Kendisini yaklaşık 20 yıldır tanırım. Onun için sanat bir tutku halini almıştır. Güzel bir tablo ile karşılaştığında geceleri uykuları kaçar, eğer eser alınabilecek durumdaysa, elindeki tüm imkânları kullanarak eseri koleksiyonuna katmaya çalışır. Sanatla ilgili olan her faaliyet Peker’in ilgisini çeker ve bu sanatsal faaliyetin icra edilmesi için gereken ortamı oluşturmak adına elinden gelen her şeyi yapar.
Geçtiğimiz yıl kendisi ile sohbet ederken konu sanatla ilgili neler yapılabilir noktasına gelmişti. Bende görüşlerimi kendisine iletmiştim. Peker’e; resim ve heykel sergilerinin açılabileceğini, sanatçılarla birlikte, kendi alanlarında, çeşitli çalışmaların yapılabileceğini, sanatçılarla söyleşilerin düzenlenebileceğini söyledim. Kendisi görüşlerime, “Hocam düşüncelerinizin hepsi çok güzel ancak benim hedef kitlem genç sanatçılar olmalı” diye cevap vererek, düzenleyeceği sanatsal faaliyetlerdeki amacını belirtmiş oldu.
O RESİMLERİ HİÇ SERGİLEMEDİM
Kendisinin çok isabetli bir karar verdiğini düşündüm. Birden hafızam 43 yıl öncesine gitti. Askerliğimi yeni bitirmiş, doğru düzgün bir iş bulamamıştım. Her ne kadar öğretmenlik mesleğinin bana çok yararlı olacağını düşünsem de, ne yazık ki öğretmenlik yapmak kısmet olmamıştı. Bende şimdi aramızda olmayan bir arkadaşımla (Bilal Erdoğan) birlikte İzmir’de tabela yazma işine başladım. İşten arta kalan zamanlarda elimden geldiği kadar resim yapıyordum. Yaptığım resimler birikmeye başladığında sergi açmaya karar verdim. Fakat hiçbir sanat galerisi benimle sergi açmak istemiyordu. Bu isteksizliklerinin sebebini bir türlü anlayamıyor, gittikçe moralim bozuluyordu. Zaten o günlerde sanat galerisi yok denecek kadar azdı. Sergi açamıyor oluşum beni sükûtu hayale uğratmıştı. Bahsi geçen resimlerimi hala saklarım ve bugüne kadar bu resimleri hiç sergilememişimdir.
GENÇ SANATÇILAR ZORLANIYOR
Günümüzde de genç ressam kardeşlerimiz yaptığı eserleri sergilemekte birçok zorlukla karşılaşmaktadır. Bu zorluklardan bir tanesi; sanat galerilerinin düzenleyeceği sergileri, kendi oluşturdukları sanatçı kadrolarıyla birlikte düzenliyor olmasıdır. Okuldan yeni mezun olmuş sanatçılar, hiçbir referansı olmadığı için bahsedilen sanatçı kadrolarına girememektedir. Bu sebeple genç sanatçılar kişisel sergi açmakta zorlanmaktadır. Bu durum genç sanatçıların maddi zorluklar yaşamasına, geçim sıkıntısı içerisinde yaşamalarına sebep olmaktadır. Bahsi geçen bu durum 40 yıl önce olduğu gibi bugünde devam etmektedir.
ŞİMDİ DAMA FAZLA ŞANSLARI OLACAK
Yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı genç sanatçıların kendilerini gösterebilecekleri ve eserlerini sergileyebilecekleri, her ne kadar zor olsa da, bir tek sanatsal yarışmalar kalmaktadır. Bu noktada Erhan Peker, gençler için çok önemli bir sanat olayına destek vermiş oluyor. Bizim zamanımızda gençlere özel bir yarışma bulunmamaktaydı. Şimdi ise, Peker gibi sanatseverler sayesinde azda olsa gençlere yönelik yarışmalar var diyebiliyoruz. Yarışma 26 Ekim tarihinde jüri üyelerinin toplanmasıyla birlikte başladı. Turan Erol, Doğan Hızlan, Yalçın Gökçebağ, Ergin İnan, Erhan Peker, Habib Aydoğdu, ve İbrahim Karaoğlu’ndan oluşan jüri, 163 eser arasından 3 adet başarılı eseri seçerek ödüllerini verdi. Ödül alan genç sanatçılar; Haşim Arslan, Kamer Gencer ve Seyit Mehmet Buçukoğlu’dur. Bu genç sanatçılarımızı canı gönülden kutluyorum. Şuna eminim ki bu ödülü aldıktan sonra katılacakları yarışmalarda ve eserlerini sergileme konusunda şansları daha fazla olacaktır.
Her tatil dönüşünde kendimi yeni sezona başlamak hususunda yenilenmiş, dinamik hissediyorum. Elbette bu, tatilimin güzel geçmesiyle doğru orantılı.Benim tatil yerim 20 yıldır bıkmadan gittiğim Kuşadası’nın Davutlar beldesi...
Burası gerçekten çok güzel bir yer. Bu günlerde gündemde olan Çalıkuşu dizisinin Feride’si burada öğretmenlik yapmış ve Kuşadası Belediyesi O’nun kaldığı evi müze haline getirmiş.
Ayrıca halkının yüzde 90’ı emekli memur. Dolayısıyla yaşayanlar orta gelire mensup. Aynı, eskiden olduğu gibi belde pazarları çok önemli. Çevrede yaşayanlar ürettikleri mahsulleri burada pazarlayabiliyorlar. Ayrıca taa İyonya döneminden beri değişmeyen bir gelenek de buraları sosyal buluşma alanları. Şöyle baktığınız zaman, sadece alış-verişle uğraşan insanlar dışında, sohbet eden, bir şeyler yiyen pazarcıları izleyebilirsiniz.
ORGANİK KAHVALTI
Hazır söz köy pazarından açılmışken, Kuşadası civarındaki yerlerde, organik gıdalarla konuklarına kahvaltı ya da yemekler sunan mekanlar var ki; buralarda bir şeyler yiyip, içmek her bakımdan hem güzel hem de çok lezzetli. Mekanlardan bir tanesi de yıllardır tanıdığım, zeytin ve zeytinyağını daha birinci elden aldığımız Ruhi Amca’nın açmış olduğu kahvaltılık salonu. Burayı öyle bir yerde kurmuş ki, zeytin ağaçları, denizine tepeden bakan bir mekan. Tam bana göre, bütün gün orada otursam, güzelliğine baksam doyamam. Nitekim buradan ilham alarak yaptığım birçok “zeytin ağaçları” konulu tablo, asıldığı yerde yaşıyor.
‘SEVGİ PLAJI’ TABLOSU
Ressamlar işte böyledir. Gittikleri yerlerin önce görüntüsüne, manzarasına bakarlar. Zaten sanatçıların doğaya bakış tarzları değişiktir. Herkes kendi penceresinden yani üslubuna göre yorumlar. Beni tanıyanların bildiği gibi, yaz tatilinde çok eski iki dostumla birlikte sabahları yürüyüş yaparız. Bu yürüyüşlerde tarih ve sanat konuşuruz. Bu, benim de çok sevdiğim bir aktivitedir. Yürüyüş esnasında bazı otellerin, kulüplerin önünden geçeriz. Ancak bir tanesi benim hoşuma gidiyor. Zaten adı da çok güzel, “Sevgi Plajı..” Davutlar Belediyesi okaliptus ağaçlarıyla kaplı olan plajı tamamen halka tahsis etmiş. Ben özellikle pazar günleri bu yeri çok seviyorum. Çünkü çevre beldelerden gelen yüzlerce insan, inanılmaz bir coşku seliyle denize giriyor. Romancı olmadığım için tam anlatamadım ama yaptığım tablo ile anlatmaya çalıştım. Tablomun adı “Sevgi Plajı” şimdi birkaç sanatseverin duvarını süslüyor.
Ben bildim bileli bu kavram hep karıştırılıyor. Bizde Naif Sanatın ortaya çıkması 1970’li yıllara rastlar. O zamanlar Devlet Resim ve Heykel sergileri çok görkemli olurdu. Ülkenin bütün ünlü ressamları bu sergiye katılırdı. Jüri üyeleri çok titizlikle seçilir ve bunlar devlet sergisine tablo seçerken ince eleyip sık dokurlardı. Öyle her resmi almazlardı. Yine bu yarışmaların birinde jürinin önüne bir tablo gelir. Resmin konusu Kütahya’dan bir peyzajdır. Ancak eser, diğer eserlere benzemez. Acaba kim yapmış diye imzaya bakarlar. Bildikleri, tanıdıkları biri değildir. Resmi sergiye alıp, almama ile ilgili epey tartışırlar ve tablo oy çokluğu ile Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne kabul ederler ve bir de ödül verirler. İşte bu tablo Kütahya’nın Güveçci Köyü’nde yaşayan çoban Hüseyin Yüce’nin bir eseridir. O zamana kadar Devlet Resim ve Heykel Sergileri’ne bu işin mektebinde okumuş, sergiler açmış sanatçılar alınırdı ve ödüller daha çok onlara verilirdi.
ÇOBANLIK YAPAN RESSAMA ÖDÜL
Böylece ülkemizde ilk kez çobanlık yapan bir sanatçının eseri ödül almış oluyordu ve arkasından “Naif Resim” ortaya çıkıyordu. Naif Resim kavramı sanatçı ve kritikçiler tarafından çok tartışıldı. Ancak bizim sanat tarihimize de “Naif Resim, Naif Ressam” ismiyle girmiş oldu. Ben o tarihlerde Türk Sanat dünyasına girmeye çalışan 25-30 yaşlarında genç bir sanatçı adayı idim. Yaptığım resimler Devler Resim ve Heykel sergisinde kabul görüyordu ve çok değişik bulunuyordu. İnce bir işçilikle yapılan tablolarda perspektif pek azdı, hatta yoktu. Bu yüzden tablolarımı Naif Resme benzettiler ve o günden beri bana Naif Ressam derler.
ÜLKEMİZDE PEK KABUL GÖRMÜYOR
Şimdi ben, bu işin aslını kısaca sizlere anlatmak istiyorum. Bir kere “Naive” kelimesi Fransızcadır ve kelime anlamı; çocuksu, saf, temiz demektir. Bizdeki Naif kelimesinin anlamı da aşağı yukarı aynıdır. Ancak daha çok “zayıf, kırılgan, biraz da saf” bir anlamda kullanılır. Yani uyanığın tersidir ve bizde iltifat kelimelerinin arasında yoktur. Yani bir kimseye iltifat ederken, “Harika Naifsin” pek denmez. Ülkemizde belki de bu yüzden Naif Resim ya da Naif Ressam pek kabul görmez. Oysa bana göre tam tersi olmalıydı. Nasıl bir Yugoslav Naifleri, Alman Naifleri, Polonya Naifleri gibi ülke adının geçtiği bir kavram varsa, bu “Türk Naifleri” diye de dünyaca bilinen bir olay olabilirdi ancak olmadı. Neyse tekrar Naif Resme gelirsek, bu sanat kolu ile ilgili bilinmesi gereken birkaç maddeyi açıklamak istiyorum.
- Bunlar sanat eğitimi ve öğretimi almamışlardır. Hatta kurs bile görmemişlerdir.
- Cumartesi, Pazar günleri resim çalışırlar. Hatta Cumartesi, Pazar Ressamları diye anıldıkları da olmuştur.
Bana da çekilen kurada yo-yo, diğer arkadaşa da yağlı pastel boya çıkmıştı. Sonra arkadaşın teklifi üzerine malzemeleri değiştirdik. O yo-yo’yu aldı, bende pastel boyayı. O zamana kadar bizler pastel boya hiç görmemiştik. Hemen gidip yeni boyalarımla resim yapmaya başladım. Benim resim aşkım tam olmamakla birlikte bu olayla başlar.
KARALAMA DÖNEMİ
1955’te Isparta Gönenköy İlköğretmen Okulu’na gittiğimde bizim 4 adet önemli dersimiz vardı. Resim, müzik, beden eğitimi ve tarım. Belki genç kardeşlerimiz bu derslerin önemini yadırgayabilirler ancak bu derslerden sınıfı geçemezseniz devre kaybederdiniz. Bilindiği gibi 1954’te Köy Enstitüleri kapatılmıştı. Ancak biz ertesi yıl girdiğimiz için derslerimiz Köy Enstitüsü dersleri ve hocalarımızda köy Enstitüsü hocalarıydı. Neyse lafı fazla uzatmadan sadede gelelim. Çocuklarda 4 yaşından itibaren “Karalama Dönemi” başlar. Etraflarında buldukları nesneleri tutmaya, kavramaya uğraşırlar, ellerine geçirdikleri eşyaları bir yerlere vurmaya, sürtmeye çalışırlar ki, önlerine yırtmaları için bol bol kağıt koyacak olursak, kavrama yeteneklerinin gelişmesinde büyük katkımız olur.
YAŞ KÜÇÜK MALZEME BÜYÜK
Bir kez daha şu formülü sevgili ebeveynlerimize hatırlatmak istiyorum.
“Çocuğa verilecek malzeme, yaşı ile ters orantılıdır”. Yani çocuğun yaşı ne kadar küçükse malzeme o kadar büyük, yaşı ne kadar büyükse malzeme o kadar küçük olmalıdır. Çünkü küçük çocukların fiziki olarak el-kol hareketleri bilekten veya dirsekten değil kolları iledir. Bu bakımdan onlara A4 boyutunda kağıt verip birde eline kalem tutuşturup, ‘Haydi bakalım resim yap’ dersek, onları cezalandırmış oluruz. Çocukların duvarlara çizmesi işte bu yüzdendir. Duvarlar bembeyaz geniş alanlar olduğundan, onlara çok cazip gelir. Ben bazı ailelerden biliyorum. Duvarı büyük ambalaj kağıtlarıyla kaplayıp, çocuklarının resim yapmalarına katkıda bulunuyorlar.
HAYALLERİNDEKİ RESMİ YAPARLAR
6-11 yaşlarındaki çocuklar resim yaparken hep hayal gücünü kullanırlar. Onlara somut konular verilmez. Mesela saksı koyup çizdirilmez, model koyup çizdirilmez. Ancak onlara bir hikaye, bir masal, bir olay anlatıp, resmini yaptırabilirsiniz. Biraz önce demiştim ki, “Çocuklar hayallerindeki resmi yaparlar” Dolayısıyla onların hayal güçlerini geliştirmemiz için bol bol resim yapmalarını sağlamamız gerekiyor. Ayrıca çocuklarımız resim yapmayı bir oyun olarak da gördüklerinden bu işi zevkle yaparlar.
Bu dört önemli sanatçımız ve ben, Gazi’den aşağı yukarı dönem arkadaşıyız. Hepsi de durmak bilmeyen enerjileri ve çalışkanlıklarıyla günümüze damgasını vurmuş sanatçılarımızdan. Ben dördünün de sergilemiş olduğu eserleri mekanlarında gördüm ve gezdim. Sizlere sergilerinden izlenimlerimi anlatmak istiyorum.
ZAFER GENÇAYDIN
1941 Ankara doğumlu olan Zafer’le, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde beraber okuduk. O, sonra devlet bursuyla Berlin Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gitti, okulu bitirdikten sonra 1970’li yıllarda Türkiye’ye döndü ve uzun yıllar hocalık, Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Bölüm Başkanlığı ve aynı fakültede Dekanlık yaptı. Bu kadar idareciliğine rağmen çalışmalarını hiç aksatmadı, hep çalıştı ve sergiler açtı. En son eserlerini Aysel Gözübüyük Sanat Galerisi’nde açtı.Aslında her sanatçı kendi kişiliğini eserlerinde yansıtır. Zafer’de sade bir yaşamı olan, doğal, nüktedan bir sanatçımızdır. Dolayısıyla O’nun yapıtlarını böyle bir bakışla görmemiz yararlı olur. Hani yolda yürürken, otobüsteyken, sağa sola baktığımızda, gözümüze ilişen bazı görüntüler olur. Örneğin masmavi bir gökyüzünün altında, ipe asılmış rengarenk çamaşırlar, uçurtmalar, yemyeşil geniş bir alanda küçük kırmızı bir nesne gibi doğadaki bazı nesnelere dikkatimizi çekiyor. Sonsuzluk içinde küçük bir nesnenin yaşam savaşını, onun enerjisinin büyük boşluğu nasıl dengelediğini bizlere anlatmaya çalışıyor. Son derece sade bir üslupla varoluşun ayrıntılarda gizli olduğunu anlatıyor. Büyük boşlukların altındaki farklılığın, çözümlerini bizlere sunuyor.
HAYATİ MİSMAN
Hayati’de 1945’de Konya’da doğmuş bir sanatçımızdır. O da devlet bursuyla Almanya’daki Kassel Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olmuş, 1975’de Gazi’ye öğretim üyesi olarak dönmüştür. Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden sonra Bilkent Güzel Sanatlar Fakültesi’ne geçmiştir ve Hacettepe Güzel Sanatlar Bölümü’nden emekliye ayrılmıştır. Hayati’nin sergisi Armada Alışveriş Merkezi’ndeki “Galeri M”de. Sergi büyük boydaki yağlı boya ve metal kolaj diye adlandırdığı Gravür levhalarını ağaç üstüne çivileyerek yaptığı çalışmalarından oluşmuş. Sergi iki ayrı teknikte olmasına rağmen bütünlük bozulmamış. Yağlı boyaları büyük boyutlarda (yaklaşık 2 metre) çalışılmış. Hayati’nin sakin görünüşünün altındaki yüksek tansiyonu onun tuvallerinde görebiliyorsunuz. Eserler, nereden baksanız, ben buradayım diye sizi adeta uyarıyor. İnsan yaşamındaki gel-gitlerin önemine dikkat çekiyor. Metal kolajlarına gelince. Bu eserleri anlatmak çok zor. Çünkü hem uzun bir gravür süreci hem de çok emekli bir oluşma süreci var. Hani benim, “Resimde kaç fırça darbesi var” diye darbeleri saymaya kalkarlar ya, O’nun da bu eserde ne kadar “figür ve çivi var” diye saymaya kalksanız sayamazsınız. Onun için ben bu eserlerin teknik oluşumunu anlatmıyorum. Hayati’nin sergisine gidenler muhakkak O’na sorsunlar. Hayati Hoca bıkmadan soranlara anlatır.
NİHAT KAHRAMAN
Nihat’da, bu uzun ve meşakkatli yolda, bıkmadan, yorulmadan günümüze ulaşmış sanatçılarımızdandır. O, devlet bursuyla 1970’li yıllarda Paris’e gitmiş, orada Paris Güzel Sanatlarda 4 yıl eğitim görmüş, yine 1975-76 yıllarında Ankara Gazi Eğitim Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak dönmüştür. Bilahare çeşitli nedenlerle Gazi Eğitim Fakültesi’nden ayrılmış ve şimdi çalıştığı Devlet Opera ve Balesi Baş Dekoratörlüğü’ne gelmiştir. Aynı zamanda Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi’nde “Duvar Resmi” konulu dersler vermektedir. O’nun eserlerinde insan yaşamının gizemini görmemiz mümkündür. Tuvallerde, öndeki yaşamın belirsizliğini anlatan geniş, renkli, adeta rastgele atılmış fırça tuşelerinin arkasındaki gerçeği fark edebiliyoruz. Onun “İnsan Yaşamından Kesitler”i hep arkada bir yerlerden anımsayacağımız yaşam kesitlerini bize göstermeye çalışır ki, Nihat bize, eserleriyle insanın kendisini sorgulamasını hatırlatıyor.
SAVAŞ CAMGÖZ
Tablo A4 kağıt boyutunda karton üzerine yapılmış bir resimdi. Arkadaşım resmin sahte olup olmadığını sorunca hayretler içinde kaldım. 1988 yılında vefat eden Bayan sanatçımız Tuncay Betil’in bir yapıtı idi. Resme uzaktan bakınca hiçbir şey belli olmuyordu. Ancak gözünüze biraz yaklaştırıp baktığınızda imza orijinal gibi gözüküyordu. Ancak bana pes dedirten olay resim karton üzerine basılmış fotoğraftı. Üstüne parlak verniği bolca sürünce fotoğraf olduğunu anlamak biraz güçleşiyordu. (Baskı demeyi özellikle istemedim çünkü bir sürü sanatsal baskı çeşitleri vardır. Örneğin serigrafi, linol, gravür gibi. Bu türlerle karıştırmamak gerekir).
Vay be! deyip hayretimi gizleyemedim, bu kadar da olmazdı. Resme iyice yakından baktığınızda dijital baskı izlerini yani ufacık kareleri görebiliyorsunuz. Arkadaşa, “Bunu inşallah satın almadınız zira sahte resmin daniskası. Kimden aldıysanız bunu hemen geri verin” diye arkadaşımı uyardım.
Resimler para etmeye başladı diye sevinirken birden ortaya sahtecilik çıktı hem de hızla gelişti. Bu dijital ortamda sahtesini yapacağı resmi tuvale bastırıp üstünden yağlı boya ile geçince gerçeğinden ayırt edilmesi zor sahte resim ortaya çıkıyor. Onun için sanatçısı vefat etmiş tablo alırken çok dikkat etmek gerekir. Zira bugünlerde oldukça fazla sahte resim dolaşıyor.
PEKİ NE YAPMALI?
Birincisi, bir uzmana götürmeli. Ankara ve İstanbul’da özellikle sahte tablolarla ilgili çok değerli tablo ekspertizleri var. Bunları araştırıp bulmak ve Onların fikrini almak gerekir.
İkincisi, eğer çevrenizde yaşayan, yıllarca hocalık yapmış, mesleğinde ilerlemiş biri varsa Ona götürüp göstermek gerekir. Çünkü o sanatçı adı geçen ressamın öğrencisi, dostu, arkadaşı gibi yakını olabilir. Dolayısıyla resmin sahte olup olmadığını hemen anlayabilir.
Üçüncüsü, sahte olduğundan şüphe edilen resmi, O ismi biriktiren bir kolleksiyonere gösterebilirsiniz. Kolleksiyoner, o sanatçı ile ilgili derinlemesine bilgisi olduğu için, eserin sahte olup olmadığını anlayabilir.
Dün açılışını yaptığım sergiyle birlikte bu heyecana bir yenisi daha eklendi. Sergi açmak benim için her zaman çok ciddi bir faaliyettir; biz öyle yetiştik. Sanatımda eğer tam olgunlaşmamışsam sergi açmak boşa çalışmak gibi bir şeydir.
Bundan yıllar önce rahmetli Eşref Üren’le Zafer Çarşısı’ndaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’ne giderken, oraya yakın bir mekanda sergi açan genç biri önümüzü kesti ve bizi sergisine davet etti. Hoca gitmek istemedi ama ben ısrar ettim ve genç ressamın sergisine gittik. Hoca tabloları teker teker incelemeye başladı. Fakat resimlere baktıkça yüz ifadesi değişiyordu - yani resimleri hiç beğenmemişti. En sonunda dayanamayıp patladı:
İÇİMDE BİR KORKU
-Efendim bu tablolarla nasıl sergi açarsınız? diye bağırdı.
Genç ressam çok şaşırmıştı. Belli ki böyle bir davranış hiç beklemiyordu. Hoca benim koluma girip, “Hadi gidelim efendim” dedi. Böylece birlikte Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’ne gittik. İşin ilginç tarafı ben de Zafer Galerisi’nde sergi açmak istiyordum. Eşref Üren Hoca da bu galerinin sergi açma jürisindeydi. İçime öyle bir korku girdi ki anlatamam. Üstelik de diğer jüri üyeleri Turan Erol, Osman Oral ve Adnan Turani Hocalardı. Bunlardan “sergi açabilir” onayı olmadan resimlerimi sergilemem olanaksızdı.
TELAŞ ÇOK, İLGİ YOK
Aradan bir yıl kadar süre geçti. Bütün cesaretimi toplayıp müracaat ettim ve sınıfı geçtim. Resimlerimin hepsi kendi içinde güzelmiş. Aralarında üslup birliği yokmuş ama istikbal vaadeden biri olduğuma kanaat getirip sergilememe izni vermişler. Yıl galiba 1973’tü. İlk sergimi Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde açma iznini almıştım. O zamanlar sergi açarken herşey sanatçıya aitti. Davetiye, davetiyelerin dağıtımı, kokteyl masrafı v.b. herşey sanatçı tarafından yapılırdı. Bu da çok külfetli bir işti. Ancak buna mecburduk. Başka bir yol yoktu. Öyle şimdiki gibi sponsor filan da bulunmazdı. O zaman biz niye sergi açıyorduk? Telaş çok, ilgi yok.
Arkadaşımız, birilerine sormuş. Cevaplar normal olarak hep yeme-içme üzerine verilmiş. Kimi “Gölbaşının kenarındaki bir yere gider, güzel sabah kahvaltısı yaparım”. Kimi, “Papazın Bağı çok güzel oluyor, arkadaşlarımla oraya gideriz”. Kimileri de, “az sayıda bulunan piknik yerlerine gidip orada mangal keyfi yaparız” diye cevap vermişler. Dikkat ettiyseniz hepsi yeme-içme üzerine.
Hani tilkiye sormuşlar.
– Kaç tane hikaye biliyorsun?
- O da 40 tane demiş.
- Peki neyle ilgili?
- Hepsi de tavukla ilgili demiş.
Bizde aynen öyle olduk. Yemek içmekten başka bir şey bilmez hale geldik. Televizyonda yemek programları, arkadaş toplantılarında yemek tarifleri, insanlarımızın büyük bir çoğunluğu hep bu konular ile meşgul oluyor. Elbette bunun yadırganacak bir tarafı yok. Nitekim bende yadırgamıyorum. Zira insanoğlu yaşamını sürdürmek için, öncelikle karnını doyurmak zorunda. Buna katılmamak mümkün değil. Benim anlatmak istediğim başka şey. Acaba ruhumuzu doyuruyor muyuz?
Bu sorunun cevabını samimi olarak verecek olursak, net olarak “evet” dememiz mümkün değil. Peki ruhumuzun gıdası nedir? Eskilerin “Bedii Zevkler” dediği güzel (sanatsal) şeyler, hani güzel bir manzara karşısında ona bakıp, derin bir nefes alıp, “vay be” deriz. İşte bu bizim ruhumuzun en büyük gıdası olur.