Paylaş
Ama sonra bu başarıya doping yaparak ulaştığı anlaşılmıştı. ‘Son Efsane’, Amerikalı pedalın bizi, yani ona inananları nasıl kandırdığının öyküsünü anlatıyor.
1999-2005 arasında, milliyeti ne olursa olsun, yeryüzündeki bütün insanları heyecanlandıran, coşturan, gururlandıran, duygulandıran olağanüstü bir kahraman izledik. Daha önce kimsenin yapamadığını yapan, her türlü övgünün ötesine geçen bir büyük sporcu. Onu nasıl anlatacağımızı bilemedik. O günlerde, hayatında bisiklet yarışı izlememiş pek çok insandan kendilerini onunla ‘tanıştırdığım’ için teşekkür mektubu aldım. Çünkü o umuttu, sessiz bir başkaldırıydı, inanan insanın yenilmezliği üzerine bir destandı.
Ve geçen perşembe akşamı o adam, ‘Hepsi kocaman bir yalandı’ dedi. İnanacak hakikat bulmakta her gün biraz daha zorlandığımız şu dünyada, bir kahraman daha kalp çıktı. O kazandıkça fışkıran sevinç gözyaşlarımız nereye dökülecek? Uğruna aldığımız sarı bilezikler ne olacak? Ne anlatacağız çocuklarımıza? Nasıl bakacağız gözlerinin içine?”
Kibrinden taviz vermeden itiraf etti
Yukarıdaki satırlar, Radikal Spor maceramda onca mesai eskittiğim eski şefim Yiğiter Uluğ’un 20 Ocak 2013’te, Radikal’de kaleme aldığı ‘Yalan Dünya: The End’ başlıklı yazıya ait. Kolayca fark edileceği üzere bu metin bir hayal kırıklığının, aldatılmışlığın, ihanete uğramışlığın ifadesi... Söz konusu yazıdan böylesi bir alıntıya soyunmamın nedeni sadece durumu daha net aktarabilmek değil. O dönem Radikal’in spor sayfaları ‘taşra’ya yetişsin diye çabalarken sırf onunla ilgili haberleri daha fazla insan okusun, onun başarısı ve insanüstü direnişi daha fazla okurun ilgisini çeksin, haberdar olunsun diye özel bir çaba da gösterir, Fransız Bisiklet Turu’nu sayfalarımıza olabildiğince taşıyabilmek için özel bir gayrete soyunurduk. Yiğiter o günlerde şefimdi, daha sonra bayrağı devredip gittiğinde de ona, yani Lance Armstrong’a her daim ‘iltimas’ geçtik,
sayfalarımızda ona hep özel bir yer ayırdık.
Nasıl diğer Armstrong’lardan Louis ‘caz’ın, Neil ‘uzay’ın efendisiyse Lance de ‘pedalların efendisi’ydi bizim için. Aslında biri, nerdeyse ta en başından bütün Dünya’yı uyarıyordu ama karşımızda öyle bir ‘ikon’ vardı ki, ona kulak asmaya hiç niyetimiz yoktu. Evet, nihayetinde o kişi, yani The Sunday Times spor yazarı David Walsh haklı çıktı. İrlandalı gazeteci Armstrong’u herkesten önce keşfetmişti. Amerikalı pedal inanılmaz başarılara imza attıkça da içindeki şüphe büyüdü ve nihayetinde Walsh, bu şüpheyi kamuoyuyla paylaşmaya başladı. Gelinen nokta itibariyle neler olduğunu biliyorsunuz; yedi kez Fransa Bisiklet Turu’nu kazanan Armstrong, nihayetinde Oprah Winfrey’e verdiği söyleşide milyonlarca televizyon izleyicisi önünde kibrinden taviz vermese de doping yaptığını itiraf etmiş ve bisiklet sayesinde kazandığı tüm unvanlara
ve ödüllere veda etmişti.
Uğranmayan dönemeçler
Amerikalı bisikletçinin öyküsü daha önce kimi belgesellerin konusu olmuştu, sırada Stephen Frears imzalı kurgusal yapım ‘Son Efsane’ (‘The Program’) var. David Walsh’un ‘Seven Deadly Sins’ adlı kitabından yapılan uyarlamayla çekilen yapım, Teksaslı pedalın öyküsünü Fransa Bisiklet Turu başarıları ekseninde perdeye taşırken baştan beri dopingle haşır neşir olduğunu da bize hatırlatıyor. ‘Shallow Grave’, ‘Trainspotting’, ‘The Beach’ gibi filmlerin senaristi olarak tanınan John Hodge’un kaleme aldığı ‘Son Efsane’de, öykünün bazı dönemeçleri çabuk geçilmiş (mesela Armstrong’un çocuklarının annesi Kristin Richard’la ilişkisi), bazı duraklara da pek uğranılmamış. Bu tavra sanırım Armstrong’un fazlasıyla göz önünde bir figür olması ve söz konusu olayların zaten kamuoyunca bilinmesi neden olmuş. Öte yandan onun günahlarına ortak olan başta Michele Ferrari (tıpçı, mentor ve dopingçilerin şahı) olmak üzere, koçu Johan Bruyneel, takım arkadaşı Amerikalı bisikletçi Floyd Landis, gazeteci David Walsh, finansörlerinden Bob Hamman, öyküde yeterince yer tutuyor. Amerikalı bisikletçinin testis kanserine tutulup bu belayı atlatması, kurduğu vakfın bir tür yaptıklarını örtbas eden bir paravana dönüşmesi
gibi ayrıntılarsa filmin öyküye ait uğradığı istasyonlardan.
Gazetecilik etiğinin önemi
Armstrong’u Ben Foster’ın son derece etkileyici bir performansla canlandırdığı filmde Landis rolündeki Jesse Plemons da çok başarılı. Walsh’ta İrlandalı aktör Chris O’Dowd’u, Hamman’da Dustin Hoffman’ı, Johan Bruyneel’de de Denis Menochet’yi izliyoruz. Filmdeki yan karakterler içinde öne çıkan bir başka isimse Ferrari’de
karşımıza gelen Fransız aktör Guillaume
Canet oluyor.
‘Son Efsane’, günümüzün endüstriyel spor ortamında neredeyse hiçbir başarının ‘tıbbi yardım’ olmadan gerçekleşemeyeceğine ama şu ana kadar gerçeğin sadece birkaç kapıyı aralayabildiğine dair bir hatırlatmada bulunuyor (Bu anlamda bir sahnede ‘Everbody Knows’ parçası fazlasıyla manidar elbette!). Frears’ın filminin hatırlattığı bir başka şey de ‘gazetecilik etiği’. Film özetle diyor ki, tıpkı siyasette olduğu gibi sporda da doğrular ancak kendisine sunulanı değil, perde arkasındakileri sorgulayan basın emekçileriyle ortaya çıkar. Meseleye bu coğrafyadan bir ek de biz yapalım: Bir de bu doğruları
merak eden ve önemseyen kitlelerle tabii ki...
SON EFSANE
Yönetmen: Stephen Frears
Oyuncular: Ben Foster, Chris O’Dowd,
Guillaume Canet,
Dustin Hoffman, Jesse Plemons, Lee Pace
İngiltere-Fransa
ortak yapımı
Çok ‘ekstrem’ bir film
Kathryn Bigelow’un 1991 tarihli, artık klasik sayılan filmi ‘Point Break’, aynı adlı bir yeniden çevrimle huzurlarımızda. Tabii ki kimi rötuşlarla; yani dijital çağın gerekliliklerine uygun bir görsellik ama öte yandan ruhunu kaybetmiş bir içerikle. ‘Şimdiki zamanın Point Break’inde yönetmen koltuğuna oturan Ericson Core, eski bir görüntü yönetmeni (en bilinen işi de ‘Hızlı ve Öfkeli’ serisinin ilk filmi). Hal böyle olunca konu pek önemsenmemiş, bütün ağırlık görselliğe verilmiş.
Allah için 2015 yapımı ‘Point Break’ bu konuda bir hayli başarılı, üstelik hikâye kum tepelerinde hızlı motosiklet gösterisinden Fransa açıklarında dev dalgalarda sörfe, Alpler üzerinden uçuştan Venezuela’da yüksek tepelere tırmanıp şelaleden atlamaya kadar uzanan geniş bir ‘ekstrem sporlar yelpazesi’ sunuyor (orijinal filmde bir tek sörf vardı). Bu arada öykü ne derseniz, bir tür Robin Hood gibi takılıp zenginden alıp fakire veren ve bu eylemleri çok zor koşullarda gerçekleştiren bir çeteye, eski bir hız motosikleti yarışçısı olan ve geçmişinde trajik bir olay barındıran genç bir FBI ajanı sızıyor. Maksat çeteyi çökertmektir ama ajan, kendini kabul ettirme aşamasında çeteyle birlikte her türlü adrenalin yükseltici faaliyetin içine dalıyor.
Londra, Paris derken İsviçre, İtalya ve Venezuela’ya da uğrayan film, çete üyelerinin amaçları üzerinden ‘tabiat ana’ya ve de ‘çevreci hareket’e de selam ve sevgilerini göndermiş.
Sonuç itibariyle görüntülerinin
ve heyecan dozajı yüksek sahnelerin hatırına seyredilebilir.
POINT BREAK
Yönetmen: Ericson Core
Oyuncular: Edgar Ramirez, Luke Bracey, Teresa Palmer, Matias Varela, Ray Winstone, Delroy Lindo Almanya-Çin-
ABD ortak yapımı
Hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz!
Bu topraklara ait acılı sayfalardan biridir ‘Ertuğrul faciası’. Sultan II. Abdülhamit, Japonların 1887’de yaptığı ziyarete karşılık hem bir iade-i ziyaret gerçekleştirmek hem de İmparator Meiji’ye gönderilecek hediyeleri taşımak üzere bir sefere karar verir. Lakin tarihçiler, bu iş için 11 yıldır Haliç’te bir şamandıraya bağlı olarak duran ve böylesi bir yolculuğu kaldıracak durumda olmayan bir firkateynin, Ertuğrul’un seçildiğini yazar. Geminin İngiliz çarkçıbaşısının bu konuda olumsuz bir raporu da vardır. Fakat Saray, kararında ısrarcıdır.
14 Temmuz 1889’da Ertuğrul’un Japonya seferi başlar. Gemi uzun bir yolculuğun ardından 11 ay sonra, 7 Haziran 1890’da Japonya’ya varır. Adadaki üç ay konukluk süresinin ardından da geri dönmek için yola çıkılır. Bu arada Yokohama Limanı’nda baş gösteren kolera salgınında (bazı kaynaklara göre mikrop geliş yolculuğunda uğranılan başka limanlardan kapılmıştır) 13 gemici hayatını kaybeder. Japonlar tayfun mevsimi olduğunu ve yola çıkılmasının sakıncalı olduğunu bildirirler. Lakin merkez geri dönülmesini istiyordur. Ve Ertuğrul, geri dönmek üzere yola çıkar çıkmasına ama dördüncü gün tutulduğu şiddetli tayfun sonucu karaya sürüklenirken kayalıklara çarpar ve 18 Eylül 1890 gecesi, saat 21.00 sularında batar. Facia, Oşima Adası çevresinde gerçekleşmiştir ve ada sakinleri, olayı fark ettikten sonra yardıma koşar. Feci kazadan sadece altı subay ve 63 er ve erbaş kurtulabilmiştir. 50 subay ve 476 er ve erbaş ise hayatını kaybeder.
İşte bu olay, yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yanı sıra Japonya’nın da katkılarıyla sinemaya taşındı. Japon yönetmen Mitsutoshi Tanaka’nın imzasını taşıyan ‘Ertuğrul 1890’ adlı bu yapımın senaryosunu Eriko Komatsu kaleme almış, senaryo danışmanlığını ise İskender Pala üstlenmiş.
Film, yukarıda aktarmaya çalıştığımız detaylardan ve böylesi bir gemiyle böylesi bir serüvene atılmanın problemlerinden pek bahsetmiyor. Daha çok hamaset kokan bir yapısı var. Aslında filmin faciayla ilgili bölümleri, sinematografik yanıyla bir nebze sineye çekilebilir. Ama bir de 1985’te İran’da yaşanan bir krizde, zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın devreye girmesi ve Tahran’daki Japonları kurtarmak için gösterdiği çaba bölümü var ki; bu, meseleyi gereksiz sulara taşıyor. Bu bölümle birlikte film istemeden bizi şu noktaya getiriyor: “Ama Türkler de Ertuğrul faciasındaki bu yardımın altında kalmadı, Japonlara karşı hesabı kapattılar...” Sözün özü ‘Ertuğrul 1890’, onca masrafa, onca emeğe karşın olayı tarihsel perspektif açısından kendi doğrularıyla yansıtmayan,
içinden geçtiğimiz dönemin önceliklerine seslenen
bir yapımdan öteye gidememiş.
ERTUĞRUL 1890
Yönetmen: Mitsutoshi Tanaka
Oyuncular: Kenan Ece, Seiyou Uchino, Shioli Kutsuna, Alican Yücesoy, Uğur Polat, Naoto Takenaka, Mehmet Özgür, Cem Cücenoğlu
Türkiye-Japonya ortak yapımı
DİĞER SEÇENEKLER
-‘Köpek Dişi’yle tanınan Yorgas Lanthimos’un yeni filmi ‘The Lobster’, yine uçuk kaçık bir hikâye anlatıyor. Özellikle kara mizahtan hoşlananlar için. Oyuncular Colin Farrell, Rachel Weisz, Lea Seydoux, John C. Reilly.
-Buzullar ve gezegenimizin geçmişi üzerine etkileyici bir belgesel. ‘Buz ve Gökyüzü’, Luc
Jacquet imzasını taşıyor.
-İki gencin, Barış ve Füsun’un aşk hikâyesi. Çağatay Ulusoy ve Leyla Lydia Tuğutlu’nun başrollerini paylaştığı ‘Delibal’ı Ali Bilgin yönetmiş. Basın gösterimi yapılmadığı için sinematografik değeri hakkında bilgimiz yok.
-Dani de la Orden’in yönettiği ve Vicky
Luengo, Aina Clotet, Alex Maruny gibi oyuncuların rol aldığı ‘Barcelona’da Bir Yılbaşı Gecesi’, adı üstünde Katalan kentinde geçen bir yılbaşı
gecesinde yaşananları anlatıyor.
Paylaş