Görünürde büyük çaplı bir savaş olmadığı ileri sürülse de, ülkemiz sıcak çatışma noktaları ile sarılmış durumda, üstelik sınır ötesinde bu sıcak noktalardan birinin tam da içinde. Çözüm için yapıcı, diyaloga ve diplomasiye öncelik veren, mevcut sorunların ertelenmesi ya da çözümünün daha zorlaştırılması yerine ortadan kaldırılmasına odaklanan politikalara ihtiyaç duyuluyor.
Bu durum yıllardır sürüyor. Türkiye Birinci Körfez Savaşı'ndan etkilenmiş ve bunun olumsuz yansımalarını yaşamıştı. Ardından 2003 tarihinden itibaren Irak'ta başlayan savaşta bir milyonun üzerinde sivilin yaşamını kaybettiği belirtiliyor. Milyonlarca insanın yerlerinden edilmiş olduğu da istatistiki verilerde yer alıyor.
Arap Uyanışı ile birlikte Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da başlayan kargaşa bundan daha az bir kayıpla sonuçlanmadı. Aksine, halk ayaklanmalarının Suriye'ye yansıması, Suriye ve Irak topraklarında IŞİD'in estirdiği terör ve Suriye'de giderek tırmanan iç savaş milyonlarca sivili etkiledi, etkilemeye de devam ediyor.
Türkiye, yıllar boyu fedakarca mücadele ettiği, nice şehitler verdiği ve gaziler edindiği terörden bölgenin karmaşık yapısı nedeniyle bir türlü kurtulamıyor. Üstelik, bu mücadeleyi artık bir komşu ülkenin toprakları içinde de sürdürmek zorunda kalıyor. Bu da şehit ve gazilerimizin sayısını her geçen gün artırmaya devam ediyor.
Aynı merkez, 2017 yılının Temmuz ayında da yaz aylarında yaptığı "Türk Dış Politikası Kamuoyu Algıları Araştırması"nın sonuçlarını yayımlamıştı. Bu iki araştırma farklı konularda olsa da, Temmuz ayı anketinin sorularıyla Sosyal-Siyasal Eğilimler anketinin dış politika soruları arasında bazı örtüşmeler mevcut. Bu örtüşmeye dayanarak yanıtların bir arada değerlendirilmesi aslında Türkiye'nin dış politikası hakkındaki kamuoyu algısının son altı ay içinde ne gibi gelişmeler gösterdiğine dair ipuçları veriyor.
Türkiye'nin dostu olarak bilinen ülkelerin nasıl sıralanacakları hakkında sorulan sorulara verilen yanıtlarda Azerbaycan yıllardır açık ara birinci sırada çıkıyor. Bu sıralamada Azerbaycan Temmuz ayında yüzde 71,3 oranında destek alırken, yıl sonunda bu oranın yüzde 67,8'e düştüğü görülse de, "tek millet iki devlet" kavramının etkisini ezici üstünlükle sürdürdüğü anlaşılıyor.
Türkiye'ye tehdit oluşturduğu düşünülen ülkeler sıralamasında ise uzun süre birinci sırada yer alan İsrail'in son iki yıldır ikinci sıraya gerilemiş olması, bu narada ABD'nin Türkiye için en önemli tehdit oluşturan ülke haline gelmiş olması dikkati çekiyor. Temmuz ayında ABD yüzde 66,5 oranında tehdit olarak görülürken, yıl sonunda bu oran yüzde 64,3'e gerilemiş olsa da ABD'nin birinci sıradaki yeri sürüyor. Türkiye-ABD ilişkileri belki de tarihinin en zor döneminden geçiyor ve Türkiye'deki ABD algısı giderek olumsuzlaşıyor.
"Türkiye dış politikasını yürütürken hangi ülke gruplarıyla birlikte hareket etmelidir?" sorusuna verilen yanıtlarda ise önemli bir değişiklik göze çarpıyor. Temmuz ayında "Türki Cumhuriyetler" yüzde 37,4 iken yıl sonunda yüzde 25,4'e gerilemiş ancak ilk sırayı korumuş. "Müslüman ülkeler" yanıtı yüzde 22,4'ten yüzde 15,4'e gerilemiş. Çarpıcı olan ise, Temmuz ayında Türkiye'nin dış politikasını yalnız hareket ederek sürdürmesi gerektiğini düşünenler yüzde 14,7 iken, yıl sonunda yüzde 16'ya yükselmiş. Anlaşılan "değerli yalnızlık" yaklaşımı etkisini giderek artırıyor.
Bu örgütler arasında elbette NATO da var.
NATO 1990'lı yıllardan başlayarak değişen dünya koşullarına uyum sağlamak için kendini sürekli olarak yenilemeye, stratejik konseptini de bu değişimler çerçevesinde geliştirmeye çalışıyor. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve Varşova Paktı'nın ortadan kalkmasından sonra ilk sorulan soru NATO'ya artık ihtiyaç kalıp kalmadığı idi. NATO bu soruya kısa zamanda gereken yanıtı verdi. Çift kutuplu sistemin yıkılmasıyla birlikte beliren yeni tehditler karşısında bir ortak savunma örgütüne olan ihtiyaç bir ortak güvenlik örgütüne olan ihtiyaçtan daha da önemli bir hale gelmişti. Dolayısıyla, NATO hala güncelliğini koruyordu. Üstelik, uluslararası terörün yükselmeye başlaması, devlet-dışı yapılanmaların da istikrar ve güvenliğe yönelik tehditlerini artırması NATO'nun "alan dışı" ya da "beşinci madde ötesi" yükümlülükler üstlenmesini de zorunlu kılmaya başlamıştı.
Avrupa güvenliğinin dengelerini etkileyen en önemli gelişme NATO'nun hızlı genişlemesi olmuştur. Varşova Paktı'nın dağılmasının üzerinden on yıl geçtiğinde bu paktın tüm eski üyelerinin NATO'ya üye olmaları hem Avrupa'da Karşılıklı Kuvvet İndirimi Anlaşması (AKKA) ile sağlanmaya çalışılan askeri dengeleri bozmuş, hem Rusya'nın güvenlik endişelerini artırmıştır.
Bu hızlı büyümenin NATO'nun kendi içindeki dengeleri ve karar alma süreçlerini etkilemediğini savunmak güçtür. Üstelik, aynı hızlı büyüme Rusya'nın NATO karşıtı faaliyetlerini de hızlandırmış ve keskinleştirmiştir. NATO ile Avrupa Birliği'nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası arasında kurulmak istenen ortak mekanizmaların AB üyesi olmayan NATO üyelerini, bu çerçevede özellikle Türkiye'yi olumsuz etkilemesi, ister istemez NATO içinde de bir gevşemeye yol açmıştır.
Çift kutuplu sistemin Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla birlikte sona erdiği, Soğuk Savaş'ın bildiğimiz koşullarının sürdüğünden artık söz edilemediği, uluslararası sistemin kısa bir tek kutuplu geçiş döneminden sonra yavaş yavaş çok kutupluluğa doğru evrildiği birçok çevrede paylaşılan bir görüşü oluşturuyor.
Uluslararası sistemin temel aktörleri olarak devletleri, uluslararası örgütleri, bölgesel örgütleri ve devlet dışı aktörleri saymak mümkün. Çok kutuplu sistemin "kutup"ları olarak ise, askeri ve ekonomik gücünü uluslararası siyaseti etkilemek maksadıyla kullanma yeteneği olan ve bu yeteneğini kullanma konusunda ikna gücü ve inandırıcılığı yüksek olan aktörler öne çıkıyor.
Bu tanımlamadan hareketle, ABD, Çin, Rusya ve diğerleri kadar olmasa da Avrupa, çok kutuplu sistemde en önemli aktörler olarak görünüyorlar. Önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız yeni sınamaların bu güç/etki odakları (ya da kutuplar) arasındaki rekabet, çekişme veya birbirlerini etkileme mücadelesi şeklinde belireceğinden söz ediliyor.
Donald Trump'ın kendine özgü yaklaşımları Trans-Atlantik stratejik ortaklığın Avrupa'lı ortaklarını elbette tedirgin ediyor. Bununla beraber, Avrupa Birliği'nin (AB) geleceğini dağılma eğilimli değil de daha çok dayanışma odaklı bir yenilenme ve güçlenme üzerine kurgulamayı tercih edeceği anlaşılıyor.
Bu çerçevede, ABD'nin hala dünyanın en etkili ekonomik ve askeri güce sahip ülkesi olduğunu, Rusya'nın da Soğuk Savaş ertesi yitirdiği küresel süpergüç konumunu yeniden elde etmek için gayret gösterdiğini belirtmiştik.
Çok kutuplu sistemde "kutup" olarak adlandırılabilecek aktörlerin ya da ülkeler grubunun mutlaka birbirleriyle aynı kapasitelere sahip olmaları gerekmiyor. Örneğin, ABD ile Rusya arasında hala askeri ve ekonomik güç bakımından farklılıklar var. Ancak Rusya, bu alanlarda ABD kadar ileri düzeyde olmasa da, uluslararası sistemi etkileme olanağına sahip olmaya devam ediyor.
Çok kutuplu sistemin koşullarına kendini adapte etmekte güçlük çekmeyen bir aktör de Çin. Özellikle Xi Jinping liderliğinde kendini önemli bir küresel ekonomik güç olarak kabul ettiren Çin'in açılımı önce Afrika kıtasından başlamıştı. Kıtanın zengin kaynaklarından istifade etmeyi hedefleyen Çin'in Afrika'da altyapı projelerine finansman sağladığı, kazandığı ihalelerde de kendi işgücünü kullanarak düşük maliyetle yüksek kar payı elde ettiği biliniyor. Çin aynı zamanda kıtanın doğal zenginliklerinden de yararlanıyor.
Çin'in Afrika'dan sonraki yeni hedefi Avrupa. "Tek Kuşak Tek Yol" projesi ekonomik bakımdan Çin'in dünya ile tam entegrasyonunu sağlamak üzere geliştirilen, kara ve deniz ulaşım koridorları üzerinden Çin'in Batı'ya doğru açılımının altyapısını oluşturan stratejik bir hedefi hayata geçiriyor. Bu proje Çin'den başlayarak Batı Avrupa'da Baltık ülkelerine kadar uzanıyor ve sadece Doğu-Batı hattında değil aynı zamanda Güney-Kuzey hattında da ulaşım ve iletişim alanında Çin'i dünya ile bütünleştiriyor. Çin böylece Avrupa'ya köprü kurmuş oluyor. Bu proje Avrupa ile üniversiteler, düşünce kuruluşları, laboratuvarlar gibi alanlarda geniş bir şebeke oluşturulmasıyla daha da pekişiyor.
Geçen yazımızda uluslararası sistemin giderek çok kutuplu özelliklere sahip olmaya başladığını, Türkiye'nin konumunun da bu gelişmelerden hareket edilerek belirlenmesi gerektiğini vurgulamıştık. Öncelikle bu tespite varmamıza yol açan etkenleri ele almakta yarar var.
Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu sistemi Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte sona erdi. Dünya, kısa bir süre bu değişimin çalkantılarıyla uğraştı ve sistemin yeniden yerine oturmasını bekledi. Bu geçiş döneminde ABD'nin dünya üzerinde askeri ve ekonomik bakımdan en güçlü devlet olarak tek başına kaldığı, sistemin adeta tek kutuplu bir düzene dönüştüğü ileri sürüldü.
Oysa bu dönem aslında sistemin henüz tam yerleşmediği, temel parametrelerinin belirginleşmediği bir geçiş dönemi idi. ABD'nin uluslararası örgütler, bu anlamda Birleşmiş Milletler, NATO ve AGİT gibi kuruluşlar üzerinden çözemediği sorunları çözmek için kendi liderliğinde başlattığı "gönüllüler koalisyonları" deneyimleri bu geçiş döneminin önemli özellikleri arasındaydı. Ancak bu deneyimler ABD'nin küresel düzeyde imajının olumsuz etkilenmesine ve yıpranmasına da katkıda bulundu. Obama dönemi bu farkındalığın yaşandığı ve ABD'nin "müdahaleci" yaklaşımlarının olabildiğince azaldığı bir süreç olarak geçti.
ABD’nin tek kutup olarak görüldüğü ve askeri güç kullanımını azalttığı süreç uluslararası dengelerin biraz daha yerine oturmasına yol açtı. Bu süreç aynı zamanda Rusya'nın kendini toparlamasına da yardımcı oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının yarattığı psikolojik travmadan kurtulan Rusya, Putin'in önderliğinde yeniden uluslararası ilişkilerde etkin olmaya başlayınca, tek kutuplu görüntünün geçiciliği de anlaşıldı. Yeni dönem ABD ile Rusya arasında yeni bir iki kutupluluk yerine birden fazla, ancak birbirleriyle tam olarak eşit sayılamayacak güç odaklarının bir tür etki alanı yaratma mücadelesine doğru evrildi.
Karadeniz, Kafkasya, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz havzası bu etkileşimin önde gelen parametrelerini oluşturur. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bu bağlamda diğer ikisinden hep birkaç adım önde yer almıştır. Bugün de öyle olmaya devam ediyor.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da yedi yıl önce başlayan Halkların Uyanışı dalgası Suriye'ye ulaştığından beri sınırlarımız etrafında görülen gelişmeler Türkiye'nin bölgeye ilişkin gündeminin belirlenmesinde önem kazandı. Suriye odaklı gündeme dayalı gelişmeler de Türkiye'nin dış politikasının parametrelerinde şiddetli sarsıntılar oluşturuyor.
Bu sarsıntılar Türkiye'nin NATO başta olmak üzere ittifak ilişkilerini ve müttefikleriyle ikili ilişkilerini etkiliyor. Aynı şekilde, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerine de olumsuz yansımalarda bulunuyor. Üstelik, Türkiye'nin dış politikasında alışılmadık bir sapma göstererek İran ve Rusya gibi bölge ülkeleriyle yakınlaşmasına yol açıyor. Bu yakınlaşma da NATO, AB ve müttefiklerle ikili düzeydeki ilişkilerde görülen genel olumsuzluğu daha da pekiştiriyor.
Türkiye'nin ABD ile olan ilişkilerinde görülen inişli-çıkışlı seyir 2003 yılından beri güçlü bir dalgalanmanın etkisinde. Irak'ta başlayan bu dalgalanma, Suriye sorunsalı sebebiyle son zamanlarda daha da hızlandı. Bugün Türkiye-ABD ilişkilerinde gerginlik yaratan bir çok dosya var. Gün geçmiyor ki bu dosyaların yarattığı olumsuzluklar Ankara'nın serzenişlerine yol açmasın.
Bu haberler iki konuda önemli soru işaretlerinin belirmesine yol açıyor. Birinci soru, Türkiye ile Rusya'nın ortaklaşa garantörlüğünü üstlendikleri ve İran'ın da nispeten desteğinin beklendiği İdlib çatışmasızlık bölgesi uygulaması hayata geçiriliyor mu yoksa bu konuda bir aksama mı var?
İkinci soru ise şu: Şam yönetimi ile muhalefet güçleri arasında İdlib'te (ve Suriye sathında üç bölgede daha) çatışmasızlık bölgesi uygulamasıyla akan kanın durdurulması ve Cenevre'de barış görüşmeleri için uygun bir ortamın yaratılması hedefleniyordu. Bu görüşmelerin hazırlanması için de Rusya tarafından Soçi'de Ocak ayının sonunda Suriye'deki tüm ilgili tarafların davet edilecekleri bir toplantı yapılması öngörülüyordu. Bu toplantı yapılacak mı yoksa yapılmayacak mı?
Suriye'de geçen hafta başlayan ve hızlanan çatışmalarla ilgili haberlerden hareket edildiği takdirde bu soruların ikisine de olumlu yanıt verilemeyeceği anlaşılıyor.
İdlib'teki çatışmasızlık bölgesinin kurulması ve denetimi görevinin yürümediği belli. Suriye kuvvetlerinin kah bombardıman, kah Rus desteği, kah karadan küçük ilerlemeler suretiyle çatışmasızlık durumunu ihlal eden davranışlarının dengeleri bozduğu anlaşılıyor. Oysa çatışmasızlık bölgesinin dinamikleri Türkiye'nin İdlib'in kuzeyinden itibaren gözetim noktaları kurması sırasında Rusya'nın da Suriye kuvvetlerinin mevcut statükoyu bozacak adımlar atmalarını önlemesi üzerine kurulmuştu.