Bizler de O’nun bu başarısı karşısında büyük gurur duymuştuk.
Ben o zaman İstanbul’da Çapa Resim Semineri’nde okuyordum. Olayı duyduğum zaman (Benim Hocam o zaman İlhami Demirci idi ve İlhami Hoca da Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arkadaşıydı) olayın ne kadar önemli olduğunun farkına varamamıştım.
GÖRKEMLİ AÇILIŞ
Aradan 50 yıl geçtikten sonra orada bana da sergi açma imkanı doğdu. Brüksel’deki Avrupa Daimi Temsilcisi büyükelçimiz Sayın Selim Yenel ve Bayan Yenel’in himayelerinde yine aynı binanın salonunda oluşturulan serginin açılışı çok görkemli oldu. Gelen Türk vatandaşlarımızla çok duygulu anlar yaşadık. Memleket hasreti çekenler yörelerine bir daha gitmiş gibi oldular. Neyse, ben olayın bu tarafını bırakıp başka yöne değinmek istiyorum.
Serginin, 8 Kasım 2012’de Saat 19.00’da açılışı yapılacaktı. Ancak açılışın yapılmasından 4-5 saat önce sadece Brüksel’de yerleşik sivil toplum kuruluşu “Femmes d’Europe” üyelerinin ve basın mensuplarının katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu sanatçı ile basın arasında teke tek diyaloğun olması açısından çok önemli bir olaydı. Çünkü açılış sırasında bir sürü gelen giden oluyor. Konuklarla ilgilenmek, onların merak ettiklerini cevaplamak gibi meşguliyetimiz oluyor. Dolayısıyla sizinle ciddi olarak röportaj yapmak isteyen basın mensubuna yeterli zaman ayırma imkanı olmuyor. Onun için açılış kokteylinden birkaç saat önce yalnız basın mensuplarına özel bir toplantı yapılırsa sanatçı meramını daha iyi ve kapsamlı anlatabiliyor. Bu da toplumsal açıdan sağlıklı bir diyalog, karşılıklı iletişimin daha verimli olmasını sağlıyor.
Özellikle yabancı ülkelerde açılan sergilerde, bazı konukların sizin eserlerinizle ilgili ilginç soruları olabiliyor. Mesela bana Brüksel’deki sergimle ilgili olarak sorulan sorulardan en ilgimi çekenlerden birisi;
IŞIĞI YETERİNCE KULLANABİLİYOR MUYUZ?
-Gerçekten Türkiye’de böyle bol yoğun ışık var mı?
Ben Peker ailesini İtalyanların Rönesans döneminde ortaya çıkan Medici ailesine benzetiyorum. Yıllardır resim sanatının bilfiil içinde yaşayan bir ressam olarak geriye dönüp baktığımda resim sanatının nerelere geldiğini görmek, yaşamak beni çok sevindiriyor. Eskiden bizler, ressam olarak yetiştiğimiz halde yani ressam olduğumuz halde değerlendiren birileri olmadığından, çoğumuz başka işlerle uğraşıp hayatımızı devam ettirmeye çalışırdık. Örneğin 1970’li yıllarda ben ve arkadaşım ressam Bilal Erdoğan, tabelacılık yapmıştık. Bilal sonraları İzmir Karşıyaka’da resim öğretmenliği yaparak, bende TRT’de kameramanlık yaparak hayatımızı sürdürmeye çalışmıştık. Ancak resim yapmayı asla bırakmadık. Bu bakımdan bizler için resim alan, bunları duvarlarına asan sanatseverler çok önemlidir. Gerçekten o zaman böyle şeyler yoktu. Bırakınız resim satın almayı, sözü bile pek edilmezdi. Bizler boşa kürek çeken insanlar gibiydik.
İLK YILLARIN ANLAYIŞI
Neyseki artık Erhan Peker gibi sanatseverler çıkarak sanatın canlanmasına neden oldu. Erhan Bey bu kolleksiyonu oluştururken etrafından çok karşı çıkanlar oldu. Efendim resim satın almaya ne gerek varmış, doğru dürüst işine gücüne baksaymışsın gibi... Fakat o bu işi inatla sürdürdü ve bugünki kolleksiyonun oluşmasını sağladı ve çok güzel bir düşünce ile kolleksiyonunu insanların görmesini sağlamak için onların hizmetine açtı. Artık Ankaralı sanatseverler onun biriktirdiği eserleri görme, inceleme olanağını bulacak. Başta Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencileri olmak üzere, bütün resimle ilgilenen herkesin bu eserleri muhakkak görmeleri lazım. Çünkü sergi Türk Resim sanatının bir dönemini yani 1925-1935 doğumlu ressamlarımızın eserlerini yansıtıyor. Bu da Cumhuriyetimizin ilk yıllarının sanat anlayışını bize göstermesi bakımından çok önemlidir.
17 SANATÇI BİR ARADA
Sergi 17 sanatçıdan oluşmuş. Bunlar, Turan Erol, Orhan Peker, Nevzat Akoral, Fikret Otyam, Duran Karaca, Fethi Arda, Şadan Bezeyiş, Şeref Bigali, Adnan Çoker, Nuri Abaç, Burhan Doğançay, Zeki Kral, Nihat Tandoğan, Özdemir Altan, Necdet Kaley, Ömer Kaleşi, Ali Demir. Gerçekten çok önemli ve değerli tabloların bir araya gelmesinden oluşmuş bir sergi. Sergilenen eserler arasında bu güne kadar görme imkanı bulamadığınız eserleri de görmek mümkün. Örneğin Nuri Abaç’ın büyük boy tablosu ilk kez sergileniyor. Ayrıca Turan Erol’un birkaç tablosunu bir arada görebilirsiniz. Sergi bana göre döneminin özelliklerini tam olarak yansıtıyor. Özellikle Orhan Peker’in, Nevzat Akoral’ın ve Turan Erol’un eserleri Büyük “leke”lerin kompozisyonu olarak gösterime sunulmuş.
SANAT DOLU GÜNLER
Erhan Peker’in titiz bir seçkisinden oluşan sergiye ilgi de bir o kadar güzeldi. Ankara’nın değerli işadamları ve sanatçılar birbirleriyle tanışma imkanı buldu. Hatta işadamımız Ayhan Bozkurt’la konuşurken onun da kolleksiyonunu böyle sergileyebileceğini hatırlattım. O da sıcak baktığını söyledi. Olursa çok sevindirici bir olay. Çünkü doğru dürüst müzemizin bulunmadığı bir kentte, kolleksiyon sahibi olan işadamlarımızın eserlerini böyle halka açmaları bu şehre sanatsal potansiyel kazandırır. Bu da sanat ortamına olumlu bir hareketlenme getireceğinden, durağan bir grafik izleyen Sanat Dünyası belki yeniden eski günlerdeki gibi olur. Sanat dolu günlere yeniden döneriz.
Ayrıca 20 kez gitsem bile yine gitmekten büyük keyif aldığım müzeleri dolaşmakta planlarım içinde idi. Eylül ayında New York’u hiç görmemiştim. Hani Ankaramızın eylülü meşhurdur. Hatta denir ki, “Başkent bu mevsimde bir başka güzel olur.” Ağaçların yaprakları sararır ve sarının 1001 türlü varyasyonu ortaya çıkar. Gerçekten seyretmeye doyamayacağınız, içinizden “ah şunların bir resmini yapsam” dedirten manzaralar oluşur.
Bende New York’u öyle zannettim ama baharda nasılsa Eylül’de de aynıydı.
Yani değişen pek bir şey yoktu. Herkesin bildiği gibi bu şehir dünyanın en uzun gökdelenlerinden oluştuğu için, yeşillik alanlar gerektiği kadar ve miktarda planlanmış. Gerçekten oldukça sık park alanlarına sahip. Bu parkların bazılarına da özel kültür alanları yapmışlar. Örneğin profesyonel tiyatro oyunlarını buralarda seyredebiliyorsunuz.
Keşke bizde de böyle müzeler olsa
İşte Gökçen’de böyle bir tiyatronun aktörlerinden. Oyunun adı “İason And The Argonauts.” Argonatlar, M.Ö. 3. yy.’da yaşadığı sanılan bir kavimdir ve başlarında İason olmak üzere altın postu ele geçirmek için yola çıkmaları ve başlarından geçen türlü maceraları anlatan bir oyun. Bu tiyatro topluluğu daha çok açık hava mekanlarında gösterilerini halka sunuyor. Halk da inanılmaz bir ilgi gösteriyor. Gökçen’de bu oyunun başrollerinden birini üstlenmişti. Hani oğlum diye söylemiyorum, gerçekten çok başarılı bir performans ortaya koydu. Hatta etraftan Gökçen’le ilgili çok güzel şeyler söylediler. Anne, baba olarak gözlerimiz yaşardı. Ertesi günü Metropolitan Müzesi’ne gittik. Nedendir bilmem ama ben bu müzeyi gezmeye doyamıyorum. Her seferinde bir ressamı keşfediyorum. Bu kez Goya’yı ve Cezanne’yi bir defa daha keşfettim. Keşke bizde de böyle müzeler olsa diye hayıflandım.
Ülkemizi şerefle temsil ediyorlar
Yazlıkların hemen hemen tümü boşaldı. İnsanlar her zamanki rutin işlerinin başına döndü. Herkes birbirine, “Tatiliniz nasıl geçti” diye sorduğunda, kısa ve net şekilde “iyi geçti” diye cevaplandırıyorlar. Hakikaten tatil çok güzel bir şey. Ben bol bol yürüme imkanı buldum. Çok değerli iki arkadaşım, tarihçi prof. Dr. Cahit Yalçın ve yine meslektaşım Ressam Prof. Veysel Günay. Her gün bir konuyu ele alıp, 1-1,5 saat yürüyorduk. Elbette konularımızın ağırlık noktası tarih oluyordu. Cahit Hocanın engin bilgilerinden gerçekten hepimiz çok yararlandık.
HOŞ ANILAR
Zaten benim Kuşadası Davutlar’da bulunmamın en önemli nedeni deniz kenarına paralel giden 13 kilometrelik yol olmuştur. Ev, deniz kenarında olmasına rağmen pek denize giremedik. Nedendir bilinmez, özellikle biz erkekler denize hep soğuk dururuz. Zaten bir gün havuzda yüzerken beni tanıyan biri (galiba iyi bir yüzücüydü) “Hoca çok iyi resim yapıyorsun ama iyi yüzemiyorsun” diyerek benim yüzme duygularımla oynamıştı. Yaz mevsimi malum. Zamanın bir kısmı evlerin tamiri ile geçer. Usta beklemek, tamir işleriyle uğraşırken, bir de bakmışsınız yaz bitmiş. Önümüzdeki yaza daha fazla denize girme, daha fazla yüzme gibi kararlar verilip, o mekanlardan istemeye istemiye ayrılırsınız. Çünkü ne olursa olsun yaz, sıcağıyla, yemesiyle, içmesiyle, arkadaşlarla birlikte olmasıyla, çok hoş anılara vesile olmuştur.
ORGANİK ÜRÜNLER
Kuşadası ve civarı gerçekten bir yeme içme cenneti. Üstelik de organik bulunuyor. Bu güzel bölgeyi cennete dönüştüren iki mekandan söz etmezsem olmaz. Öncelikle Kuşadası merkeze 10-15 km uzaklıkta Kirazlı Köy ve buradaki önemli lokantalardan Nihat’ın Yeri’nden söz etmek istiyorum. Nihat Bey üniversite mezunu, kültürlü bir dost. Burada kendi bahçesinin içine, gayet basit malzemelerden lokanta yapmış. Yemekler, tamamen bahçede yetiştirdiği sebze ve meyvelerden. Buna yağlarda dahil. Yani her şey eski usul yani organik. Hele bir kızartması var, hemen insanın aklına “Kendi annesinin kızartması geliyor”. Sarması, keşkeği gerçekten çok lezzetli. Bence yolunuz oralara düşerse muhakkak uğranılacak yerlerden. Benim eşim Fevziye, dışarıda yemekten pek hoşlanmaz ama buraya hayır demiyor hatta çok seviyor. İkinci yerde yine Kirazlı Köy’e yakın Bilgeler diye bir mekan. Daha yeni yapılmış. Sahipleri de karı-koca doktor. Etrafı yemyeşil, yüzlerce dönüm üzüm bağları ve ortada tuğladan yapılmış nefis bir bina. Bizi oranın müdürlüğünü yapan Ufuk Bey gezdirdi. Bağların çok olmasından anlaşılacağı gibi şarap üretimi yapıyorlar. Ancak daha çok yeni. Biz şaraplarından tatmadık. Bir konuğumuzu sabah kahvaltısına götürdük. Çok lezzetliydi hem de ucuz. Fiyatı da hemen söyleyeyim, 5 kişi 45 TL ödedik. Hakikaten hem ucuz hem kaliteli.
ANKARA’YA DÖNÜŞ
Artık herkes gibi bizde Ankara’ya döndük. Çünkü sanat sezonumuz başladı. Ayrıca bir çok aile okulların açılmasıyla birlikte, okul telaşına girdiler. Biz sanatçılarda yeni sezonun programlarını yapma telaşına girdik. Oldukça yoğun bir yurtdışı programım olacak. Eh! Ne yapalım. Yeter ki sağlığımız yerinde olsun. Gerisi çalışmak, çalıştıktan sonra her şey başarılabilir. Bence temel nokta burada...
Sanki Erhan Peker diğer üç ismi sanatsal olsun diye özel seçim yapmış ama öyle değil. Şahısların hepsi birbirleriyle çok eski arkadaşlar.
Hepimizin bildiği gibi Erhan Peker Elazığ’lıdır ve doğduğu köyde merkez köylerinden Aydınlı’dır. Peker kardeşler köyün gelişmesi ve güzelleşmesi ile ilgili bir vakıf kurarlar. Bu vakıf da en büyük kardeş olan Hükmü Peker adına Aydınlı köyüne halk için bir park yapar. İşte bizim Elazığ’a gitme sebebimiz bu parkın açılış töreninde bulunmak ve onlara eşlik etmek.
TÜRKÜLER ŞARKIYA DÖNÜŞTÜ
Elazığ’a aşağı yukarı bundan 27 yıl önce gitmiştim. O zaman ben TRT’de çalışıyordum ve “İlden İle” diye bir programın kameramanı idim. Programın amacı, Elazığ’dan yetişen türkücü ve şarkıcıları bir araya getirip onların söyledikleri eserlerle bir eğlence programı yapmaktı. Bir çok sanatçı vardı. Benim hatırlayabildiklerim, Enver Demirbağ, Mehmet Özbek ve Mustafa Keser. Galiba bunlardan Enver Demirbağ rahmetli olmuş. O Elazığ’ın en önemli sanatçısıydı. Halen gündemde olan bir çok türkünün derleyeni ve bestekarı olarak anılmaktadır. Elazığ müziğinin en önemli yanı, müziğimizin türkü formundan şarkı formuna geçmesini sağlamasıdır. Yani bugün söylenen bir çok şarkının temeli Elazığ’da atılmıştır.
HARPUT AYNI
Bunları anlatmamın nedeni, ben müziği çok severim. Türünü ayırt etmem. Hepsi benim için çok güzeldir, anlamlıdır. Ancak biraz bağlama çaldığım için türkülerimize meyilim fazladır. Elazığ’da uçaktan inince bizi Erhan Peker’in arkadaşı, kadim dostu, Elazığ’ın tanınmış simalarından Hasan Doğan Beyefendi karşıladı. Doğru otelimize gittik. Otelde 1-2 saat dinlendikten sonra Elazığ’ın hemen yakınında bulunan Hazer Gölü’ne doğru yola çıktık. Gölün kenarında bulunan lokantanın manzarası harikaydı. Karşıdaki dağlara akşam güneşi hafif kızıllık vermiş, dolayısıyla çok hoş bir mavi-mor kombinasyonu ortaya çıkmıştı. Hasan Bey bizim için, Elazığ yöresine özgü, oğlak etinden (orada cebiş diye söyleniyor) yapılan kağıt kebabı hazırlatmış. Gerçekten çok değişik ve güzel lezzeti vardı. Ayrıca yörenin en iyi klarnetçisi olan Mehmet Şerif ve arkadaşlarının icra ettiği Elazığ Türküleri çok etkileyiciydi. Benim için harika bir müzik ziyafeti olduğunu söylemem gerekir. Ertesi gün Harput’a çıktık. Harput’ta fazla değişiklik göremedim. Sadece kahvaltılık mekanlar ve evler artmış.
ÖRNEK OLAY
Benim esas değinmek istediğim, Harput’un biraz ilerisinde buz mağarası var. Efendim ister inanın ister inanmayın, mağara aynen evlerimizdeki buzdolapları gibi buz üretiyor. Ben mağaranın önünde fazla duramadım. Üşütürüm diye korktum. Bu arada dışarıda sıcaklık 40 derece civarıydı. Ertesi gün Erhan Peker’lerin köyüne, Aydınlar’a gittik. Bizi köy meydanında Hükmü Peker karşıladı. Yavaş yavaş, yaptırdığı parka doğru yürümeye başladık ve ancak masallarda anlatılan ya da çok eskiden köy tasvirlerinde anlatılan, artık nesli hızla tüketilen bir manzara ile karşılaştık. Ortada bir dere, suyun şeffaflığını anlatmak çok güç. Hani derler ya, cam gibi. Alttaki çakıl taşlarını tek tek sayabilirsiniz. Ayrıca suyun çıktığı kaynakları görmeniz mümkün. O güzel sudan avuç avuç içip, “çok eski günlerdeki gibi”yi hatırlayıp içinizi ferahlatabilirsiniz. Derenin iki tarafında yemyeşil ulu ağaçlar var. Çoğunluğu dut ağacı olmak üzere bir çok ağaç çeşidi iki tarafa bezenmiş. Yani harika bir doğa olayını yaşamak bizleri çok memnun etti. Diğer güzel bir olayda, bu köyde doğup, büyümüş sonra okumuş, çalışıp para kazanmış insanlar emekli olduktan sonra köylerine geri dönüp faydalı bir şeyler yapmaları. Bence örnek sayılabilecek bir olay. Darısı diğerlerinin başına...
Televizyonun karşısında uyukluyordum ama bir başkası beni görse seyrediyor zanneder. Aklım başka yerlerde dolaşıyordu. Ancak bir süre sonra yavaş yavaş gözlerim televizyondaki programa odaklanmaya başladı. Bir olay dikkatimi çekti. Mekan olarak kullanılan evin duvarlarının hiçbirinde tablo ya da fotoğraf gibi bir şey asılı değildi. Zaman zaman tersine çevrilmiş gümüş aynalara rastlasam da, onlarda bir istisna idi.
Evlerin duvarları
Hani ayakkabı boyacıları insanların ayakkabılarına bakarmış ya, biz ressamlar da evlerin duvarlarına bakarız, bir şeyler asmış mı diye. İzleriz, inceleriz. Bu neden böyle diye epey kafa yordum ama bir türlü nedenini bulamadım. Böyle bir alışkanlık bizim geleneğimizde yok desem, var! Çok önceleri duvarlara halı asılırdı. Hatta biz, değerli sanatçı arkadaşım Prof. Dr. Zafer Gençaydın’la 1970’li yıllarda şöyle bir slogan geliştirmiştik. “Evinizin Duvarlarındaki Halıları Atın, Resim Asın” diye televizyonda konuşmuştuk. Demek ki böyle bir şey varmış ki biz bunu söylemişiz. Ama şimdi ne oldu da böyle oldu çözebilmiş değiliz.
Görsel eğitime katkı
Televizyonda ilgiyle seyrettiğimiz dizilerin iç mekan duvarları da aynen bomboş. Elbette hepsini kastetmiyorum. Yani yüzde doksanı öyle, bir tek tablo asılı değil. Oysa televizyonlarımız programlarında özellikle iç mekanlarda ki duvarlara tablo assalar, görsel eğitime büyük bir katkıda bulunmuş olurlar. Zaten bizde insanlar, arkadaşlarının evindeki duvarlarda tablo görürlerse o zaman resme ilgi gösteriyorlar. Ben 1-2 televizyonda dizi yöneten arkadaşlarla görüştüm. Telif haklarından çekindiklerini belirttiler. Bence geçerli bir neden. Çünkü benim sanatçı arkadaşım bir tv dizisinde arka fonda resmini görünce o dizinin yapımcısından telif hakkı istemişti. Sonra ne oldu bilemiyorum. Ancak bunun bir ortak noktası bulunabilir. Örneğin, bildiğim kadarıyla eğer “Eğitim Amaçlı ve Toplum Yararına” ise böyle eserlerin basım ve yayınına telif hakkı ödenmiyor. Örneğin benim bir çok tablom ders kitaplarında yayınlandı ve bana bir ödemede bulunmadılar. Zaten aksi de olsa ben hemen telif hakkını hiçbir hak talep etmeden verirdim. Ayrıca sanatçı için de çok güzel bir şey.
Ressamlara çağrı
Ben ressam arkadaşlarıma bir çağrıda bulunmak istiyorum. Eğer herhangi bir televizyonda eserinizi gördüğünüzde, bunun ülkemiz insanlarının duvarlarına tablo asmak alışkanlığı oluşturmak için yapıldığını düşünüp, öyle hareket ederlerse, biz sanatçılar için de iyi bir davranış olur kanısındayım. Ayrıca bir de duvara çivi çakmak istemeyen insanlarda var. Onlara bir sözü hatırlatmak istiyorum. “Sanat İçin Çakılan Çivi İz Bırakmaz. Tablo İçin Duvara Çakılan Her Çivi Ülkenin Gelecek Temellerine Çakılan Çividir”
Bunlardan biri de 5 Mayıs – 20 Mayıs tarihleri arasında Denizli’de yapıldı. Denizli’deki çalıştayın benim için iki önemli yanı vardı. Birincisi: benim Denizlili olmam. İkincisi: Türkiye’de ilk kez Anadolu’da bir holdingin bu çalıştayı gerçekleştirmesi.
Denizli Çalıştayı, çalıştaydan daha çok bir sanat şölenine benziyordu. Sanatın hemen hemen her dalında sanatçılar ve akademisyenler davet edilmişti. Örneğin ünlü roman yazarımız Ayşe Kulin çağrılmış, o da gelmişti. Ayrıca değerli sanat tarihi hocalarımız Prof. Dr. Sevim Eti, Prof. Dr. Kıymet Giray ve sanat sosyolojisi hocası Prof. Dr. Sıtkı Erinç gelerek hem öğrencileriyle hem de sanatçılarla birlikte oldular.
Ülkemizde sanatın yeni olması, günümüzde ise hemen hemen üç büyük kentimizde toplanması bence sağlıksız bir gelişme göstergesidir.
Oysa sanat toplumla var olur ve gelişir. Bunun için sanatçıların, hocaların sanatın ülke çapında yayılmasını sağlamak gibi bir görevleri olduğunu hatırlamamız gerekir. Bu bakımdan Denizli’deki sanat çalıştayını tertipleyen Abalıoğlu Holding’in değerli başkanları Ali ve İsmet Abalıoğlu gerçekten çok önemli bir işlevi yerine getirmişlerdir.
Biz, davet edilen sanatçılar olarak onların isimlerine bir de “Mesen” lakabını ekledik. (Bilindiği gibi İtalya’da sanatı Rönesans’tan klasik dönemin başlangıcına kadar destekleyen bir “MEDİCİ” ailesi vardı ki bunlara o dönemde “MESEN”ler deniliyordu.)
HARİKA KÜLTÜR MERKEZİ
Çalıştaya İtalya’dan 5, İsveç ve Hollanda’dan birer olmak üzere yedi yabancı ressam çağırılmış. Bizler de 13 sanatçıydık. Prof. Mustafa Plevneli, Prof. Gündüz Gölönü, Prof. Erol Eti, Prof. Gürbüz Ekşioğlu, Habib Aydoğdu, Bahri Genç, Prof. Ali Candaş, Prof. Leyla Varlı, Merih Tekinbender, Yasemin Sözer ve Denizli’den hem ev sahibi hem de sanatçı olarak katılan Yüksel Hancıoğlu katılan sanatçılardı.
Bu yazımda olayın başka yönünü anlatmak, ortaya koymak istiyorum. Bizler yani eski sanatçılar eskiden şöyleydi, böyleydi diye geçmiş günlerimizden söz etmeyi çok severiz. Hatta anlatırken heyecanlanıp, o anları tekrar yaşarız. Zira günümüz yaşam şeklinde eskinin içtenliğini göremiyoruz. Hele sanatımızın geçmişteki Devlet ve özel şahıslar tarafından olan samimi destekleri, benim hatıralarımda her zaman en önemli bir yeri tutarlar. Yine eskilerden olacak ama bunları da muhakkak anlatmam gerekiyor, çünkü;
Eskiden bir sanatçı Zafer Çarşısı altındaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde sergi açtığı zaman (o zamanlar orada sergi açmak çok zordu, öyle her önüne gelen sergi açamazdı. Bir sürü etaptan geçmek gerekiyordu) Başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, Dışişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve bunlara bağlı Merkez Bankası gibi kurumlar. Ayrıca bankalar birer tablo satın alırlardı. Böylece sanatçıya çok büyük destek sağlanırdı. Ama bu orada sergi açan herekse uygulanmazdı. Elbette o galeride birkaç sergi yapanlar buna dahil olurdu. Hatta devlet sanata ve sanatçıya öyle destek verirdi ki. Çok iyi hatırlıyorum. Dışişleri mensuplarına resim almaları için bakanlık onlara ayrı bir harcama fonu ayırırdı. Mesela ben 1979’da Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde sergi açtığımda tablolarımın bir çoğunu, şimdi büyükelçilikten emekli olan diplomat dostlarım satın almıştı. Hatta zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk sergime gelmiş, resimlerimi çok beğenmiş hatta atölyeme yani evime gelip bana inanamayacağım kadar önemli destek olmuştu. (Ancak hemen şunu da ilave etmem gerekiyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın Eşi Sayın Hayrunisa Gül Hanımefendinin de sanatı desteklediğini belirtmem gerekiyor)
Yani benim söylemek istediğim şu; Sanat bir ülkenin en önemli vitrinidir. Avrupa’nın ya da Dünyanın hangi şehrine turist olarak giderseniz gidin, önce nereye gidilir, elbette müzelere. Oralarda ki tabloları gezerken hem o ülke hakkında bilgi edinirsiniz hem de insanını tanınış olursunuz.
Özet olarak sanatı ve sanatçıyı desteklemek kimseye zarar getirmez hatta fayda getirir.