Geçen hafta neredeyse her teknoloji blog’unda gençler arasında artan şekilde görülen, bilim insanlarının tam olarak açıklayamadığı bulaşıcı bir tik vakasından söz ediliyordu. Yanı sıra bir de ‘Zoom dismorfisi’ olarak tanımlanan, insanların benlik algısını rahatsız eden bir sendrom ortaya çıktı. Ortak noktaları, stresli pandemi atmosferinde ekran bağımlılığının çoğu genci tuhaf hallere sürüklemesi...
Kökeni genetik bozukluklara dayansa da tiklerin bulaşıcı olabildiği bilinir. Göz seyirmesi, istemsiz el kol ve baş hareketleri gibi tikler, belli kelimeleri ve cümleleri durmadan tekrar etme şeklinde de ortaya çıkabiliyor. Şayet tikli biriyle yeterince vakit geçirirseniz, bir süreliğine de olsa ondan tik kapmanız olasıdır. Önce İngiltere, daha sonra ABD, Almanya, Avustralya, Kore gibi ülkelerde de tespit edilen özel vakalar, tiklerin sosyal medya aracılığıyla bulaşabildiğini gösteriyor. Başta Z kuşağı mustarip; özellikle kadınlar etkileniyor.
İngiltere’deki vakaları merceğine alan medya şirketi Vice’ın haberine göre gençler arasında yaygınlaşan tiklerin sorumlusu, pandemiyle doğan belirsizlik ve stres atmosferi. Konuyla ilgili çalışma yayımlayan Great Ormond Street psikiyatrlarına göre pandeminin gençler üzerindeki etkisi yetişkinlere nazaran daha farklı seyrediyor.
VAKALAR 10 KAT ARTMIŞ
“Artan ölüm vakaları, dışarıda kol gezen enfeksiyon ve virüs... 14 yaşındaki bir insan için oldukça vahşi bir atmosfer” diyor Dr. Suzan Gibson. Bir yıl boyunca arkadaşlarından ayrı kalmak ve belirsizliğin yarattığı anksiyetenin tik vakalarını tetiklediği düşünülüyor.
Önce tuhaf sesler çıkarmaya başlayan, birkaç hafta sonra istemsiz biçimde sınıfta eşyaları fırlatacak kadar ilerleyen tikleriyle kliniğe kaldırılan lise çağındaki Sadie, İngiltere’de kayda geçen ilk vakalardan biri. Bir gece ansızın boynundaki ve dilindeki hareketleri kontrol edemez hale gelen 14 yaşındaki Freya ise yaşadığı durumu “Gözünü kırpmamaya çalışmak gibi imkânsız bir şey” olarak tarif ediyor. Pandemi öncesinde gençler arasında yüzde 2-3 oranında görülen vakalar pandemi sonrasında tam 10 kat artışla yüzde 25-30 seviyelerine yükselmiş. Gençlerin pandemiden tek kaçış noktası haline gelen sosyal medya ve internetse durumu tam bir kısır döngüye sokuyor. Tikli hallerini ailesinden gizleme eğilimi gösteren gençler, normalleşmek umuduyla durumlarını videolarla paylaşmaya yöneliyor. İyice bulaştırıcı bir tuzak...
Henüz kapsamlı bir araştırma yapılmamış olsa da TikTok ve YouTube’da izlediği videolardan ‘tik kaptığını’ bildiren gençlerin sayısı oldukça fazla. Öyle ki tiklerle ilgili paylaşımlarda 3.2 milyar görüntülemeyle başı çeken popüler platformun bu bölümüne gençler ‘Tic-Tok’ demeye başlamışlar. Tuhaf tikleriyle popüler olan ABD’li liseli bir gencin YouTube kanalında 3 milyondan fazla abonesi var. Gençler bu videoları çok fazla izleyince yeni tikler de kapabiliyor.
Teknolojinin hayata karışması, seyirlik olmaktan çıkıp araç gerece dönüşmesi demek. ‘Deepfake’ ilkin 2017’de Hollywood yıldızlarının porno film karelerine yerleştirilmesiyle gündeme gelmişti. Yakın zamana kadar bir ‘tekno-şaka’ olan deepfake, şimdilerde birbirine zıt iki uçtan gerçek hayata karışmaya başlıyor:
İş dünyası ve siber suçlar... Bugün sahip olduğumuz teknolojiyi büyük oranda savunma sanayisine borçluyuz. Dijital teknolojideki büyük gelişmeleri icat eden veya herkesten önce kullanıma alanlarsa çoğunlukla ‘hacker’lar oluyor. Siber suçlular, deepfake’i bir internet oyuncağı olmaktan çıkarıp güçlü bir güvenlik tehdidi haline getirmeyi başardı.
FBI, martta gelecek 8-12 ay içinde deepfake temelli siber suçların ortaya çıkacağını bildirmişti. Konuyu gündeme alan Venture Beat portalının haberine göre deepfake marifetiyle siber atak dönemi resmen başladı. Bilinen ilk deepfake dolandırıcılığı Eylül 2019’da yaşanmıştı. Adı açıklanmayan bir İngiliz enerji firmasının CEO’su, patronunun sesini taklit eden bir telefon konuşmasıyla 220 bin sterlini istenen banka hesabına aktarmıştı. Telefonun diğer tarafındaki yapay zekâ öyle başarılıydı ki Alman patronun belirgin aksanını taklit edebilmişti. Dolandırıcılığı kimin yaptığı bulunamadı.
Ses taklit yöntemi, siber suçlular tarafından güvenilir kişi veya kurumlardan gelmiş gibi görünen ‘phishing’ (yemleme) mesajlarında kullanılıyor. Yaygın kullanılan kurumiçi iletişim platformları, takım liderlerinin sesli mesajlarla çalışanlarına direktif vermesine olanak sağlıyor. En doğru anı kollayarak tam zamanında araya sızan siber suçlular, ses taklitleriyle çalışanlara kendi amaçlarına yönelik talimat verebiliyor. ‘Görevimiz Tehlike’ filmlerini andıran dolandırıcılık yöntemleri yüz tanıma teknolojilerini de alt etmeyi başarıyor. İstedikleri kişilerin fotoğraflarını manipüle eden siber suçlular, sentetik kimlikler üretip kimlik doğrulama sırasında yüz tanıma kullanan finans sistemlerini hedef alıyorlar. Kredi takip şirketi Experian’ın raporuna göre sentetik kimlik sahteciliği yöntemi, en hızlı gelişen finansal suç türü. Siber suçlular deepfake tekniklerini ‘derin internet’te başkalarının kullanımına da sunuyorlar.
“Hayata pornoyla atıldı, siber suçlara alet oldu.. Ne menem şeymiş şu deepfake!” demeyin... Renkli bir iletişim yöntemi olarak karşılık bulduğu yer; iş dünyası. Wired dergisinin haberine göre uluslararası şirketler Zoom toplantılarını, kurum içi iletişimi ve sunumları canlandırmak için deepfake tekniğini kullanmaya başlamış. Sektörün öncüsü, Ernst&Young olarak bilinen EY, İngiliz startup Synthesia ile ortak bir sunum yöntemi geliştirmiş. Adı ‘Yapay Gerçeklik Kimliği’ (ARI). Çoğu üst düzey yönetici olan EY müşterileri, sentetik dublörlerini e-postalarını canlandırmak ve sunumlara samimiyet katmak için kullanıyor. Global şirketler, farklı dillerde video sunumları hazırlayabiliyor. Örneğin, bir müşteri Japonya’daki ortaklarıyla Zoom toplantısına Japonca konuşmayla başlayarak samimi bir bağ kurmayı başarmış. ‘Sentetik dublörler’ elbette gerçekmiş gibi yapmıyor, izleyenler kurgu olduğunu biliyorlar. Amaç şaşırtmak ve teknoloji marifetiyle etkilemek.
İnsanların bilgisayarlarla, yapay zekâlarla yarıştığı sahnelere filmlerden alışığız. Geçen hafta Spotify üzerinden açılan bir konu, algoritmalar (yazılımların bir amaca ulaşmak için izlediği yol) ve insanları bir kez daha karşı karşıya getirdi. Hürriyet Kelebek müzik yazarı Sinem Vural, pandemi döneminde müzisyenlerin başlıca gelir kapısı haline gelen Spotify hakkında merak edilenleri Türkiye’den sorumlu müzik direktörü Melanie Parejo’ya sordu.
Spotify’ın editoryal seçimlerle oluşturulan çalma listelerindeki eşitsizlik iddialarını da gündeme taşıdı. Parejo’nun, tüm dünyadaki şarkıları bir grup editörün seçtiği bilgisini paylaşması dikkatimizi çekti. 150 kişinin on binlerce şarkıyla başa çıkması mümkün müydü? Biz de insan mı algoritma mı daha çok çalışıyor sorusuyla birlikte konuyu masaya yatırmaya karar verdik...
Radikal gazetesinde müzik yazıları yazdığım yıllarda Sinem’le sayısız etkinlikten mesai arkadaşlığımız vardır. Fikrini alırken ilk olarak “Bu sistemden şikâyet eden müzisyenlerin hepsi rap’çi mi” soruma yanıtı “Evet” oldu. Tahmin ettiğim gibi iddiaları çoğunlukla rap müzisyenleri ortaya atıyormuş. Algoritmalar için olmasa da bizim için anlamlı bir veri.
Algoritma denince akla ilk gelen mecralardan Spotify, rollerin iç içe geçtiği bir ekosisteme sahip. Müzisyenler hem tedarikçi hem paydaş konumunda, editörler hem insan hem algoritma olabiliyor, dinleyicilerse veri üreticisi konumunda bulunuyorlar. Şarkıların dinlenebilirlik değeri Spotify’daki en kıymetli veriyse, bu veriyi dinleyiciler üretiyor. Algoritma da makine öğrenimiyle veriyi anlamlı ve kişisel odaklı hale getiriyor.
Ancak Spotify bir yapay zekâ değil. Yapay zekâ olmadığını editörlerin varlığından anlıyoruz. Sinem’den öğrendiğime göre, editörler müzisyenlerin keşfedilmesini sağlayan popüler çalma listelerinin oluşmasında rol oynuyor. Teknoloji de onlara destek veriyor. Örneğin, 40 parçalık bir çalma listesinin oluşması için editörün ilk 10 şarkıyı girmesi yeterli. Gerisini Spotify içerideki benzer müziklerden öneriyor ve liste tamamlanıyor. Gelgelelim veryansın eden müzisyenlerin şarkıları algoritmanın radarına girmemişse yapacak bir şey bulunmuyor.
Pekâlâ, bu algoritma iyi müziği neye göre seçiyor? Müzik insanın duygularına ve ruhuna hitap eder. İyi müzik sunma işindeyseniz şarkıları gerçek, deneyimli insanların dinlemesi ve seçmesi gerekir. Dinleyicilerin gücü işte burada ortaya çıkıyor. Spotify’ın gizli emekçileri olan dinleyiciler olarak bir şarkıyı yeniden çaldığımızda veya dinlemeyip geçtiğimizde tercihlerimizi algoritmaya öğretmiş oluyoruz.
Ben de Spotify Türkiye’ye algoritmayla insan seçkisi arasında nasıl bir oranlama yaptığını sordum. Gelen yanıt; sayısal oranlardan ziyade liste mekanizmasının genel hatlarıyla ilgiliydi. Haftalık ‘Keşif’, ‘Radar’ gibi kullanıcıya özel listeler tamamen algoritma tarafından oluşturuluyor. 3 binden fazla çalma listesiyse deneyimli bir editoryal ekip tarafından trendlere bağlı olarak, veri grafikleri ve tabloların yardımıyla oluşturuluyor. Yeni olansa editör ve algoritma işbirliğiyle oluşturulan ‘algotorial’ listeler. Bu listeler editörlerin seçtiği şarkıları kullanıcılara göre özelleştirebiliyor.
Yazar Neal Stephenson, kahramanların gerçek dünyanın tatsızlığından kaçmak için girdikleri üç boyutlu dijital dünyaya ‘metavers’ adını veriyor.
Dünyanın yeni bir gerçekliğe ihtiyacı var. Peki, tek güvenli, eğlenceli ve sosyal kaçış yerimiz, dijital dünyaların birbirine bağlandığı, yeni ve ‘öte bir sanal âlem’ mi olacak? Facebook CEO’su Mark Zuckerberg’e göre öyle görünüyor. Önceki hafta şirketinin gelecek vizyonunu aktardığı konuşmasında ‘metaverse’ terimini defalarca yineleyen Zuckerberg, manidar bir zamanlamayla ilkin distopik bilimkurgu romanlarında ortaya çıkan bu kavramı gündeme taşıdı. Kelime anlamıyla meta, ‘öte’ demek. ‘Verse’ ise evren anlamına gelen universe kelimesinden alınmış. İleride daha fazla duyacağımız bu kelimeyi ‘öte evren’ veya ‘öte âlem’ şeklinde çevirmek mümkün, Türkçe isimleştirmek için metavers şeklinde yer veriyorum. Fortnite oynuyorsanız veya Spielberg’ün ‘Ready Player One’ filmini izlediyseniz, bir metaversin ne olduğunu biliyorsunuz: “Fiziki gerçekliğin dijital dünya olanaklarıyla buluştuğu sanal evrende yaşam deneyimi.”
Filmde dünyanın harabeye döndüğü yakın gelecekte çaresizliğe kapılmadan yaşamanın en iyi yolu, başka bir gerçekliğin içinde yeniden hayat bulmaktı. Oasis (vaha) adlı VR dünyada insanlar avatarlarıyla güzelleşiyor ve üstün yetenekler kazanıyor, bir yandan büyük bir yarışın içinde yer alıyordu.
İZLEYİCİ KALMAYACAĞIZ
Zuckerberg’in sözünü ettiği metavers ise insanların farklı platformlarda edindiği dijital varlıklarını her yerde kullanabildiği, çeşitli sosyal statülere ulaştığı bir sanal yaşam alanı... Facebook’un geleceğini artık bir sosyal medya şirketi değil, metavers şirketi olarak öngören Zuckerberg, yeni bir tanım yapmaktan da geri kalmadı: “Metavers, dijital alanlarda insanlarla birlikte bulunacağınız sanal bir çevredir.” İzleyici kalmayıp içinde yer alacağımız, vücut bulmuş bir internet ortamı olduğunu ifade eden Facebook CEO’sunun hayal ettiği sanal evrende kilit nokta, yine kendi şirketine ait olan Oculus VR setleri... Metaversi tam anlamıyla deneyimlemek, sanal gerçeklik teknolojisinin yaygınlaşmasıyla mümkün olacak.
Facebook’un Instagram ve WhatsApp’ı satın alarak sosyal medyada tekele dönüştüğü gibi metaversi de domine etme planı olsa gerek. Yine de metavers, doğası gereği tek şirkete ait olabilecek bir yapı değil. Gerçek hayatta bir tek AVM’ye gitmediğimiz gibi metavers içinde de farklı cazibe alanları arayacağız. Farklı dijital platformların etkileşim ve işbirliği içinde olması gereği de burada ortaya çıkıyor. Metaverste sahip olunan dijital varlıklar ve finansal güç evrensel ölçekte işlevsel hale geliyor. Örneğin Marvel oyunlarından satın aldığınız NFL lisanslı Iron Man kostümüyle teorik olarak Fortnite’ta oynayabilir, buradan kazandığınız puanları ‘blockchain’ (kripto para borsası) üzerinden paraya dönüştürerek arkadaşlarınızla sanal sinemada film izleyebilirsiniz.
Gezegenimizin kaynakları hızla tükenirken bu kez hiç hesapta olmayan yeni bir kıtlık türüyle karşı karşıyayız: Çip krizi. Dünya çapında mikroçip talebinin artmasıyla bu yılın başlarında ortaya çıkan durum öncelikle otomotiv sektörünü etkilemişti. Yakın zamanda bir açıklama yapan Apple CEO’su Tim Cook’a göre şimdi de sıra akıllı telefon pazarına geliyor. Bir yanda COVID-19 aşılarıyla insanlığın ‘çipleneceği’ komplo teorileri üretilirken diğer yanda küresel ölçekte çip krizi yaşanması haliyle ironik bir durum. Şimdi, dünyanın ilk teknolojik kıtlığının ilerleme aşamalarını ve son tüketiciyi nasıl etkileyeceğini inceleyelim...
OTOMOBİLİN İHTİYACI DAHA ÇOK
Öncelikli etken pandemi... Kapanmalar dolayısıyla sosyalleşme ve eğlence aracı olarak teknoloji tek seçeneğe dönüşünce mobil cihazlar, TV’ler ve oyun konsollarına talepte patlama oldu. O sırada çip üreten fabrikaların salgın dolayısıyla kapanması üretimde kısıtlama sorununu doğurdu. Çipler yalnızca dijital cihazlarda değil, başta otomotiv ve ev aletleri olmak üzere pek çok endüstride kullanılıyor. Sürecin en başında seyahat kısıtlamaları nedeniyle 2021’de satışların düşeceğini hesaplayan otomotiv sektörü mikroçip siparişlerini azaltma kararı almıştı. Otomobil üreticileri ‘tam zamanında üretim’ metodolojisini kullandığı için çipleri yalnızca üretim sırasında tedarik ediyor. Teknoloji firmalarıysa kıyasıya rekabeti kontrol edebilmek için çipleri ve diğer parçaları stokluyor. Otomotiv sektörünün talebi düşünce Çinli çip üreticileri ağırlığı kıymetli müşterileri olan dijital teknoloji markalarına vermeye başladı.
Otomobiller, mobil cihazlara nazaran daha eski tip ve büyükçe çipleri kullanıyor. Ancak gelişmiş otomobillerde fren mekanizmalarından navigasyon sistemlerine kadar pek çok bileşende çipler kullanılıyor. Dolayısıyla bir otomobil, bir cep telefonundan çok daha fazla çipe ihtiyaç duyuyor. Gelgelelim kapanmaların beklenenden hızlı kalkması, otomobillere talebi yeniden arttırdı. Mobil çiplere ağırlık veren çip üreticileriyse otomotiv sektörünün talebini karşılayamaz hale geldi. Zamanla işler tersine döndü. Yeniden otomotiv sektörü için basit çipler üretmeye yönelen Çinli fabrikalar bu kez mobil pazara arzda zorlanmaya başladılar. Dijital cihazların ana işlemcileriyle (CPU) ilgili bir üretim sorunu yok ancak mobil cihazlar ekran kartı, ses dekoderi gibi ünitelerinde bu basit yapılı yardımcı çipleri kullanıyorlar. Onlar olmadan da akıllı telefonlar, tabletler ve konsollar işlevsiz hale geliyor.
IPHONE FİYATI YÜKSELEBİLİR
Tim Cook, iki hafta önce yaptığı açıklamada çipler ve diğer parçalardaki üretim sıkıntısının iPhone ve iPad satışlarını etkileyebileceğinden söz etti. Diğer mobil üreticilerin de sorundan etkilendiğini düşünen Cook, üçüncü çeyrekte üretimin azalıp fiyatların yükselebileceğini söyledi. iPhone’un en yüksek modeli 12 Max serisi gelişmiş çipleri nedeniyle durumdan fazla etkilenmezken kısıtlamalar daha çok XS gibi düşük modellere yansıyacak.
Çip krizinde rol oynayan bir etkenin de ABD-Çin arasındaki ekonomik savaş olduğu düşünülüyor. Çin’in çip üretimini kontrol ederek ABD ekonomisinin gücünü etkilemeye çalıştığı, teorilerden biri...
İnsanlığın dijital dönüşümünde hiçbiri onun kadar hızlı kabul görüp günlük hayata adapte olmamıştı: QR kod. Her restoranda karşımıza çıkan, havaalanlarında elimizin iyice alıştığı, hatta AVM’ye bile onunla girdiğimiz şu küçük, siyah beyaz bezeli kare kodlar. Hayatımızın öyle çabuk vazgeçilmezi haline geldi ki şimdi gündem konusu olmasını bile yadırgayabilirsiniz. Öyleyse QR kod hakkında pek bilinmeyen gerçeklerin farkına varmanın tam sırası! The New York Times’ın yayımladığı bir analiz sürekli izlenen tüketim davranışlarımıza QR kod marifetiyle yeni bir katman daha eklendiğini gösteriyor.
Pandemi sürecinde temastan sakınmak hayati önem kazanınca, QR kodlar bir anda tüm restoranlarda belirdi. Bu kodlar yalnızca menüyü göstermekle kalmıyor; yiyecek fotoğrafları ve pek çok ayrıntıya yer verilebiliyor. Ekstra ürünler, indirimler gibi harcamayı arttıracak cazip seçenekler sunulabiliyor. Üstelik Cheqout gibi sistemler sayesinde siparişi ve ödemeyi yapmak mümkün. Bu sayede işletmelerin yüzde 30 ile 50 oranında kâra geçebileceği The New York Times’ın analizinde vurgulanıyor.
NE ZAMAN, NE YEDİNİZ...
İşletmelerin yola QR’la devam etmek için çok sebebi, tüketiciler içinse madalyonun diğer yüzünde bilgi mahremiyeti var. Gazetenin görüş aldığı Amerikan Sivil Hakları Birliği üyesi Jay Stanley “Bir yerde oturup yemek yemek normalde çevrimdışı aktiviteyken bir anda çevrimiçi reklamcılık imparatorluğunun parçası haline geldi” diyor.
QR kod tıpkı barkodlar gibi karakter bazlı veriyi sembolik işarete dönüştüren bir sistem. Genellikle URL bilgisi içeriyor. Telefonunuzdaki okuyucu sizi QR kodun içerdiği URL’ye yani internet sayfasına yönlendiriyor. Normalde herhangi bir internet sitesine girmekten bir farkı yok. Mesele şu ki, QR kodla yönlendiğinizde o sırada fiziki olarak hangi lokasyonda bulunduğunuz belli. Üstelik tüketim tercihinizle ilgili bilgileri menünün yer aldığı internet sitesiyle paylaşmak üzeresiniz. Bir de ödeme yaparsanız, kredi kartı hareketlerinizi de verilere eklemiş olursunuz. Bu verilerin ‘değer kazanması’ için elbette restoran tarafından toplanıyor ve klasifiye ediliyor olması gerekli. Ancak restoran kendi sayfası yerine hazır bir sistemi kullanıyorsa, veriler çok daha büyük bir havuza dahil oluyor demektir. Günün hangi saatlerinde yemek yediğiniz, yemek seçimleriniz, ne sıklıkla restorana gittiğiniz vb. bilgileri toplamak mümkün. Veriler çokça biriktiğinde beslenme tercihleriniz, sosyal alışkanlıklarınız hatta sağlık ve maddi durumunuza dair tahminlerde bulunmak bile mümkün olabilir. Tek noktadaki restoranlar için veriler ‘müdavim kaydı’ tutmaya yararken zincir restoranlarda seçenekler çoğalabiliyor. Bünyesinde pek çok marka bulunduran bir holdingin, zincir restorandan topladığı verileri kendi data havuzu içinde paylaşıma sokması mümkün. Ne mi olur? Bir sonraki siparişinizde sevebileceğiniz seçenekler sunulur.
QR kodla elde edilen verilerin Google’ın her gün topladıklarından pek farkı yok. Mesele, dışarıda yemek yemek gibi özünde çevrimdışı olan bir eylemin artık veri pazarına giriyor olması.
Bu ay uzay turizmi resmen başladı. Bu gelişmenin ilham verici yeniliklerinden biri de uzay limanı. Sırada uzay otelleri var.
Ne çok duyduk bu lafı; “Büyüyünce astronot olucam!” Bir kuşağın çocukluk hayaliydi büyüyünce astronot olmak. 1969’da Ay’a ayak basılalı beri, astronotluk ‘gözde bir meslek’ haline geldi diyemeyiz elbette. Ancak insanlığın en yüksek sosyolojik mertebesini temsil ettiği kesin. Önceki hafta dünyanın ilk ticari uzay seyahatini gerçekleştiren İngiliz işadamı Sir Richard Branson çocukluğunda bu hayali paylaşanlardan biriydi. Virgin Galactic’in başarılı uzay macerasından dönüşte herkese anlattı. Branson’ın seyahati uzay turizminin ilk adımı olarak tarihe geçti. Bir sonraki hafta yani 20 Temmuz’da Amazon’un sahibi Jeff Bezos kendi roketiyle uzayın sınırındaki ilk uçuşunu gerçekleştirdi. Yanında seyahate para ödeyen bir yolcu da vardı. Rakip iki özel firmanın faaliyetlerine başlaması ve ücret ödeyen bir müşterinin bulunmasıyla birlikte Dünya gezegeninde resmi olarak uzay turizmi başlamış oldu.
Sir Richard Branson, kendi parasıyla uzaya giden ilk insan olarak tarihe geçti.
JUSTİN BİEBER DA SIRADA
Emoticon, ‘emotion icon’ yani ‘duygu ikon’ kelimelerinden türetilmiş. Emoji ise Japonca ‘e’ (resim) ve ‘moji’ (karakter) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. İkisinin de başındaki ‘emo’ yani ‘duygu’ ifadesi çok şey anlatıyor. Kelimelerden fazlasını söyleyen, yokluğunda gözlerimizin aradığı bu minik sembollerle ilişkimiz aslında insanlık tarihi kadar eski... Dijital çağdaysa kısıtlı alanlarda geniş ifadelere ihtiyaçla emoticon’lar ve emojiler doğuyor.
Sevdiğim internet hikâyelerinden biridir... İlk emoticon’un ihtiyaçtan ötürü bir profesör tarafından icat edilmesi bana oldum olası komik gelir :-) Profesörün kendi makalesinden aktarıyorum: Yıl 1982, Carnegie Mellon Üniversitesi. E-postanın ilk yılları… Bilgisayar Bilimleri Fakültesi’nden Dr. Scott Fahlman akademik yazışmalar arasında gidip gelen eğlencelik mesajların yarattığı karışıklığa çözüm getirmek ister. Üstelik kimileri bu mesajları ciddiye alıp polemiğe bile düşmektedir. Sonunda aklına o dâhiyane fikir gelir. Mizahi e-postaların konu başlığına :-) ciddi olanlara :-( eklenmesini önerir. Gerisi malum… Emoticon’lar hızla yayılır ve güneş gözlüklerinden B-) Abraham Lincoln’e =):-)= kadar yüzlercesi interneti sarar.
MANGALARDAN İLHAM ALDI
Akıllı telefonlarla popüler olan emojilerin doğuşuysa bir tasarım hikâyesi... iPhone ve Android’lere gelmeden çok önce, 1999’dan beri Japonya’da kullanılıyor. Emojiler ilk olarak Japon telekom devi NTT DoCoMo tarafından sipariş edilmiş. Zamanın mobil internet ağındaki 250 karakterlik mesajlara daha fazla ifade sığdırabilmek amacıyla… Henüz 25 yaşındaki genç tasarımcı Shigetaka Kurita, 5 haftada 176 sembolden oluşan ilk emoji setini tamamlamış. Emojilerin Japon icadı olması tesadüf değil. Çin kökenli Kanji alfabesi, sembolik ve resimsel ifadeye dayalıdır. Ancak Kurita’ya Tokyo sokaklarında sık rastladığı piktogramlar (trafik lambasındaki insan figürü gibi) ve duyguların grafiklerle ifade edildiği, bizdeki mizah dergilerine benzeyen ‘manga’lar ilham vermiş.
Emojilerin kökeni, tarihi duvar resimleriyle başlayan sembolizme kadar uzanıyor. Sembol, geniş ve derin bir kavramın görsel ifadesidir. İlintili semboller bir arada dil oluşturmaya başlar. Emojiler de bugün milyarlarca insanın konuştuğu ortak bir dil haline geldi. Gelecekte iyice yaygınlaşıp farklı mecralarda bile yer bulacak. Örneğin Z Kuşağı’yla yakın bir iletişim kurmak istiyorsanız emoji diline hâkim ve yeterince yaratıcı olmalısınız. Bizim sonradan öğrendiğimiz bu dilin Z’ler için ‘anadil’ olduğu bir gerçek... Emojileri dozunda ve yerinde kullanmak önemli. Ne aşırısı ne de aşağısı... Her cümleye komik emoji eklemek yapay gelebiliyor; tek tük eklenen standart emojilerse ilgisiz bir hava yaratabiliyor. Hep aynı emojilere ‘yapışmak’ hiç ‘cool’ değil. Z Kuşağı emojilerle neredeyse şiir yazabiliyor ancak her emojinin aynı çağrışımı yapmadığı bir gerçek. Kişinin karakterini düşünüp çıkarım yapmak en kolayı.
SİYAH KALP DE NEDİR?
Bir de gizemli emojiler var. Örneğin siyah kalp ne anlama geliyor? Hiç kullanmadığım için bilmiyorum. Sadece rock’çı arkadaşlarım kullandığında anlıyorum. Mavi, yeşil ve beyaz kalplerin temiz sevgi ve ‘arkadaşlık sınırı’ manası malum. Ancak kırmızı kalp de her zaman ‘aşk’ anlamına gelmiyor. Kırmızı kalp emojisi, yaratıcısı Shigetaka Kurita’nın en sevdiğiymiş. Emoji anlayışı bazen kültürden kültüre farklılık gösteriyor. Örneğin Japon kültüründe ‘kaka’ sevimli bir şeydir. Kurita, bu emojiye ilk sette yer vermek istemiş fakat onay alamamış. Emoticon sayılabilecek ‘asşlkjsşlskdjsadf’ gülme efektinin Türkiye’ye has oluşu da yine kültürel bir fark. Yabancıların Türklerle ilk yazışmalarında asla anlam veremediği bu harf çorbası bizim için çok şey ifade ediyor :D