Olayda kimin veya kimlerin hatası olduğu tartışılıyor. Suçlu aramaya gerek var mı? Tabii ki devlet ve işveren.
Bunu neden söylüyorum, çünkü yaşadığım ülke Danimarka’daki işçi hakları ile ülkemizdeki işçi hakları arasında bir kıyaslama yapıyorum.
Maden işçilerinin giysilerine, kullandıkları araç ve gereçlere bakıyorum. Danimarka’da böyle bir şey görmeniz, yaşamanız mümkün değil.
Öncelikle maden gibi yerin kilometrelerce altına giren, üstelik kömür gibi zehirli ve çıkardığı gaz nedeniyle patlama ihtimali olan bir madde çıkaran insanların, giysileri yanmaya dayanıklı, bir gaz tehlikesine karşı oksijen tüplü, yüzlerinde kimyasal maddelere karşı koruyucu maske olmalıdır.
Bizim madencilerin yüzlerindeki kömür karasını görünce bunun devletin yüz karası olduğunu düşünüyorum.
Toz maskesi ile madene indirilen insanların ciğerlerinin halini düşünmek bile istemiyorum. Bilmek için ciğerlerinin filmini çekmeye bile gerek yok.
Onları madene indirirken insan olduklarını düşünmeyenler suçlu. O insanlara hayat güvencesi, yani işsiz kalırlarsa ömür boyu hayatlarını devam ettirebilecekleri bir maaş alabilme garantisi, sağlık sisteminden ücretsiz yararlanma, çocuğunu ücretsiz okutma gibi haklar tanımayanlar suçlu. İndikleri madende insan hayatı için tehlike yaratabilecek konularda işvereni uyarması durumunda onu işten atmaya hazır olanlar suçlu. İş yerini sık, sık denetlemeyen, denetlese bile işveren lehine kararlar verenler suçlu.
Böyle bir facia Danimarka’da yaşansa ne bakan ne hükümet ne de o iş yeri ayakta kalır.
Parlamento binasında, başbakanlık makamına giden koridorda Rune Eltard-Sørensen adındaki bir Danimarkalı, zamanın başbakanı, şu anda görev süresi sona eren NATO Genel Sekreteri Liberal Partili Anders Fogh Rasmussen ve Dışişleri Bakanı Muhafazakar Partili Per Stig Möller’in üzerine kırmızı boya dökmüştü.
Zanlı hükümetin Irak’ta savaşa sokulmasını gerekçe olarak göstermiş ve “Irak’a müdahalenin yalanlar üzerine gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Rasmussen Başbakan olarak Danimarka’yı savaşa soktuğu için haklı olarak eylemde bulundum” dedi.
Yapılan incelemelerde saldırganın, parlamento binasına aşırı sol Birlik Listesi tarafından sokulduğu oraya çıkmıştı.
Peki, Kemal Kılıçdaroğlu’na saldıran Orhan Ö. Adındaki şahsın parlamentoya girmesine kim yardım etti? Veya saldırı kimler tarafından planlanıp, Orhan Ö. piyon olarak kullanıldı?
Danimarka’da Birlik Listesi saldırganın parlamentoya kendilerinin misafiri olarak alındığını kabul etmişti.
Bence iki saldırı arasında çok olmasa da bu iki suçun parlamento binası içinde işlenmesi açısından bir benzerlik var. Benzer olmayan tek şey saldırının ardındaki kişilerin dürüstlüğü.
Bu arada dikkatimi çeken bir şey daha var. AKP’den istifa eden Hakan Şükür gibi sadece Türkiye değil tüm dünyaya mâl olmuş bir futbolcunun adının Sancaktepe Belediye Spor tesislerinden çıkarılması.
Ziyaret daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Danimarka açısından yararlı geçti. Ancak aynı şeyi Türkiye açından söylemem biraz zor.
En çok dikkatimi çeken şey, Cumhurbaşkanı Gül’ün Kraliçe Margrethe ve ailesini onuruna verdiği ve benim de davetli olduğum konser ve yemekle ilgili davetiyede “Türkiye Cumhurbaşkanı” yazıyor olması. Yani “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” yazıyor olmaması. Anlaşılıyor ki Cumhurbaşkanı Gül de Cumhuriyet kelimesini çıkarmış.
Cumhurbaşkanı Gül’ü diğer ülkelerde de takip eden bir gazeteci olarak hemen şunu söylemek istiyorum bu kez beraberinde getirdiği iş adamları farklıydı.
Gözüm tanınmış büyük iş adamlarını aradı. Örneğin, Stockholm’e gelen, Rifat Hisarcıklıoğlu, Ali Sabancı gibi. Bu kez daha çok Kayserili iş adamları ön plandaydı. Belli ki Abdullah Gül hemşehrilerine bir iyilik yapmak istemişti.
Daha önceki ziyaretlerde Abdullah Gül’e eşlik eden işadamları neden yoktu?
Cumhurbaşkanı ile Kopenhag’a gelen gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenleri de değişikti. Zaten çok az sayıda olan Genel yayın yönetmenleri arasında Enis Berberoğlu ve Fikret Bila dışında öyle isim yapmış bir yazar yada genel yayın yönetmenini göremedim.
Bana göre Kopenhag’a gelmeyenler Başbakan Erdoğan’a ters düşmek istemiyorlar ve hışmından çekiniyorlardı.
Stockholm’e gelen cesur, Avrupa piyasasını iyi bilen, karar vermekte tereddüt etmeyen iş adamları yerine, Kopenhag’da Danimarka firmalarıyla iş yapma konusunda tereddütleri olan iş adamlarını gördüm. Belli ki Danimarka piyasasını da tanımıyorlardı.
Dikkat çekmek istediğim şey, “bayram değil, düğün değil Kraliçe bizi niye öptü?” sorusudur
Danimarka Kraliçesi II.Margrethe Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü neden davet etti? Gül daha önce başka vesilelerle Kopenhag’a geldi ama bu ilgiyi görmemişti. Şimdi Danimarka Türkiye’ye yaptığı ihracatı iki katına çıkarmayı planladığı için, iş dünyasının talebi üzerine Kraliçe Margrethe, Cumhurbaşkanı Abdullah Gülü, ülkesine davet ederek, şaşalı bir program ile karşılanmasını istedi.
Danimarka ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesi açısından ziyaret şüphesiz önem taşımaktadır. Ancak iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesinden karlı çıkacak ülkenin Danimarka olacağı da bir gerçektir.
Rakam verecek olursam 2007 yılında Türkiye’nin Danimarka’ya yaptığı ihracat yüzde 8 artarak 1 milyar doları aşmış, Danimarka’nın Türkiye’ye ihracatı ise 591 milyon dolar civarında kalmıştı.
İstatistik bürosunun son rakamları 2011 yılını göstermektedir. 2011 yılında Türkiye’nin Danimarka’ya ihracatı 881 milyon dolara gerilemiş, Danimarka’nın Türkiye’ye ihracatı ise 732 milyon dolara yükselmiştir. 2013 rakamlarına göre Türkiye Danimarka’ya 5.4 milyar kron, Danimarka Türkiye’ye 4.4 milyar kron ihracatta bulunmuştur.
Başbakan Helle Thörning Schmidt, Başbakan Erdoğan’ın son Danimarka ziyaretinde, Danimarka’nın Türkiye’ye yaptığı ihracatı yüzde 50 arttırmayı planladıklarını ve bu konuda işadamlarına destek verileceğini söylemişti.
Danimarka Türkiye üzerinden Asya ve Ortadoğu ülkelerine ihracatını arttırmak istemektedir.
Gerek Cumhurbaşkanı Abdulah Gül, gerekse Başbakan recep tayip Erdoğan’ın diğer İskandinav ülkelerine yaptıkları ziyaretleri de takip ettim. Gördüğüm bir gerçek varsa, yapılan anlaşmalarda bu ülkelerin Türkiye’ye yapacakları ihracat için istediklerini elde etmiş olmaları, bizim isi bu ülkelere yapacağımız ihracatı arttırmak için istediğimizi elde edememiş olmamızdır.
Bodrum’da borcunu ödemeyen bir ailenin köpeğine haciz konmuş, köpekleri ellerinden alınmıştı.
Aile borçlarını ödeyip köpeklerini almaya gittiğinde, köpeğin çok kısa bir şekilde bağlandığını ağzına da maske takıldığını görmüş o sahneyi de cep telefonuna çekmişti.
Görüntüler televizyon ekranına taşındı. Akşam yemeğimin lokmaları boğazıma düğümlendi “iyi ki artık Türkiye’de yaşamıyorum” dedim.
Hayatım boyunca böyle bir olay ne duydum ne de gördüm. Haciz memurlarına söylüyorum köpekten başka haciz koyacak cisim bulamadınız mı? Bırakın ailenin yaşadığı üzüntü ve acıyı, o köpeğin yaşadığı acıyı hiç düşündünüz mü?
Unutmadığım bir başka olay da Gezi olayları sırasında bir sokak köpeğine biber gazı sıkan polisin resmi idi. Şimdi o polis memuruna diyorum ki o biber gazını çocuğunun yüzüne sık bakalım seni o zaman görelim.
Ben bir hayvan severim. Hele köpekleri o kadar çok severim ki, hayatımı ve tüm varlığımı onlar için harcarım.
Benim de 3 köpeğim var. Önceki yıllarda da hep köpeklerim oldu. Köpeklerimin hepsini ya sokaklardan ya da başka insanların eziyetlerinden kurtardım.
Dila’yı Eda Kara adında bir arkadaşımın aracılığı ile tanıdım. Eda beni, Dila adına bir sergiye davet etti. Dila’nın eserlerinin yer alacağı galeri ve semtini duyunca, daha gitmeden ne kadar başarılı eserlerle karşılaşacağımı tahmin etmeye başladım.
Danimarka’nın en zenginlerinin yaşadığı Kopenhag’ın kuzey semtlerinden Charlotenlund’da, galeri Knud Grote’de ünlü ressamların arasında Dila’nın dört eseri en iyi eserler olarak gösterildi.
Dila henüz 4 yaşında işitmeyi tamamen kaybetmiş, bir yıl sonra da konuşmayı unutmuş. Daha sonra aldığı kitap okuma eğitimi ile normal okullarda okumuş. “Benim için en zor şey öğretmenleri hiç duymuyor, anlamıyor ve dudaklarından söylediklerini okumaya çalışıyor olmamdı” diyor.
12 yaşında Türkiye’de duyma özelliğini tekrar kazanmak için yapılan gelişmiş ameliyatı olan ikinci kişi olduğunu söyleyen Dila, yüzde 50 duyarak, yüzde 50 dudak okuma ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisini bitirmiş.
Kendisine hayran kaldım. Böyle güzel, güzel olduğu kadar da azimli ve tüm engellilere örnek olan bir genç kız her türlü övgüyü hak ediyor.
Kendisi ve sergisi hakkında sadece haber yapmakla yetinmeyip, köşemde onu, diğer engellilere ve ailelerine, hatta normal olan herkese örnek göstermek istedim.
Dila’nın sergidekidört4 eseri sanki fotoğraf makinesiyle çekilmiş kadar detaylı, canlı ve konusu çok iyi seçilmişti.
“Eserlerimde Salvador Dali etkisini görebilirsiniz” dedi. Ama ben onun eserlerinde Salvador Dali’nin eserlerinde olmayan ruhu gördüm.
Geçtiğimiz günlerde, Galler’de Cardiff yakınlarında yaşayan ortanca kızım Verda’ya ziyarete gittik. Ziyaretimizin amacı iki ay önce dünyaya gelen torunum Antoni’yi görmekti.
Biz orada iken, postacı geldi ve büyükçe bir zarf bıraktı. Kızım zarfı açıp içeriğini inceledikten sonra “Antoni için bir ağaç dikmişler” dedi.
Bu ilginç gelişme beni şaşırttığı kadar da memnun etmişti. Torunum için devlet bir ağaç dikmişti. Mektupta sertifika, ağacın dikildiği adresle ilgili bilgiler yer alıyor ve istediğimiz zaman ziyaret ederek Antoni için dikilen ağacı görebileceğimiz yazıyordu.
Öğrendim ki Galler de dünyaya gelen her çocuk için bir ağaç dikiliyor ve o ağaç söz konusu çocukla birlikte büyüyordu. Ağaç dikildikten sonra da ailesine bir sertifika gönderiliyordu.
“Darısı Türkiye’deki çocukların başına” dedim. Gezi parkında, ODTÜ’de yaşadığımız gibi ağaç katliamı yapılmıyor, gençler ağaçları korumak için polisle çatışmak zorunda kalmıyor, tam aksine çocuklar için ağaç dikiliyordu.
Doğrusu bu ilginç ama bir o kadar da güzel ve anlamlı girişimi burada okurlarımızla paylaşmak istedim.
Torunumu ziyaretim sırasında yaşadığım ikinci güzel olay ise, kızımın Zina adındaki Belçika Malinois ve Greyhound karışımı köpeğinin bebek ile dostluğu oldu.
Türkiye’den Danimarka’ya çalışmak için gelen Türklerin hikayesi aslında 1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başına dayanıyor.
Ülkenin Almanya ile karadan birleşik Jyllands yarım adasında yaşayan halkın bir bölümünde Türk genleri olduğu söylenir. Türkler, Anadolu’dan patates tarlalarında çalıştırılmak üzere getirilmişler.
Ama bizim bildiğimiz iş gücü göçü 1960 yıl yıllarda yaşandı. Önce Almanya ve Hollanda, bu iki ülke üzerinden Danimarka’ya gelen Türkler, işçi olarak ve birkaç yıl çalışıp yeterli birikimi yaptıktan sonra ülkemize dönmek üzere gelmişler.
Köylerinde bir tarla ve tarlayı işleyebilmek için bir traktör, bir biçer döver satın almak için çalışmaya gelmişler. Onun içinde dil öğrenmeye gerek duymamışlar. Kimse de o zaman onların dil öğrenmesi ve topluma uyum sağlaması konusunda bir girişimde bulunmamış.
Türklerin ülkeye ilk geldikleri tarihlerde sendika başkanlığı yapmış olan Danimarkalılar “biz Türkleri istasyondan, havaalanından alıp doğru firmaların pansiyonlarına götürmüşüz. Orada bir odada, ranzalarda, belki 5, belki on kişi bir odada yatmış. Sabah kalkıp makine başına, akşam işten çıkıp pansiyona gitmişler, kimseyle ilişki halinde olmamışlar.
Toplumdan uzak bir hayat sürmüşler. Şimdi onları dil öğrenmemekle ve topluma uyum sağlamlamakla suçluyoruz ama asıl suç bizim. Çünkü onları birer insan olarak değil, sadece fabrikalarda çalışan köle gibi görmüşüz” diyorlar
Ama şimdi durum öyle değil. Şimdi parlamentoda iki milletvekilimiz, yerel yönetimlerde 39 belediye meclisi üyemiz, belediye başkan yardımcılarımız, bakanlıklarda daire başkanı ve genel müdürlerimiz, savcılarımız, hakimlerimiz, avukatlarımız, mühendislerimiz, doktorlarımız, cirosu 400 milyon kron olan iş adamlarımız var.
Evet gençlerimiz artık, ebeveynleri gibi işçi olmak istemiyorlar. Ülkenin kendilerine tanıdığı demokratik haklardan, eğitim imkanlarından yararlanıyor yönetici, işveren oluyorlar.