Ama sonra bu başarıya doping yaparak ulaştığı anlaşılmıştı. ‘Son Efsane’, Amerikalı pedalın bizi, yani ona inananları nasıl kandırdığının öyküsünü anlatıyor.
1999-2005 arasında, milliyeti ne olursa olsun, yeryüzündeki bütün insanları heyecanlandıran, coşturan, gururlandıran, duygulandıran olağanüstü bir kahraman izledik. Daha önce kimsenin yapamadığını yapan, her türlü övgünün ötesine geçen bir büyük sporcu. Onu nasıl anlatacağımızı bilemedik. O günlerde, hayatında bisiklet yarışı izlememiş pek çok insandan kendilerini onunla ‘tanıştırdığım’ için teşekkür mektubu aldım. Çünkü o umuttu, sessiz bir başkaldırıydı, inanan insanın yenilmezliği üzerine bir destandı.
Ve geçen perşembe akşamı o adam, ‘Hepsi kocaman bir yalandı’ dedi. İnanacak hakikat bulmakta her gün biraz daha zorlandığımız şu dünyada, bir kahraman daha kalp çıktı. O kazandıkça fışkıran sevinç gözyaşlarımız nereye dökülecek? Uğruna aldığımız sarı bilezikler ne olacak? Ne anlatacağız çocuklarımıza? Nasıl bakacağız gözlerinin içine?”
Kibrinden taviz vermeden itiraf etti
Oyunun doğasında olan ‘dramatik’ unsurlar, onu adeta hayatın bir yansımasına dönüştürür ve asıl ‘gerçeklik’ orada başlar.
Çünkü şimdiki zamandan geçmişe baktığınızda, tatlı olduğu kadar acı hatıralar da sizin oyuna ait sevdanıza dair ifadeleridir.
Türkiye futbolu bir zamanlar oyunun sadece acılara dair anılarıyla yüklüydü.
Oyun evrensel ama sevdanın karşılığı yereldi.
Han Solo, Chewbacca, Prenses Leia gibi klasik karakterlere eklenen Rey, Finn ve Poe Dameron gibi yeni tiplemelerle film, serinin eski kuşak hayranlarını fazlasıyla tatmin edecek nitelikte.
Vakti zamanında, yakın dostu Steven Spielberg’le sinemanın yaşını küçülttüğü ve seyircinin algı çıtasını çocuksu zevklerle donattığı iddia edilen George Lucas’ın ünlü serisinin ilk filmi ‘Star Wars’, 1977’de çekilmişti. Peşi sıra gelen ‘The Empire Strikes Back’ (1980) ve ‘Return of the Jedi’yla (1983) birlikte dönemin sinemaseverleri perdede western, tarihi aksiyon, bir parça Doğu mistisizmi, bir parça demokrasi savaşı derken temelde uzayda geçmesine rağmen klasik iyi ve kötünün mücadelesine sahip upuzun bir öyküyü izleyip durdu. Lucas, Spielberg gibi farklı konulara el atacak bir kabiliyete ve vizyona sahip değildi; zaten yönetmen kimliğinden çok yapımcı özellikleriyle öne çıkıyordu ve sisteme bir pazarlama dâhisi olarak hizmet etti. Ve en önemlisi, kendi yarattığı bu özel ‘Star Wars’ evreninin ne kadar çok sevildiğini fark ederek, elindeki bu tek ve nadide ürünü hayatı boyunca farklı formatlarla sahaya sürüp durdu.
Nihayetinde öykünün en başına gitmek suretiyle seriye üç yeni halka daha ekledi: ‘The Phantom Menace’ (1999), ‘Attack of the Clones’ (2002) ve ‘Revenge of the Sith’ (2005). Bu hamle, Lucas’ın yarattığı dünyayı yeni sinemasever kuşaklarla buluşturmak olarak düşünülse de bir yanıyla tişörttü, posterdi, oyuncaktı, hediyelik eşyaydı, bilgisayar oyunuydu, oydu buydu derken yan ürünlerle yeni pazarlar yaratmanın da ifadesiydi.
Ve geliyoruz 2015’e... ‘Star Wars evreni’nde bir kez daha yeni bir sayfa açılıyor... Son adım olan ‘Revenge of the Sith’in 2005’te çekildiği düşünülürse yeni ve taptaze bir kuşağın hedef alındığı söylenebilir; zaten halihazırda onca hayran kitlesi var; dolayısıyla bu yeni serinin ekonomik olarak son derece doğru bir hamle olduğu gün gibi aşikâr. Peki ilk adım niteliğindeki ‘Güç Uyanıyor’ (‘The Force Awakens’) nasıl olmuş, meseleyi sinemasal
Lakin bu başarısı kadar, ödül konuşmasıyla da öne çıktı. Özetle ‘kardeşliğimize’ ve ‘kutuplaşmamıza’ vurgu yaptığı konuşma, A Haber naklen yayınında sansüre uğradı. Sarıbacak’la yaşananları ve sinemayı konuştuk.
Ödül öncesi psikolojin nasıldı? Hoş daha önce bu türden duyguları, en azından yine ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında ödül aldığın 'Adana Altın Koza'da yaşamıştın ama...
- Heyecanlıydım abi. ‘Sarmaşık’ı seyredenlerin tepkisi çok iyiydi festivalde. O sebeple alamasam da kafam rahattı. Ama yine de “Acaba verecekler mi?” diye heyecanlanıyorsun.
Sinema, Steve Jobs’la hesaplaşmayı sürdürüyor. Dijital dünyanın bu öncü karakteri, 2011 yılında aramızdan ayrıldıktan sonra hikâyesi kurgusal anlamda ilk kez 2013 tarihli ‘JOBS’ filmiyle sinema salonlarına taşınmıştı. Joshua Michael Stern imzalı yapım yeterince tatminkâr bulunmamış olmalı ki, yaklaşık iki yıl sonra yeni bir filmle aynı kişiliğin hayatına yeniden uğruyoruz. ‘Steve Jobs’ adlı bu farklı çabada, ilk adıma göre daha derin ve tatminkâr bir yapıtla karşılaşıyoruz. ‘JOBS’, bir ‘televizyon filmi’ havasındaydı, ‘Steve Jobs’ ise sinematografik açıdan gayet olgun ve kayda değer bir çalışma. Bu durum, kuşkusuz kamera arkasında Danny Boyle gibi bir ismin, senaryoda da Aaron Sorkin gibi bir kalemin olmasının ifadesi.
Ya işin konu boyutu? ‘JOBS’, 2001’de Steve Jobs’un kariyerindeki ‘başyapıt’larından ‘iPod’un tanıtım toplantısında başlıyor ve geriye, 1974 yılına giderek ele aldığı kişiliğin üniversite yıllarına uzanıyor, peşi sıra lineer bir şekilde 2001 yılına nasıl gelindiğini perdeye taşıyordu. Boyle imzalı ‘Steve Jobs’ ise üç ana bölümde ilerliyor; 1984’te Apple Macintosh’un, 1988’de NeXT Computer’ın ve 1998’de ‘iMac’in tanıtım toplantılarında... Bu üç büyük faaliyet, aslında Jobs’ın yakın ve uzak geçmişiyle olduğu kadar şimdiki zamanı ve geleceğiyle de hesaplaşmanın alanları oluyor. Bir zamanlar birlikte olduğu Chrisann Brennan, babasının Jobs olduğunu iddia ettiği minik Lisa’yla ilk toplantıya çıkıp geliyor. Genç kadın çok kötü şartlarda sürdürdüğü hayatı için para yardımı isterken eski iş arkadaşı Steve Kozniak’ın da tanıtım sırasında Jobs’ın, onu bu günlere taşıdığını iddia ettiği ‘Apple II’ takımının ismini anması yönünde bir isteği oluyor. Bütün bu oluşumun merkezindeki Jobs’ın isteği ise farklı; o Macintosh ekranı açıldığında, tıpkı ‘2001: Uzay Macerası’ filminin unutulmaz karakteri devasa bilgisayar HAL gibi ekrandan elektronik bir ses vasıtasıyla en azından ‘Merhaba’ denmesini istiyor. Öykü, zaman atlamalarıyla bu sarmal eşliğinde huzurumuza gelirken Jobs’ın çevresinde, Apple’ın eski CEO’su John Sculley dahil, eskiden güvendiği insanların birer birer eksildiğini görüyoruz. Onu ve ait olduğu cepheyi terk etmeyen tek isim var; pazarlama müdürü Joanna Hoffman... Tabii bu dönemde Lisa da büyüyor ve babasıyla olan ilişkilerinde gelgitler yaşıyor...
Bir nevi ‘Macbeth’
Bu ikiliden İskoç temsilcisi olanın ayrı bir problemi vardı; onu hiç değilse kendi liginde ezeli rakibi Glasgow Rangers’la arasındaki özel mücadele ayakta tutuyor ve kadrosunun, belli standartlarda oluşturulmasına neden oluyordu.
Malum, Rangers bu yarışta uzun bir süredir yok; ‘Yoncalar’ da bu yokluğun bedelini içeride ‘tek’ ama dışarıda ise ‘daha vasat’ bir kimlikle ödüyor sanki.
Nitekim dünkü son 90 dakikaların ardından oluşan sıralama bu tespitleri doğrular nitelikteydi; altı maçlık bu maratonun sonuncusu Yeşil-Beyazlılar oldu.
RESMİYET KAZANDI
Devam filmi ‘Düğün Dernek 2: Sünnet’ vizyonda. Bu vesileyle ikilinin komedi anlayışına, ilk adımın başarısına ve devam filminin neler vaat ettiğine bakalım...
1-Sinema maceraları nasıl başladı?
Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisi, sinema perdesine gölgelerini ilk kez 2010 yapımı ‘Çalgı Çengi’yle düşürdüler. Düğünlerde çalan Ankaralı iki teyzeoğlu müzisyenin tutunma mücadelesini, İngiliz suç filmleri tarzında bir öyküyle süsleyen yapım, sinemasal olarak çok başarılıydı. Lakin sanki zamanında değeri bilinmedi. Daha çok DVD’ye düştükten sonra kendi çapında fenomen oldu. 60 bine yakın bir seyirci topluluğu tarafından izlenen ‘Çalgı Çengi’nin yönetmeni, ‘Düğün Dernek’ serisine de imza atan Selçuk Aydemir’di. Ayrıca filmin iki sponsorundan biri, Cem Yılmaz’ın şirketi CMYLMZ Fikirsanat’tı.
2-Nasıl tanındılar?
Serdar Akar’ın 1998 tarihli yapıtı ‘Gemide’, küçük bir kum kosteri ölçeğinde yaşadığımız coğrafyanın kendine özgü çarpıklıkları üzerine, son derece sahici karakterler eşliğinde çok şeyler söyler. Filmin onca unutulmaz repliği arasında “Bir memleket gibidir gemi...”, bu topraklarda bir türlü değişmeyen gerçekler açısından belki de en akılda kalıcı olanı, en zaman ötesine uzananıdır.
Haftanın yerli seçeneklerinden Tolga Karaçelik imzalı ‘Sarmaşık’ da benzer şekilde bir gemi mürettebatından bir memleket profili çıkarıyor. Zorunlu olarak demirlemek durumunda kalan bu geminin elemanları adeta üzerinde yaşadığımız topraklardaki farklı kimliklerin ve bir türlü oluşturulamayan mozaiğin parçaları. Tıpkı memleket sathındaki karşılıkları gibi, geminin boğucu ve giderek Kafka’vari bir atmosfere dönüşen rutini karşısında kimlikler savunmadan hücuma, mazlumluktan zalimliğe uzanan bir çizgide gidip geliyorlar. Karaçelik’in bir önceki adımı ‘Gişe Memuru’ da göz önüne alındığında, genç yönetmenin saplantılı ve iç dünyaları hastalıklı karakterleri (ki o çok iyi bildiğimiz koşullarda başka seçenekleri, seçeneklerimiz yok) perdeye taşıdığını görmek mümkün. ‘Sarmaşık’ta bu refleksler daha ileri noktalara taşınıyor ve halüsinasyon boyutu giderek genişliyor.