Gerçi bu onun derdi değil ama sinema kamuoyu, ‘Diriliş’teki başarılı performansıyla kariyerinde beşinci kez ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar’a aday olan Leonardo DiCaprio’nun üzerindeki laneti sonlandırıp sonlandırmayacağına odaklanmış durumda. Genel kanı 42 yaşındaki aktörün bu kez geceyi heykelle kapatacağı yönünde.
‘Doğuştan sanatçı’ derler ya, Leonardo DiCaprio’nun isminden kaynaklı böyle bir hikâyesi var. Anne karnındayken ilk tekmesini, aile İtalya’da bir müze gezerken Leonardo da Vinci tablosunun karşısındayken atıyor. Ve bu durum, isminin orada belirlenmesine neden oluyor.
1974’te dünyaya ‘Merhaba’ diyen bugünün tecrübeli aktörü, mesleki stajını bir anlamda dizilerde yaptı. 1991 tarihli ‘Critters 3’ ilk uzun metraj deneyimiydi. Ama onu hafızalarımıza kazıyan hamle Robert De Niro ve Ellen Barkin’le birlikte rol aldığı ‘This Boy’s Life’tı; aynı yıl (1993) içinde kadrosunda yer aldığı bir başka yapım, ‘What’s Eating Gilbert Grape’ Leonardo’yu farklı sulara taşıdı; canlandırdığı Arnie Grape karakteriyle ‘En İyi Yardımcı Oyuncu’da Oscar’a aday oldu. Daha gençti, önünde yıllar vardı, Akademi, ödülü ‘The Fugitive’deki performansıyla Tommy Lee Jones’a verdi ama sanki geride yıllar boyu sürecek bir ‘lanet’in ilk adımları kaldı.
DiCaprio, bugün artık 42 yaşında ve meslek hayatında dört kez Oscar’a aday oldu ancak hiçbirinde geceyi heykeli koltuğunun altına sıkıştırarak terk etmedi. Peki bu önemli bir şey mi? En azından onun için öncelikli bir mesele görünmüyor ama elin ağzı torba değil ki. DiCaprio ne zaman önemli bir projede yer alsa konu bir şekilde bu noktaya taşınıyor ve “Bu kez Oscar’ı alacak mı” sorusu asıl mesele haline getiriliyor.
Alejandro G. Inárritu imzalı çalışma, ana karakteri Hugh Glass’ı canlandıran Leonardo DiCaprio’nun Oscar özlemini de bitirecek gibi. Film, 1823’te son derece zorlu kış şartlarında hayatta kalmaya çalışan bir adamın mücadelesini anlatıyor.
Karlı hava kısa aralıklarla Türkiye’yi esir almaya devam ededursun, ‘beyaz örtü’nün asıl hâkimiyeti salonlarda sürüyor. Hem de upuzun filmlerle... İki hafta önce Quentin Tarantino imzalı 168 dakikalık ‘The Hateful Eight’ vizyona girmişti, bu hafta da Alejandro G. Iñárritu’nun 156 dakikalık filmi ‘Diriliş’ (‘The Revenant’) seyirciyle buluşuyor. Her iki filmin öyküsü zorlu kış şartlarında, yoğun kar yağışı altında biçimleniyor, artı her iki film de 19. yüzyıl Amerika’sında geçiyor. ‘The Hateful Eight’e ilişkin yazınsal hesaplaşmamızı (!) gösterime girdiği dönem yapmıştık, şimdi sıra ‘Diriliş’te...
Michael Punke’nin 2002 tarihli ‘The Revenant: A Novel of Revenge’ adlı kitabının bir bölümünün uyarlaması niteliğindeki yapım, 1823’te Rocky Dağları’yla Missouri Irmağı arasındaki bir bölgede, çok zor doğa koşullarında hayata tutunmaya çalışan bir adamın, Hugh Glass’ın mücadelesine odaklanıyor. Bir grup avcıya eşlik eden ve yöreyi çok iyi bilen deneyimli rehber Glass, önce boz bir ayının saldırısına uğrar ve ağır şekilde yaralanır; sonrasında da ekip içindeki gözünü para bürümüş bir avcının ihanetine uğrar ve ölüme terk edilir. Fakat o, intikam alma ve hesabı kapama adına çok çok zorlu koşullarda hayata tutunmaya çalışır.
Ara not: Aslında bu öykü eski bir Amerikan mitine dayanmakta. Keza 1971’de Richard Sarafian, ‘Man in the Wilderness’ adlı filminde (ki başrollerinde Richard Harris ve ‘yönetmen’ John Huston vardı) bu miti sinemaya taşımıştı. Söz konusu yapımda Zachary Bass adlı kürk avcısı rehberinin bir ayı tarafından saldırıya uğramasıyla benzer şekilde hayatta kalma çabası anlatılıyordu. Yani ‘Diriliş’, aynı hikâyeye yazar Punke’nin yaptığı değişiklikler eşliğinde, yaklaşık 45 yıl sonra yeniden uğramış oluyor.
Lig maratonun 17 maçlık ikinci bölümünde cevabı merak edilen öncelikli sorularından biri de kuşkusuz bu olacak. Tecrübeli teknik adam, takımının hal ve gidişata ilişkin tarihi, geçen hafta içinde verdi bile: Nisan 2016... Bu takvime riayet etme yolundaki ilk hamle olan dünkü karşılaşma, kazasız belasız atlatılması gereken ilk dönemeçti.
SON VURUŞ PROBLEMİ
Sarı kırmızılılar, Sivasspor karşısında mücadeleye baskılı başladı. 3. dakikada Burak Yılmaz, ‘karşı karşıya’da ilk ciddi atağı değerlendiremedi. 13’te kazanılan penaltı atışında Selçuk İnan ilk golü atarken 23’te son maçların formda ismi Sinan Gümüş farkı ikiye çıkardı. Lakin skor avantajına rağmen ev sahibi oyunu tutmakta zorlanıyordu. Okan Buruk’un sahaya sürdüğü hücum ağırlıklı (Aatif, İbrahim Akın, Hasan Kabze) ama kırılgan kadro, son vuruş problemi yaşarken Galatasaray adına zaman zaman Muslera faktörü de devredeydi.
MAÇIN KIRILMA ANI
Haftanın yenileri arasında yer alan ‘Diren!’ (‘Suffragette’) de, bir zamanlar çekilen acıların ifadesi niteliğinde...
Sarah Gavron’ın imzasını taşıyan yapım, İngiltere’de geçen yüzyıl başında kadınların oy kullanma hakkı için çabalayan bir grup aktivistin mücadelesine odaklanıyor.
Öykü kısaca şöyle: Yedi yaşından beri çamaşırhanede çalışan evli ve bir çocuk annesi Maud, bir paketi teslim etmek için gittiği yerde eylem yapan kadınların arasına düşer.Bu sanki onun için ilk ışığın yanmasıdır. Peşi sıra kimi olaylar Maud’u ‘Direnişçiler’in (ki onlara ‘Süfrajet’ denmektedir) safına çeker. İşi zordur; apolitiktir, geçim kaygısı vardır, küçük çocuğunu büyütmek zorundadır ve aynı işyerinde çalıştığı kocasına karşı sorumlulukları (!) vardır. Gözaltına alındığında ‘Direnişçiler’in peşinde olan polis şefinin öğüdü de, “Bu işleri bırak, yuvana, eşine ve çocuğuna dön”dür. Lakin genç kadın artık aydınlanmış ve seçimini yapmıştır...
Senaryosunu ‘Shame’ (Yön: Steve McQueen) ve ‘The Iron Lady’ (Yön: Phyllida Lloyd) gibi yapıtları da kaleme alan Abi Morgan’ın yazdığı ‘Diren!’, bugün bile dünyanın kimi ülkelerinde elde edilememiş bir hakkın Britanya’daki serüvenini perdeye aktarırken belki sinematografik açıdan mükemmel bir filme dönüşemiyor ama derdini, tasasını gayet başarılı bir şekilde seyircisine aktarıyor.
Mayıs 2015’te yönetimini devraldığı Gümüşlükspor’u, geçen pazar amatör kümede şampiyon yaptı. Siyah-Sarılı takımın final maçı dolayısıyla Gümüşlük’e gittik, iki gün boyunca bu heyecana ortak olduk.
İlk gün
Profesyonel takımlar, ikinci yarı hazırlıklarıyla uğraşadursun, spor basını hangisi ipi göğüsler, ara transferde hangi takviyeler yapılır sorularına cevap aramakla meşgul olsun derken amatör kümelerde ‘Şampiyonluk’ unvanını ‘resmiyet’e dökenler var bile... Onlardan biri de Muğla 1. Amatör Ligi A Grubu takımlarından Gümüşlük Gençlikspor’du. Siyah-Sarılılar geçen pazar günü, en yakın rakibi Turgutreisspor’u sahasında 1-0 yenerek ‘Mutlu son’a ulaştı ve bir üst kümeye yükseldi.
Geçen ay festival dolayısıyla eşi Vanessa Redgrave’le birlikte Antalya’ya gelen ‘emektar kovboy’ Franco Nero’nun bir grup sinema yazarıyla yaptığı söyleşide naçizane kendisine şu soruyu yöneltmiştim: “Eastwood’un ‘Unforgiven’ı sonrası türün yatağı değişti. Öte yandan western’in öldüğünü söyleyenler var, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” İtalyan aktörün cevabı şöyleydi: “Bu hep söylenir ama western asla ölmez. Bakın Tarantino, benim eski bir karakterimden yola çıkarak ‘Django Unchained’i (‘Zincirsiz’) çekti, western yeniden canlandı.” Ve ekledi: “Birkaç hafta sonra Tarantino’nun yine bir western olan son filmi ‘The Hateful Eight’ vizyona girecek ve bir kez daha, bu türün ölmediğini, yeniden ayağa kalktığını göreceğiz...”
Valla biz sinema yazarları ‘The Hateful Eight’i gördük ama ben kendi adıma konuşayım; western’den ziyade Tarantino sinemasının, diyaloglara boğulmuş klasik yapımlarından biriyle daha karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Amerikalı yönetmenin sinema macerasını biliyor olmalısınız. Eğer bilmiyorsanız da sorun yok, ben hemen hatırlatayım: Vakti zamanında video dükkânında çalışırken kendine yakın hissettiği türlerin her türlü örneğini izleyip ileride tam da ‘Post-modernist çağlar’ın yönetmeni olarak geçmişte hafızasında biriktirdiği onca mirasın harmanlarını kendine özgü biçim ve anlatımlarla önümüze atar. Son dönemdeki favori alanı, 60’lar ve 70’lerin İtalyan sinemasının örnekleri. Mesela ‘Inglourious Basterds’, Enzo G. Castellari’nin 1978 tarihli filminin, ‘Django Unchained’ de benzer şekilde Sergio Corbucci’nin 1966 tarihli yapıtının yeniden yorumlanmasıydı. ‘The Hateful Eight’in ilham kaynağı ise yine Corbucci imzalı ‘Büyük Sessizlik’ (‘Il grande silenzio’) gibi görünüyor. 1968 tarihli bu yapımda öykü, olayların geçtiği yöreye atanan yeni bir şerif, acımasız bir kelle avcısı ve dilsiz bir adalet dağıtıcısı silahşorun etrafında biçimlenir.
İkinci film ‘Diriliş’, işlerin o kadar da kolay olmadığını gösteriyor. Filme Ezgi Mola’yla birlikte Hümeyra ve Nevra Serezli de damga vuruyor.
Aynı suda iki kez yıkanmak zor olsa da ilk film gişede 1.930.677 kişi tarafından izlenince ve hazır elde sinemaya uyarlanacak bir kitap daha olunca, ‘Kocan Kadar Konuş: Diriliş’in çekilmesi kaçınılmazdı. Nihayetinde devam filmi vizyonda... Malum, öykü Efsun adlı hafif düzene boyun eğmez, entelektüel eğilimlere sahip, evliliğe pek kafa yormayan, bırakın evliliği bazen ilişkiyi bile yük olarak gören, aklı başında bir kızın, okul arkadaşı
(ve de aşkı) Sinan’la yıllar sonra karşılaşması ve bu kez yollarının daha bir kesişmesi üzerine kuruluydu.
‘Kocan Kadar Konuş’a ilişkin şunları karalamıştım: “Sinemamızın son dönemdeki en büyük problemi, çoğu çeşme akarken küpü doldurmaya çalışan ve komedi formatında önümüze atılan boş ve kalitesiz yapımlardır. ‘Kocan Kadar Konuş’ ise akıcı diyalogları ve özellikle Ezgi Mola’nın performansıyla bu toplamın içinden kolayca ayrılan, kayda değer bir çalışma olmuş. Eski Yeşilçam’a yaptığı gönderme de güzeldi. Evlilik konusunda daha anarşist bir çizgiye sahip olmasını isterdim ama bence bu haliyle de sınıfı geçiyor.”
Filmde bu büyük futbol yeteneğinin bizatihi kendisini değil, onu anlatanları izliyorduk.
Yönetmeni Alex de la Iglesia olan, senaryosu da Arjantinli ünlü futbol figürü Jorge Valdano’nun katkılarıyla yazılan yapım, bir lokantada geçiyor ve Messi’nin hayatına tanıklık edenler onu anlatıyordu.
Böylelikle çeşitli dönemlerde hayatına dokunanların gözünden onun öyküsüne kulak kabartıyor, eski ve yeni görüntülerle yeteneğinin sınırlarına vâkıf oluyorduk.
REKABET İFADESİ