne badem ağacının pürtelaş çiçekleri, ne erguvanın tadına doymadan yitirilen salkım salkım abiyesi...
Ne dallarını bazen sallayıp, bazen tırmanıp yolan, eriğine, kaysısına, kirazına, dutuna dalan bitirim çocukların şamatası. Ne de onları kovalayan -hâlâ- haylaz ihtiyarın tantanası...
Çam işte, güzelliği hep malûmun ilâmı.
* * *
Ağaçlar her yıl ayaklanıyor baharla, peki ya biz bastıbacak insanlar? Benzer miyiz, ağaçlara...
O da sonraki yazıya...
Paylaş