Paylaş
Bizim üyesi olmak istediğimiz Avrupa, 2’nci Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez bu durumda. Yani ırkçı, yabancı düşmanı bir hastalığın pençesinde. ABD deseniz –benzer sebeplerle- aynı sularda yüzüyor. İşte bu yeni Batı’ya yönelik de, yeni bir “Batı politikası” belirlememiz gerekiyor.
AVRUPA’DA İKİ LAİKLİK ÇATIŞIYOR!
ASLINDA Batı’yla entegrasyonumuz çok daha eskiye dayanıyor. 19’uncu yüzyılda Osmanlı yönetimi Batı’yla flörtü iyice ilerletmişti. Türkiye’nin kurulması ve çok partili sisteme geçişi de, Avrupa’nın yeniden şekillenmesine denk geldi. Çünkü o günlerde 2’nci Dünya Savaşı bitiyordu. Ve Batı, Nazi dönemi kalıntılarını silmek üzere kendini yeniden inşa ediyordu.
Sırf yaşadıkları o karanlık dönemin tekrarlanmaması için kurdular Avrupa Birliği’ni ve Birleşmiş Milletler’i. Ama olmadı. O ırkçı virüs geri geldi. Batı dünyası işsizlik, terör ve mülteci krizi gibi sorunlarını İslam’a ve göçmenlere bağladığı için, İslamofobi ve yabancı düşmanlığı tavan yaptı.
*
İşte tüm bunlar da, Batı’nın kendini üzerine inşa ettiği temeli, yani değerler sistemini alt üst ediyor. Bunların başında da özgürlükler geliyor. Avrupa Birliği bünyesindeki en yüksek mahkeme olan Adalet Divanı’nın geçen hafta aldığı karar, bunun bir göstergesi. Malum, mahkeme işyerlerinde başörtü takılmasının yasaklanabileceğine hükmetti.
Hollanda’da çarşamba günü yapılan seçimin sonuçları da bu gidişatın bir tezahürü. Irkçı söylemiyle öne çıkan Geert Wilders, 5 yıl önceki seçime göre Meclis’te sandalye sayısını arttırdı. Ki bahsettiğimiz kişi, ülkesinde camileri kapatmayı ve İslami simgeleri yasaklamayı vaat ederek oy topladı. Donald Trump deseniz, başkanlığa Müslüman ülkelere vize yasağı getirerek başladı.
Tüm bunlar da, Batı’da özgürlük ve laiklik anlayışının temelden değiştiğini gösteriyor.
*
Aslında Batı’da 2 çeşit laiklik olageldi. 1’ncisi “Anglo-Sakson laiklik” dediğimiz, daha liberal bir versiyon. İngiltere, ABD ve Kuzey Avrupa ülkelerinde bu uygulanageldi. Buralarda kilise ve devlet birbirinden tamamen ayrılıyordu. Yani devlet kiliseyi serbest bırakıyordu. Ve tüm dinler eşit görülüyordu. Ki buna “pozitif laiklik” ya da “pasif laiklik” diyenler de var.
2’ncisi ise Fransız usulü laiklik. Yani bizdeki laiklik. Bunda ise devlet dini adeta zapturapta alıyor. Yani dini ifadeye birtakım kısıtlamalar koyuyor. Ki buna da “aktif laiklik” ya da “negatif laiklik” deniyor.
İşte şimdi Batı, İslam korkusu nedeniyle giderek İslami sembolleri kısıtlıyor. Ve dini ayrımcılık yapıyor. Çünkü bu sınırlandırmayı Hıristiyanlık’a değil, sadece İslam’a yönelik uyguluyor. Yani negatif laiklik gitgide yayılıyor.
TÜRKİYE’NİN YENİ BATI POLİTİKASI
BU da Batı dünyasını bu iki soru arasında bocalatıyor: Tarafsızlık ve özgürlük, özgürlükler kısıtlanarak mı yoksa serbest bırakılarak mı sağlanır?
Mesela aynı Avrupa Birliği Adalet Divanı, geçtiğimiz Temmuz ayında tam aksi yönde bir karar almıştı. Ve, “çalışan kadınların başörtüsüz çalışmaya zorlanmasının ayrımcı ve yasadışı” olduğuna hükmetmişti. Yani Batı tahteravalli gibi bir o tarafa, bir bu tarafa eğiliyor. Dengeyi bir türlü bulamıyor.
Bizim de işte bu yeni Batı’yla nasıl bir ilişki kuracağımızı belirlememiz, eski anlayış ve söylemlerin yerine yeni bir vizyon oturtmamız gerekiyor.
*
Öncelikle, Türkiye Batı’nın bu kafa karışıklığını giderebilecek tek ülke. Çünkü –Salı günü de yazdığım gibi- bu karışıklığı yaratan iki kutbu da kendi içinde barındırıyor. Yani hem Batı dünyasıyla, hem de İslam coğrafyasıyla entegre.
Bu kendimize has özelliğimiz de bize çok önemli bir görev yüklüyor. O da, dünyada yaşanan bu ikilemin aşılmasında bir rol oynamak. Batı’nın tek Müslüman parçası olarak, çoğulculuğun bir sembolü olmak. İslam’ı Batı’da, Batı’yı İslam’da yaşatmak. Bu iki kutup arasında diyalog kanalları kurmak. Ve aralarındaki uçurumu azaltmak.
*
Zaten AK Parti döneminde 2010’lara kadar Türkiye bu işlevi görmüştü. “Yumuşak gücünü” öne çıkararak birçok arabuluculuk rolü üstlenmişti. AB üyelik perspektifi de bunu güçlendiriyordu.
Bu rolü oynayabilmemiz hâlâ mümkün. Ama bunun için her şeyden önce Batı’daki bu krizin bir parçası ve tarafı olarak kendimizi konumlandırmamalıyız. Ve AB ile diyaloğu ve üyelik sürecini yeniden rayına oturtmalıyız. Burada AB’ye de çok görev düştüğünü Avrupalı liderler ve bürokratlar ise unutmamalı.
Paylaş