Türkiye'den bakıldığında "Avrupa" kavramının nasıl tarif edildiği tarif edene göre değişiyor. Avrupa'ya kurumsal açıdan bakıldığında akla önce AB ve NATO geliyor. Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerinin kurumsal boyutunu sadece bu iki kuruluşun oluşturduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Kamuoyunun da bu iki kurumun işlevsel bakımdan birbirlerinden farklı olduklarını kavramaları gerekir. Esasen, NATO da sadece Avrupa değil bir Avrupa-Atlantik kurumudur zira ABD ve Kanada'yı da içerir.
Türkiye'den bakıldığında bir diğer önemli Avrupa kurumu olan Avrupa Konseyi'nin NATO ve AB kadar önemsenmediği hissediliyor. Türkiye'nin küresel sistemle bütünleşmesinin diğer boyutlarını oluşturan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi örgütler ise daha da geri plana düşüyorlar.
Avrupa ile son zamanlarda ikili ilişkiler açısından yaşanan krizlerin, örneğin Almanya, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerle yaşanan gerginliklerin dönemsel olduğunu sanmak ve bunların zamanla düzeleceği varsayımından hareket etmek Türkiye'nin dış politikasında giderek artan bir yanılgı haline gelmeye başladı. Diplomasi dilinden uzak ve ulusların duyarlılıklarını doğrudan etkileyen söylemlerin yarattığı incinme ve yıpranmaların çabuk unutulacağı varsayımı da aynı yanılgının parçası.
Avrupa'ya bakarken ikili ilişkiler ile kurumsal ilişkilerin birbirlerini bütünlediği de gözden kaçırılıyor. Örneğin, AB ile ilişkilerde tıkanıklıklar yaşanmasında üye ülkelerle ikili düzeyde yaşanan sıkıntıların rol oynayabileceği anlaşılamıyor. Avrupa'nın Türkiye'ye bakışının asla dostane olmadığı varsayımı da Türkiye-Avrupa paradigmasının neredeyse temel verisi olarak kabul ediliyor.
Avrupa ile ilişkilerin canlanmasında Fransa'nın rol oynaması Avrupa-Türkiye ilişkilerindeki dinamiklerin değiştiğine de işaret ediyor. İki ülke arasında elbette tarihin derinliklerine uzanan köklü, yüzyıllara dayanan bir ilişkiler yumağı söz konusu. Ancak Türkiye-AB üyelik müzakerelerinin başlamasından sonra bu süreçte Türkiye'nin önünü tıkayan ülkelerin başında Fransa'nın gelmesi bu tarihi birikimle uyumlu bir görüntü vermedi.
Sarkozy döneminde Türkiye'nin AB ile üyelik müzakerelerinde beş faslın açılmasına engel çıkaran Fransa, Hollande'ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra bu tutumunu biraz yumuşatsa da, Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinde önemli bir kolaylaştırıcı olamadı.
Yeni Fransa Cumhurbaşkanı Macron hem Avrupa'ya hem Avrupa'nın Türkiye ile olan ilişkilerine bakışa yeni bir tarz ve yeni bir dinamizm getiriyor. Ancak bu yeni tarz ve dinamizmin Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerindeki tıkanıklıkların aşılmasına yardımcı olmaya yetmeyeceğini de kabul etmek gerekiyor. Türkiye'den beklentilerin ne olduğu daha önce de dile getirildi. Bu konuda AB Komisyonu, AB Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Almanya başta olmak üzere bazı üye ülkeler çeşitli girişimlerde bulundular.
Bugün Türkiye'nin Brüksel ile de başka bir AB ülkesinin başkenti ile de ilişkilerinin mükemmel olduğunu söylemek zor. Almanya'da yeni hükümetin kurulması çalışmaları sürüyor. Ayrıca, Türkiye-Almanya ilişkileri de tarihinin en zor dönemini geçiriyor. Bu koşullarda, Fransa "iş başa düştü" anlayışıyla harekete geçmek zorunda kalıyor. Türkiye'nin Avrupa'dan kopmasının ne gibi sakıncaları olacağının, Fransa'da dahi Türkiye'de olduğundan daha iyi anlaşıldığını görmek umut veriyor.
Geçen yazımızda Elcano Enstitüsü'nün Avrupa'nın geleceğine dönük bazı senaryoların incelendiği raporundan söz etmiştik. Avrupa'nın başarısızlığı üzerine kurulu karamsar senaryo gibi, raporda bir de Avrupa'nın başarısına dayalı iyimser senaryo var. Bu senaryonun temeli başlıca üç gelişme üzerine oturtuluyor.
Birinci gelişme Avrupa Birliği'nin son yıllarda içinden geçmekte olduğu çalkantıların çözümlenmesi ve "çok vitesli" olmasa dahi en azından iki vitesli bir Avrupa modelinin ortaya çıkması. Bir yandan Brexit'in yarattığı yeniden yapılanma, bir yandan eski Doğu Avrupa blokunda yer alıp da AB'ye yeni üye olan ülkelerde görülen populist ve milliyetçi akımların nispeten otoriter rejimlere doğru evrilmeleri AB'nin içinde bir çekirdek grubun kuruluş ilke ve prensiplerine sahip çıkmalarına ve bir Avrupa Federasyonu oluşturmalarına yol açıyor.
Almanya'nın önderliğinde, böyle bir federasyonda yer almaya muktedir ve istekli ülkelerin bir araya gelmeleriyle oluşan bu çekirdek grubun iç halkası Avro bölgesi içinde kalmaya ve makroekonomik alanda istikrarı sağlamak için ayrı bir bütçeye sahip olmaya devam ediyor. Bu iç halkada yer alan ülkeler savunma alanında daha sıkı bir işbirliği geliştiriyorlar. Dış halka ise daha gevşek ve özellikle Serbest Pazar'a odaklı bir oluşum halinde devam ediyor.
İkinci olarak, Avrupa'nın bu şekilde kendini iki katmanlı biçimde de olsa toparlayarak uluslararası alanda yeniden önem kazanması, çok kutuplu sistemin etkin bir aktörü haline gelmesi sonucunu doğuruyor. ABD, her ne kadar NATO içinde Avrupa'ya karşı olan taahhütlerindeki isteksizliği artırsa da, bir süre sonra iki taraf trans-Atlantik ilişkilerin vazgeçilmezliğini kabul etmek zorunda kalıyorlar. Ancak yeni parametreler, Avrupa'nın hem ABD ile hem Rusya ve giderek dünya üzerinde etkinliğini artıran Çin ile işleme dayalı bir ilişki mekanizması oluşturmasına yol açıyor.
Bugün Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi birçok kuruluş Avrupa'nın bu trajik deneyiminin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bütün bu kurum ve kuruluşların temel gayesi de Avrupa'da ve dünyada barışı korumak ve yirminci yüzyılın acı tecrübelerinin bir daha yaşanmasını engellemek olmuştur.
2018 Birinci Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100. Yıldönümü olacak. İkinci Dünya Savaşı biteli ise yetmiş yılı geçti. Ancak birçok siyasi gözlemci bu iki büyük dünya savaşının öncesinde yaşanan gelişmelerle bugünkü dünya koşulları arasında benzerlikler olduğunu ileri sürmekten geri kalmıyorlar. Bu görüşler ister istemez 2018'in daha henüz başında dünyanın gidişatı ile ilgili iyimser bir bakış açısının öne çıkmasını engelliyor.
Madrid'de bulunan Elcano Enstitüsü Brüksel'deki bürosuna Avrupa'nın geleceğine yönelik çeşitli senaryoları tartışan bir rapor hazırlattı. Bu raporda ele alınan senaryoların arasında "kabus senaryosu" olarak adlandırılan ve Avrupa'nın başarısızlığına dayandırılan bir gelecek tablosu dikkati çekiyor.
Söz konusu senaryo on yıl sonra NATO ve AB'nin dağılması üzerine kurulu. Bu senaryoda ABD'nin Trans-Atlantik güvenlik yapılanmalarından kendini soyutlayacağı, Avrupa'nın güvenliğini Avrupa ülkelerinin üstlenmesi gerektiği tezine dayalı bir dış politika ve güvenlik politikasını uygulayacağı ileri sürülüyor. NATO'nun dağılmasının nedenleri olarak, Trans-Atlantik ilişkilerdeki kopmanın yanı sıra, Çin ile ABD arasında yeni bir kutuplaşmanın ortaya çıkması, Avrupa'nın bu kutuplaşmada ABD'yi desteklememesi, Rusya'nın Avrupa ile olan ilişkilerindeki çatışmacı yaklaşımlarına son vermesi, bütün bu gelişmelerin de NATO'nun varoluş nedenini zayıflatması gösteriliyor.
Maçın ilk yoklama çeyreğinde iyi savunma sonucu kapılan topları sıcak ellerle sayıya dönüştürerek skor liderliğini ele geçirdik ama keyfini süremedik. Rakibe ritmini yakalatmamaya dikkat ettik ama süper genç yıldızları Doncic takımını ikinci çeyrekte sırtlarken savunmalarını sertleştirerek oyuna ortak oldular.
UNUTALIM BU GECEYi
- REAL’in nerdeyse tamamı sakat olan aslarından yoksun olmasına ve savunma liderleri Tavares’in çift sportmenlik dışı faulle oyun dışı kalmasına rağmen bu avantajımızı kullanamadık. İkinci yarıda Real sazı tamamen Doncic’e teslim etti. Campazzo’nun cinliği ve olay çıkarma uzmanı Reyes’in pota altı uyanıklığı ile konuk ekip momentum kazandırdı. Biz pota altına yüklenmeyi akıl edemezken Thompkins boyalı alan sayılarıyla maçı kırmamıza izin vermedi. Kaçan turnikelerimizin yanı sıra Vesely’nin gereksiz sinirlenmesi akşama tuz biber ekti. 7 saniye kala top bizdeyken maçı uzatamadan yılın son maçını başımız önümüzde kapadık.
Avrupa ile Ortadoğu arasında yer alan Türkiye'nin bu iki coğrafyanın karşılaşacakları gelişmelerden etkilenmemesi beklenemez. Dolayısıyla, öncelikle Türkiye'nin çevresinde yaşanan ve yaşanabilecek olası gelişmelere odaklanmakta yarar var.
Avrupa son yıllarda hem kendi içinden hem dışarıdan kaynaklanan çeşitli krizlerin etkisinde kaldı. 2008 yılından itibaren dünyayı sarsan mali krizin olumsuz etkileri yavaş yavaş azalıyor olsa da, Avrupa'nın hala çözümlenemeyen sorunları var. Bunların başında Rusya ile Batı ülkeleri arasında yeniden oluşmaya başlayan ve Soğuk Savaş dönemini hatırlatan gerginlikler geliyor.
2008 yılında Gürcistan, 2014 yılında da Ukrayna'da yaşanan ve Rusya'nın kazanç hanesine yazılan gelişmeler Doğu-Batı dengesini yeniden dünya uluslararası sisteminin odak noktası haline getirdi. Silahlanma olanca hızıyla devam ediyor. Rusya, Karadeniz ve Batı'ya doğru uzanan eski Sovyetler Birliği coğrafyasındaki etki alanını yeniden genişletmeye başladı. Bu durum, Soğuk Savaş döneminde Doğu bloku içinde yer alan ancak son yıllarda NATO ve AB üyeliğine kavuşan bazı Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde tedirginlik yaratıyor.
Batı Avrupa'nın daha yeni yeni aşmaya başladığı ekonomik durgunluk ise bir yandan himayeci ve içine kapanık eğilimleri, bir yandan da popülist politikaların etkisiyle siyasi partilerde merkezden sağa doğru hızla yayılan bir kayma sonucunu doğurdu.
Türkiye'nin ekonomik büyümesinin yılın üçüncü çeyreğinde dünyadaki en yüksek düzeye eriştiği, bu yılın sonunda da Türkiye ekonomisinde oldukça yüksek bir büyüme hızının yakalanacağı söyleniyor. Ancak enflasyonun giderek artması, işsizlik oranlarının yüksek olması, dört kişilik bir ailenin geçimi için gerekli gelirin hala kolay erişilebilir düzeyde olmaması dönüp dolaşıp asgari ücret tartışmalarını etkiliyor. Sendikalar yüksek rakamlar talep ediyorlar, hükümet ise her zaman olduğu gibi pazarlığı minimum düzeyde tutuyor.
Asgari ücreti, "emeğin, ülkenin ekonomik olanakları ve kaynakları ile orantılı olarak, olabildiğince adil bir şekilde belirlenen karşılığı" şeklinde tarif etmek yerinde olur. Hiç bir ülkede, hiç bir zaman emeğin karşılığının tam olarak takdir edilebildiğini ya da adil bir şekilde verilebildiğini söylemek mümkün değil. Geçim endeksi açısından bakıldığında da asgari ücretin dört kişilik bir ailenin geçimini sağlayacak bir rakam olmasını beklemek hayalcilik olur.
Konuya insan hakları açısından bakıldığı takdirde başka bir yol var. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 25. Maddesinin birinci paragrafı şöyle diyor: "Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir."
Bu anlayıştan hareket edildiğinde her bireyin böyle bir güvenliğe sahip olması gerektiği, bunun da bir insan hakkı olduğu açıklıkla anlaşılıyor. İnsanlığın yaşamını sürdürme mücadelesinde bugün ulaşılan temel insan hakları ve demokrasi anlayışı doğrultusunda artık yepyeni bir kavramdan söz ediliyor: "Evrensel Temel Gelir".
Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin uyumlu ve çatışmasız bir anlayışla gelişmesi için gereken ekonomik, siyasi, kültürel birikim ve deneyime Türkiye'nin tarihsel olarak sahip olduğu söylenebilir. Son yıllarda bunlara bir de enerji konuları eklendi. Doğu'nun zengin hidrokarbon kaynaklarının işletilerek dünya pazarına ihraç edilmesi ve bu bağlamda Batı'nın ihtiyaçlarını karşılayan önemli bir tedarikçi haline gelmesi Türkiye'yi bir de bu konuda iki coğrafya arasında önemli bir fiziki birleştirici konumuna sokuyor.
Türkiye'nin bu konumunu bir transit ülke olarak mı yoksa bir ticaret merkezi olarak mı sürdüreceği güncel bir tartışma haline geldi. Bazı gözlemciler Türkiye'nin coğrafi konumunun onu mükemmel bir transit ülke yapacağı görüşünü savunuyorlar. Genellikle Türkiye'nin dışındaki kaynaklar tarafından dile getirilen bu görüşlerin günümüz dünyasında ülkemize aktif bir enerji denklemi aktörü statüsü kazandırması zor.
Öte yandan, Türkiye'nin bir "enerji ticaret merkezi" haline gelmesi görüşünü savunanların ise kafalarının karışık olduğu anlaşılıyor. Enerji üretiminde yararlanılan kömür, petrol, doğalgaz gibi hammaddelerin birinin ya da birkaçının ticaretinin merkezi olmak mümkün ancak bunların kullanılmasıyla üretilen enerjinin ticaret merkezi olmak değil Türkiye'ye, dünya üzerinde başka ülkelere de pek nasip olmuş bir özellik olarak görülmüyor.
Türkiye Avrupa'nın ve dünyanın önde gelen doğal gaz ithalatçısı ülkelerden biri. Bu özelliği ile bir doğalgaz ticaret merkezi haline gelebilme şansı oldukça yüksek. Bunun için elbette Türkiye'de enerji piyasasının liberalleşmesi kadar Türkiye'nin doğalgazı depolama kapasitesinin de ticaret merkezi olmayı hedefleyen bir ülkede olması gereken düzeye yükseltilmesi gerekiyor.