Uğur Vardan

Keşke biraz daha uyusaydım...

14 Ocak 2017
Uyuyarak yapılan 120 yıllık bir uzay yolculuğunun 30’uncu yılında uyanırsanız ne yaparsınız? Jennifer Lawrence ve Chris Pratt’ın başrollerini paylaştığı ‘Uzay Yolcuları’, yalnızlık ve kendi kaderine başkasını da ortak etme meselelerine odaklanan bir bilimkurgu. 

Yalnızlık başa bela, üstüne bir de uzayın sonsuz boşluğundaysanız... Alan Turing’in trajik hayatından kesitler sunan ‘The Imitation Game’le tanıdığımız Morten Tyldum, son filmi ‘Uzay Yolcuları’ (‘Passengers’) ile işte bu dertler etrafında gelişen bir öykü anlatıyor. Önce kısaca konu diyelim: Avalon adlı uzay gemisi, 120 yıl sonra uyandırılacak 5 bin yolcusuyla seyrinde ilerlemektedir. Derken yolculardan biri, Jim Preston uyanır. Bir mühendis olan Preston, seyahatinin sonuna geldiğini sanır lakin gemide kendisinden başka uyanan yoktur. Çok geçmeden son durak niteliğindeki ‘Homestead II’ adlı gezegene ulaşmak için önünde daha 90 yıllık bir sürenin olduğunu fark eder. Koca gemide tek dostu vardır; robot barmen Arthur. Spor salonuydu, lokantaydı, dans pistiydi derken bütün mekânları adeta tüketir. Arthur’un yarenliği de bir yere kadar; uyuyan yolcular içinde beğendiği ve kişisel dosyalarından bir yazar olduğunu öğrendiği Aurora Lane’i uyandırma düşüncesine kapılır ve ardından da harekete geçer...

‘Prometheus’ ve ‘Dr. Strange’ gibi filmlerin senaryolarına da katkıda bulunan Jon Spaiths’in kaleme aldığı metinden çekilen ‘Uzay Yolcuları’, genel olarak bir ‘Robinson Crusoe hikâyesi’. Filmin ilk 20 dakikası bir yalnızlığın ifadesi. Bu bölümün bir anlamda uzun versiyonunu Ridley Scott’ın Matt Damon’lı ‘Marslı’sında izlemiştik. Öykünün sonraki aşamasında, yani meselelere Aurora Lane’in dahil olma safhasında da Alfonso Cuoron’un, Sandra Bullock ve George Clooney’li ‘Gravity’sini hatırlıyoruz... Tuhaf gülüşe sahip barmen Arthur’un yer aldığı sahnelerde sanki ‘Shining’deki bar kadrajlarını akla getiriyor. Avalon’un iç tasarımlarından bazıları da ‘2001: Uzay Macerası’nı anımsatıyor.

FELSEFESİ İYİ, AKSİYONU GEREKSİZ 

Peki filmin kendisi neler söylüyor? Jim Preston’ın yalnızlığını izlediğimiz bölümde kimi varoluşsal problemleri, Aurora’nın katılımıyla da bambaşka meseleleri (‘Âdem ve Havva’sal diyelim) görüyor, hissediyor ve seyirci zihnimizde tartıyoruz. ‘Uzay Yolcuları’, bu noktalarda merak uyandırıyor, öyküsü belli oranda çekici geliyor. Ama sonrasında devreye bence gereksiz bir biçimde aksiyon giriyor. Tamam, sistem neden işlemedi, Jim neden erkenden uyandı, bunun cevabını aramak ve de bulmak lazım ama işin içine manasız kahramanlık gösterileri girince, Avalon değil belki ama film rotasından çıkıyor.

Hep bu tür tökezlemelerde benim aklıma Tarkovski’nin ‘Solaris’i gelir. Söz konusu yapım, sonsuzluk içinde kendi varlığımızı ve sonumuzu bize hatırlatır ve aksiyona gerek duyulmadan da heyecan uyandırılabilecek anlar ve süreçler olabileceğini gösterir. Hoş Kubrick’in ‘2001: Uzay Macerası’ da benzer bir refleksin ifadesidir. Tabii ki “İyi ama iki film de sinema tarihinin köşe taşlarındandır, kıyaslama insafsız olmuyor mu?” diyebilirsiniz ama yine de ‘Uzay Yolcuları’ sanki kimi göndermeler dışında zihnimizde daha derin izler bırakabilecekken kolay yolu seçmiş gibi görünüyor.

Oyunculuklara gelince: Preston’da karşımıza ‘Galaksinin Koruyucuları’ndan da hatırladığımız Chris Pratt gelirken Aurora rolündeki Jennifer Lawrence’la fiziksel anlamda ‘hoş’ bir ikili olmuşlar. Ama çok özel bir performans sunduklarını söyleyemeyiz (ayrıca Aurora’nın yazar olduğuna da pek ikna olamıyoruz). Michael Sheen ise barmen Arthur’a özel dokunuşlar katıyor. Öte yandan uzay gemisinin tasarımının ve yüzme havuzunda yerçekiminin ortadan kalktığı sahnenin görsel olarak etkileyici olduğunu belirtmeliyim.   

Sonuç olarak ‘Uzay Yolcuları’, felsefi takıldığı bölümlerde etkileyici ama aksiyona göz kırptığı andan itibaren de irtifa kaybeden bir film olmuş. 

HAYAT ONLARIN GÖZLERİNDE PARLIYOR

Yazının Devamını Oku

Okunası futbol

10 Ocak 2017
BİZİM kuşağın en sadık dostlarından biriydi çizgi romanlar. Öyle ki kendi adıma, okuma alışkanlığımın mesela ‘rahmetli’ Sezgin Burak’ın şaheseri Tarkan vasıtasıyla geliştiğini çok iyi hatırlarım. Söz konusu kahramanın serüvenleri dergi formatında çıkıp (ara bilgi notu: ilk olarak günlük bant şeklinde Hürriyet’in sayfalarında yer almıştı) üçüncü ya da dördüncü sayıya ulaştığında ‘İlkokul bir’deki ilk haftamdı.

Zamanlama o kadar uygundu ki, okuma-yazma faaliyetimin henüz emekleme dönemindeki en zevkli idman sahası, nam-ı diğer ‘Altar’ın oğlu’nun ilk macerası olan ‘Maryo’nun Kuşları’ydı. Sonrasında diğer kahramanlarla tanıştım elbet; yerlisi yabancısı, kovboyu uzaylısı derken hepsi o çocukluk günlerinden şimdiki zamana kadar eşlik etti hayat yolculuğuma. Tarkan da, ilk göz ağrısı olarak hep ayrı bir yerde durdu.

 “SiHiRLi AYAKKABI”

BÜYÜME serüveninde duraklar bir değil ki; ben önce çizgi romanları keşfetmiştim, sonra sinemanın, ardından da futbolun büyüsünü... Bu harmanda kuşkusuz en derin ve keyifli anılardan biri de, bir zamanların efsane dergisi Doğan Kardeş vasıtasıyla tanıştığım ‘Sihirli Ayakkabı’ adlı çizgi romandı.

Yetenekleri sınırlı Billy Dane adlı bir çocuğun, eski bir futbolcunun (adı ‘Bombacı Ken’di) kramponları sayesinde (onları giydiğinde inanılmaz oynuyordu) olaganüstü işler başarmasını ve yükselmesini anlatan bu İngiliz yapımı seriyi (orijinal ismi ‘Billy’s Boots’du) okumanın hazzı, o ünlü reklam sloganında olduğu gibi ‘Paha biçilemezdi’di.

Aslında bu sayfalarda ‘Sihirli Ayakkabı’dan daha önce de -Temmuz 2015’te yayımlanan “Sevdamızın ‘çizgisel’ ifadesi” başlıklı yazıda- bahsetmiştim. Çünkü ‘Bir Zamanlar Sahalarda’ adlı ‘yerli’ üretim bir futbol çizgi romanı kitapçı vitrinlerini süslemişti. ‘Çıkan kısmın özeti’ kabilinden konusunu hatırlarsak, bu çizgi roman babası şikeci ve kumarbaz bir faal futbolcu olan minik bir çocuğun (‘Tekir’ lakabıyla tanınıyordu) oyuna ilişkin sevdasını ve yetenekli bir kaleci olarak mahalle maçlarındaki tutunma öyküsünü anlatıyordu. Öykünün yaratıcısı Bülent Sağman’dı ve çizimler Cem Özüduru’ya aitti. Bir üçlemenin ilk kitabı niteliğindeki ‘Bir Zamanlar Sahada’nın devamı da geldi: ‘Bir Zamanlar Kupalarda’.

Aslında ikinci adım Haziran 2016’da piyasaya çıktı ama bir türlü yazmaya fırsatım olmadı, kısmet bugüneymiş diyelim.

iYi OKUYAN KAZANSIN!

‘BİR Zamanlar Sahada’

Yazının Devamını Oku

‘Büyük birader’e karşı tek başına...

7 Ocak 2017
Hollywood’un muhalif sinemacısı Oliver Stone, son filminde Edward Snowden’ın, sistemin ipliğini pazara çıkaran mücadelesini anlatıyor. ‘Snowden’, aynı zamanda vatansever bir ajanın süreç içinde yaşadığı vicdani ve ahlaki hesaplaşmasının da öyküsü...  

Orwell’ın öngörüsü şimdiki zamanlarda bütün gerçekliğiyle sürüyor. ‘Dünyanın jandarması’ namlı Amerika, hem kendi vatandaşlarını hem de gezegenin her köşesini gözlüyor. Bu hissiyata çoktan sahiptik ama Edward Snowden, en azından işi belgelere döktü ve meseleyi, dünya kamuoyuyla paylaştı. Lakin bunun bir bedeli olacaktı; ülkesi tarafından ‘vatan haini’ ilan edildi ve Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı, halen bu ülkede yaşıyor. 2003 yılında gayet ‘vatansever’ hislerle kendisini sistemin kollarına bırakan ve ‘alaylı’ bir bilgisayar dahisi olarak CIA’nin yan birimlerinden NSA’de (National Security Agency-Ulusal Güvenlik Dairesi) birçok önemli projede yaratıcı ve yürütücü olarak çalışan tam adıyla Edward Joseph Snowden, resmi görevini 2011’e kadar sürdürdü. Sonrasında ortadan kayboldu ve elindeki gizli bilgileri basın üzerinden kamuoyuyla paylaşarak sistemin ‘sinsi’ planlarını ortaya çıkarmış oldu.

Aslında Snowden’ın öyküsünü 2014 tarihli belgesel ‘Citizenfour’da izlemiştik. Laura Poitras imzalı yapım Akademi tarafından ödüllendirilmiş ve ‘En İyi Belgesel’ dalında Oscar almıştı. Hollywood’un kendi gerçekliği içinde muhalif sayılabilecek yönetmenlerinden Oliver Stone, aynı sulara döndü ve eski Ulusal Güvenlik Dairesi elemanının öyküsünü bu kez kurgusal bir filmle kamuoyunun beğenisine sundu. ‘Snowden’ adlı yapım, bu hafta itibariyle bizim salonlarımıza da uğruyor. Film, meseleye ilişkin Anatoly Kucherena ve Luke Harding’in yazdıkları kitaplardan yola çıkılarak Stone’un Kieran Fitzgerald’la birlikte kaleme aldığı senaryodan çekilmiş.

‘Snowden’, temel olarak ülkesinin bilgisayar teknolojisi üzerinden fark yaratmasını isteyen ve 11 Eylül’le zirvesine ulaşan terör olaylarının önlenmesini ilişkin çabalara yardımcı olmak üzere CIA çatısı altında çalışmaya karar veren iyi niyetli bir gencin, süreç içinde sistem karşıtı bir figüre dönüşmesini anlatıyor. İşini kız arkadaşı Lindsay Mills’ten saklayan, dehasını sistemin emrine veren genç Edward, çok geçmeden sadece ana düşman görülen Rusya, Çin ve İran dışında Japonya, Almanya, Brezilya, hatta Avusturya gibi ülkelerin de izlendiğini, gözlendiğini, birçok dünya vatandaşının e-postalarına, cep telefonu mesajlarına ve hatta bilgisayar kamerasına kadar erişildiğini gözlüyor. Bu tablo genç ajanı ahlaki ve vicdanı bir hesaplaşmaya itiyor.

O sırada Amerika yeni bir seçim heyecanı yaşıyor; Snowden, “Obama gelince işler düzelir sandım” diyor ama zamanla yanıldığını anlıyor. Anladığı bir başka şey de terörün bir gerekçe değil, bahane olduğu. Bu durumda da, “Asıl dert bütün dünyaya ilişkin ekonomik ve sosyal kontroldü” yargısına varıyor, ardından da sistem dışına çıkarak kimi gerçekleri açığa çıkarmak için hamlelerine başlıyor. Vicdani duruşunu besleyen en önemli şey ise, “Vatandaşlar, hükümetimizi sorgulayabilmeli, çünkü bu anayasal bir hak...” düşüncesi.  

‘OBAMA DÜZELTİR SANMIŞTIM’

‘Snowden’ı izlerken tıpkı ‘Citizenfour’ gibi ilginç detaylarla karşılaşıyorsunuz. Stone’un filmi ele aldığı karakterin dönüşünü, sevgilisi ve iş arkadaşlarıyla yaşadıklarını aktarırken, kişisel dönüşümünü ve Edward Snowden’ın psikolojini de başarıyla ve inandırıcı bir dille yansıtmış.

Öte yandan hem Laura Poitras’ın belgeselinin hem de bu filmin hatırlattığı bir şey daha var; sistemin kendisine aykırı gördüğü bir kişinin öyküsüne, sistemin sinema düzeninin hayat hakkı tanıması -ki daha önce de yazmıştım- hatta Akademi’nin ödül bile vermesi. Evet, “Amerikan sineması hep böyledir” derler, “Sistem günah işler, bu günahların hesaplaşması da perdede yapılır ve sistem böylelikle ‘sözde’ aklanır.” Bu, liberalizmin temel reflekslerindendir belki de ama şöyle ya da böyle, ortada bir hesaplaşma vardır. Oliver Stone da aslında sisteme inancını ‘JFK’ gibi filmlerde gösteren bir yönetmen olarak, kendince bir hesaplaşmaya soyunmuş ve ‘Snowden’ın öyküsünü ve meselenin perde arkasını, peliküle taşımış.

Joseph Gordon-Levitt

Yazının Devamını Oku

‘Alien’ yine, yeniden korkutacak...

1 Ocak 2017
2017’de sinema neler sunacak hayatımıza? Yerliler yine ‘gişe garantisi’ peşinde koşacak. Asıl heyecan ‘Alien: Covenant’, ‘John Wick’, ‘Wonder Woman’, ‘Moonlight’ gibi filmlerle yaşanacak...

Yeni yılın mönüsünde eğilimler aşağı yukarı belli: Yerli kanadın popüler sinema cephesinde her zaman olduğu gibi ‘garanti’ projeler gündemde, çünkü bildik sulara dönmek gişe garantisi görülüyor. Bu mantığın uzantısındaki filmlerin başında beşinci kez seyirci önüne çıkacak olan ‘Recep İvedik’ geliyor. Yılın ilk haftasında vizyona çıkacak olan ‘Çalgı Çengi İkimiz’ de benzer bir refleksin ifadesi sayılabilir. Ata Demirer ise ‘Olanlar Oldu’da en azından yeni bir tiplemeyle huzurlarımıza geliyor. Sinemayı popüler çizgilerin uzağında ele alanlar için Reha Erdem imzalı ‘Koca Dünya’, Onur Ünlü’nün son çalışması ‘Kırık Kalpler Bankası’, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Buğday’ı, ve Ferzan Özpetek kendi romanından uyarladığı  ‘İstanbul Kırmızısı’ beklenen filmler.

Dünya sinemasından gelecek örneklere göz atarsak yılın en çok beklenen yapımlarından biri emektar yönetmen Ridley Scott’ın ‘Alien evreni’ne eklediği son adım ‘Alien: Covenant’ olacak. ‘Prometheus’la başlayan üçlemenin ikinci filminde Michael Fassbender, Katherine Waterston ve James Franco gibi isimler rol alıyor. ‘No’, ‘The Club’ gibi filmleriyle tanıdığımız Şilili yönetmen Pablo Larrain imzalı ‘Jackie’, Amerikan tarihinin en bilinen ‘First Lady’lerinden Jackie Kennedy’nin hikâyesinden satırbaşları aktarıyor. Nathalie Portman, filmdeki performansıyla Oscar’ın en güçlü adayı. İlki aksiyon açısından çok beğenilmişti, şimdi sırada ikincisi var. Ölüm makinesi gibi çalışan şimdiki zamanlar ‘Tetikçi’si  ‘John Wick’in bu yeni adımının kadrosunda Keanu Reeves yine başrolde, ekibe Ian McShane, Common, Bridget Moynahan gibi isimler katılmış. Bir radyonun gökyüzünden düşmesinden sonra, dağlardaki kasabasını rock yıldızı olma hayaliyle terk edip büyük şehre yerleşen bir köpeğin öyküsünü anlatan ‘Rock Dogs’, 2017’nin en sevilecek animasyonlarından biri olmaya aday.

YIL ‘STAR WARS’LA KAPANACAK

Oscar zamanı isminden çokça söz edileceğe benzeyen ve abisinin ölümüyle doğup büyüdüğü kasabaya dönerek burada geçmişin hesaplarıyla yüzleşmek zorunda kalan bir adamın hikâyesini anlatan ‘Manchester by the Sea’ de heyecanla beklenen yapımlardan.

Birçok Amerikalı eleştirmence ‘2016’nın en iyi filmi’ seçilen ‘Moonlight’ı biz 2017’de seyredeceğiz. Bu arada Milla Jovovich’li ‘Resident Evil’ serisi, bu yıl altıncı hamlesi ‘The Final Chapter’la son bulacak. Yönetmen ve oyuncu kadrosuyla takımın tekrar toplandığı ‘T2’, ‘Trainspotting’ ruhunu bir kez daha perdeye taşıyacak. İlkini çok beğendiğimiz ‘Galaksinin Koruyucuları’ da ikinci macerasıyla 2017’de arz-ı endam edecek. Bu yılın bir başka devam filmi de ‘Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı’ olacak. Ve ‘Batman v Supermen: Adaletin Şafağı’nda yan karakter olarak kendisini tanıtan Amazon prensesi Diana, bu yıl ‘Wonder Woman’da tek başına huzurlarımıza teşrif edecek. Yılı tabii ki yine bir ‘Star Wars’ filmiyle kapatacağız. ‘Episode VIII’de bir önceki adım olan ‘Güç Uyanıyor’da tanıştığımız Rey’in epik yolculuğu devam edecek. Film, muhtemelen Carrie Fisher’a adanacak.

Ne diyelim, her zaman olduğu gibi 2017’de de ‘İyi seyirler’...

Yazının Devamını Oku

Düşlerin parlayıp söndüğü yerde...

31 Aralık 2016
Trafiğin kilitlendiği anda başlayan tanışıklığın ardından düşlerinin peşinden gitmekte kararlı iki gencin, Mia ve Sebastian’ın ilişkisini anlatan ‘Âşıklar Şehri’, bizi özlemi duyulan eski güzel günlere doğru bir yolculuğa çıkarıyor. ‘Whiplash’le tanınan Damien Chazelle imzalı, ‘müzikal’ esintili filmi, Emma Stone ve Ryan Gosling sürüklüyor.

1993 tarihli ‘Falling Down’da Los Angeles’ın sıkışan trafiği tarafından sinirleri altüst olan adamcağız, nihayetinde birikmiş öfkesiyle denetimden çıkıyor; eline silahı alıp bilinçaltındaki ırkçılıkla birlikte ülkesi Amerika’yı kendi idealindeki düzenin ötesine taşıdığını düşündüğü ‘göçmenler’ başta olmak üzere nerdeyse her şeye, herkese nefretini ve kurşunlarını kusuyordu... Tarihler 2016’yı gösterirken bu kez Los Angeles’ın trafiğinde sıkışanlar, arabalarından inip etrafa kurşun sıkmak yerine toplu halde şarkı söylüyor ve dans ederek rahatlamayı seçiyorlar. Söz konusu sekans, bu haftanın öncelikli yapıtı ‘Âşıklar Şehri’nin (‘La La Land’) giriş kısmı. Hoş, ‘Falling Down’ geride kalsa da fikirleri Donald Trump vasıtasıyla iktidarda ve ‘Âşıklar Şehri’ de şimdiki zamandan yola çıkarak geride kalan fikirlerin, güzelliklerin, duyguların peşine düşüyor.

AŞKIN ÖMRÜ KAÇ MEVSİM?

Yönetmen ve senarist olarak, ‘Whiplash’le tanıdığımız Damien Chazelle’in imzasını taşıyan film, Mia ve Sebastian’ın kesişen kaderleri üzerinden, dünyanın her yerinde “Nerde o eski günler” repliğini sık sık tekrarlayanların hislerine tercüman olmaya çalışıyor. Önce kısaca konu diyelim: Bir kafede çalışırken arada da şansını oyuncu seçmelerinde deneyen Mia’yla istediği işlerde bir türlü çalışamayan caz piyanisti Sebastian... ‘İkili’ önce trafiğin sıkıştığı bir günde karşılaşırlar, sonrasında ise bir kulüpte ve ardından da havuz başı 80’ler partisinde. Mevsimler değişir, kaderin adeta “Haydi artık ama” dediği Mia ve Sebastian süreç içinde birbirlerine âşık olurlar. Ama aşkla ne kadar yaşanılır? Bir an mı, bir ömür mü; ne kadar? (Gerçi bir aralar ‘Üç yıl’ olduğunu iddia eden romanlar okuyup filmler izlemiştik ama...)

EMMA STONE ÇOK İYİ

‘Whiplash’te genel olarak müziğin sularında gezinse de ego, tutku, eğitimde faşizm gibi limanlara uğrayan Damien Chazelle, ‘Âşıklar Şehri’nde bu kez ‘Müzikallerin altın çağı’ denen döneme saygı duruşunda bulunuyor, kendi sevdiği Jacques Demy filmlerine, ‘Singin’ in the Rain’e selam yolluyor. Kuşkusuz karşımızda klasik anlamıyla bir ‘Müzikal’ yok, ‘post-modern’ bir kolaj var ama filmin ruhunun seslendiği yerin eski, mutlu günler (!) olduğu çok açık.

Öte yandan öykü “Aşk ne kadar karın doyurur?” diyerek iki ana karakter arasındaki ilişkinin geleceğine yönelik adımlar attığında problemler kıyıya vuruyor. Çünkü bu hamleler, çok geçmeden onların ‘şimdiki zaman’larını bölüp parçalıyor... Bu durumu aslında ‘Âşıklar Şehri’nin kendisini romantik sulardan kurtarıp günümüz gerçeğiyle yüzleşmesi ve ayaklarını yere basma çabası olarak da nitelemek mümkün. Film hem “Tutkularınızın, düşlerinizin, hayallerinizin peşinden koşmaktan, onları kovalamaktan vazgeçmeyin” diyor hem de bu tutkuların sizi götürüp bırakacağı noktaları, limanları hatırlatmayı da bir borç biliyor.

Oyunculuklara gelince... Emma Stone, ‘Birdman’le sanat âlemlerine adım atmıştı, ‘Âşıklar Şehri’yle yürüyüşünü sürdürüyor diyebiliriz. Genç yıldız hem başlardaki iğneleyici tondaki tiplemede hem de her daim eski zamanlara sevdalı Mia’da çok başarılı. Sebastian rolündeki Ryan Gosling’in bu filmde Stone kadar ışıltılı olduğunu söylemek zor ama yine de gayet iyi bir performans sergiliyor. Öte yandan bazı karelerde müstehzi gülüşü ve kayıtsızlığını ifade eden mimikleriyle yine ‘Nejat İşler esintisi’ sunuyor. ‘Whiplash’in öğrencilerini hamur gibi yoğuran acımasız müzik eğitmeni J. K. Simmons, burada da öykünün belki de tek kötü adamı (!) rolünde (Sebastian’ın çaldığı kulübün sahibi Bill) kısa ve öz takılıyor.     

‘CAFÉ SOCİETY’ TADI

Yazının Devamını Oku

Ve huzurlarınızda ‘en kötü ses’

24 Aralık 2016
‘Florence’, son derece kötü sesine ve yeteneksizliğine rağmen parası sayesinde çeşitli ortamlarda ve müzikhollerde ‘soprano’ olarak konser vermeyi başarmış bir kadının gerçek hikâyesini anlatıyor. Meryl Streep, filmdeki performansıyla muhtemelen 20. kez Oscar’a aday gösterilecek.

Müzik benim hayatım” diyor, haklı... Ama tutkusuna rağmen bütün kayıtlar, ‘Opera tarihinin en kötü sesi’ olduğunu yazıyor... Evet, Florence Foster Jenkins’tan (1868-1944) bahsediyoruz; yani New York sosyetesinin en önemli isimlerinden biri olmuş, ‘amatör soprano’ kimliğiyle popülaritesi, yeteneğinin ve kapasitesinin çok çok önüne geçmiş bir figürden. Bu tarihsel portre, haftanın filmlerinden ‘Florence’la (‘Florence Foster Jenkins’) salonlarımıza uğruyor. Stephen Frears imzalı yapım, aynı zamanda söz konusu karakteri canlandıran Meryl Streep’in yine muhteşem bir oyunculuk performansı sunmasına da vesile oluyor. Film, ‘Altın Küre’lerde dört dalda aday oldu, Oscar yarışında ne denli boy gösterir bilemem ama Streep için yeni bir mücadelenin adımına dönüşecek gibi görünüyor. Malum, kendisi bugüne kadar 19 kez Akademi Ödülleri’ne aday oldu ve üç kez de kazandı, ‘Florence’ 20’nci heyecanın ifadesi olabilir.

Öyküyü kısaca özetlersek: Hayatı boyunca soprano olmak için çabalamış ama bunu ancak kişisel zenginliği sayesinde kendisine tanınan özel statülerle elde edebilmiş Florence Foster Jenkins’in en büyük yardımcısı, kocası St Clair Blayfield’dir. Başarısız bir Shakespeare oyuncusu olan Blayfield, karısını adeta özel bir fanusta yaşatır; yeteneksizliğinin farkına varmasını engeller, ona özel hocalar tutar, önemli salonlar kiralar, basınla ilişkileri ayarlar vs. Bu genel ilişkiler zincirinde belirleyici kriter, her şeyin bir bedeli olmasıdır. İkilinin hayatlarındaki en yeni hamle, Florence’ın Metropolitan Operası şeflerinden Carlo Edwards’tan alacağı derslerdir. Eğitim aşamasında yardımcı olacak piyanist konusunda da genç bir yetenekte, Cosmé McMoon’da karar kılınır ve çalışmalar başlar.

Simon Helberg de muhteşem

‘Florence’, hayatını anlattığı karakterin son yıllarına odaklanıyor. İngiliz yönetmen Stephen Frears, tutkusu yeteneklerinin önünde olan bir kişiliğin öyküsünü perdeye taşırken bize sinema yoluyla bir ‘İnsanlık komedyası’nın tasvirini sunmuş. Böyle bir portreye kızamıyor, aksine acımaktan yola çıkarak seviyor, giderek de takdir ediyorsunuz. Kuşkusuz bu tiplemeyi filmin özelinde bize sevdiren Meryl Streep’in enfes performansı oluyor. Bilhassa arya söylediği sahneler muhteşem. Ayrıca kendisini geçen yıl ‘Sıradışı Anne’de (‘Ricki and the Flash’) ‘rocker’ olarak izlemiştik, bu yıl ‘soprano’ olarak karşımızda. Keza Hugh Grant de Florence’ın kocası St Clair’de kariyerinin en iyi işlerinden birine imza atmış. Bu, ‘Oyunculuk gösterisi’ olarak da nitelendirilebilecek filmin en etkili performanslarından biri de Cosmé McMoon karakterine hayat veren Simon Helberg’den geliyor. Ünlü dizi ‘The Big Bang Theory’nin Howard Wolowitz’i olarak tanıdığımız genç aktör, muhteşem oynamış.
Sonuç? Frears’ın olgun ve aksamayan rejisi, ana ve yan karakterlerin ışıltısı ve dönemin başarılı tasviriyle (öyküde Toscanini, Cole Porter, Tallullah Bankhead, Lily Pons gibi simaları da görüyoruz) ‘Florence’, izlenmesi keyifli bir yapım, kaçırmayın derim.

Yazının Devamını Oku

‘Oyunlarla yaşayanlar’ için...

24 Aralık 2016
Geçen yıl, “Metni zaten biliyorsunuz; biraz görsel ihtişama ve harekete ne dersiniz?” diyerek ‘Macbeth’i bir aksiyon filmi şeklinde huzurlarımıza getiren Justin Kurzel, ortaya çıkan işin gördüğü ilgiden ve ekibin çalışmasından memnun kalmış olmalı ki, oyuncuları Michael Fassbender ve Marion Cotillard’la yeni bir serüvene yelken açmış. Söz konusu serüven, çok tutmuş bir bilgisayar oyununun, ‘Assassin’s Creed’in sinema uyarlaması. Lakin ortaya çıkan ürünün sinematografik anlamda çok da çarpıcı bir adım olduğunu söylemek zor.

Önce özet: İnfazı gerçekleşme aşamasında olan idam mahkûmu olan Callum Lynch, gözlerini açtığında kendisini tuhaf bir yerde bulur. Burası hapishaneyle kimi deneylerin yapıldığı bilimsel klinik arası bir merkezdir. Sistemin yöneticisi konumundaki Dr. Rikkin’le kızı Sofia, Lynch’i ‘Animus’ adlı ‘sanal gerçeklik’ projesiyle zaman yolculuğuna çıkarır. Söz konusu mahkûmun atalarından Aguilar de Nerha, 15. yüzyıl Endülüs’ünde Katolik Kilisesi’nin ve iktidarın uygulamalarına karşı mücadele eden gizli bir suikastçı örgütün en önemli üyesidir. Yolculuğun amacı, büyük bir öneme sahip ‘Cennetin Elması’na ulaşmaktır.

‘Warcraft’ etkisinden uzak

Kişisel olarak hakkında pek de bilgi sahibi olmadığım bu bilgisayar oyununun film vasıtasıyla önümüze gelen kahramanı ve öykünün geçtiği kimi mekânlar, ister istemez ‘Haşhaşiler’i (ki bir yerde bu bilgi seyirciyle paylaşılıyor) ve Alamut Kalesi’ni hatırlatıyor.

Kurzel’in filminin aksiyonu ön planda: Sürekli yakın dövüş sahneleri, çatılardan, kulelerden, saraylardan atlama zıplama sahneleri, ok ve ‘Suikastçılar’ın alamet-i farikası olan bıçak derken görsellik belli ölçüde idare ediyor. Ya metin derseniz, ‘Tapınak Şövalyeleri’yle ‘Suikastçılar’ın ‘ezeli rekabet’ini Hasan Sabbah hikâyelerinin yanı sıra Dan Brown ve Jean-Christophe Grangé’vari hamlelerle süslemişler (aslında bence kıyısından köşesinden Martin Mystere’a da göz kırpıyor senaryo, hele bir de işin içine Kristof Kolomb’un karıştırılması). Mesele de burada başlıyor; anlatılanlar çok tanıdık ve “Tarih boyuncu kitleler siyaset ve din ile idare edildi, sonrasında tüketim devreye girdi, şimdi sıra bilimde” demekle ‘derin’ bir film yapılmıyor.

Oyunculuklara gelince: Sırtından ‘geçmişe bağlanan’ (yani ‘genetik hafıza’sıyla buluşan) Lynch’te
Michael Fassbender, bir-iki sahne dışında kayda değer bir performans sergilemiyor. Önce ‘Müttefik’, sonra da ‘Aşk Mektupları’yla üst üste huzurlarımıza gelen Marion Cotillard, iki haftalık bir ‘ara’nın ardından bu kez hırslı bilim insanı Sofia rolüyle karşımızda. Onun performansında da söz etmeye değer bir yan yok, farklılığı sadece kısa kesilmiş saçları ve de ‘Tereddüt’ün psikiyatrı Şehnaz’ı (Funda Eryiğit) hatırlatan görünümü! Zaman zaman kızıyla ilkeler konusunda çelişen Dr. Rikkin’de Jeremy Irons da sonuca katkıda bulunamıyor. Neyse belli ki bu film, bir serinin ilk adımı; devamında görüşmek üzere diyelim. Son olarak ‘Assassin’s Creed’, bu yılın bir başka bilgisayar oyunu uyarlaması ‘Warcraft’ın sinematografik olarak yarattığı etkiden uzak...

 

Yazının Devamını Oku

Vicdan ruhu kemirir...

24 Aralık 2016
Dardenne Kardeşler, tıpkı Ken Loach gibi Avrupa sinemasının ahlaki ve sosyolojik vicdanı olmayı sürdürüyor. Belçikalı yönetmen ikilisinin son filmleri ‘Meçhul Kız’da (‘La fille Inconnue’), idealist bir doktor kendisinin neden olduğunu düşündüğü bir vakanın hesaplaşmasına soyunurken arka planda seyirci, adeta sosyolojik bir geziye de çıkartılıyor.

 

Filmin ana karakteri Jenny Davin, öykünün başında stajyer Julien’e “İyi bir doktor duygularını kontrol etmesini bilmeli” diyor ama daha sonra mesafeli, dışarıdan bakıldığında soğuk görünen kişiliğiyle duygusal bir yüzleşmenin parçasına dönüşüyor. Onu, bütün bu sürece dahil eden şeyse çalıştığı kliniğe, yoğunluk dolayısıyla kabul etmediği Afrikalı kadının ölüm haberini alması...

Jenny, maktulün en azından isminin ne olduğunu öğrenmek ve durumu, ailesine bildirmek istiyor. Ve suçluluk duygusuyla hareket ederken öykü giderek dedektifvari bir hal alıyor. 

Dardenne’ler, genç doktorun çabalarını, önceki filmleri ‘İki Gün Bir Gece’dekine benzer bir ritm duygusu ve tempoyla anlatıyor. Jenny, arayışlarını sürdürürken kaçak karavan işletmecilerinden fahişelerle birlikte olan ihtiyarlara, paravan randevuevlerine, göçmenlere ayakta ve hayatta kalmak sunulan fuhuş bataklığı seçeneğine ve de dışarıdan bakıldığında ‘ideal’ görünen ‘beyaz çekirdek aile’nin ikiyüzlülüğüne, çürümüşlüğüne uzanan bir yolculuğunun tanığı oluyor.

Doktor Jenny Davin’de Adèle Haenel’in sakin ama son derece güçlü bir performans ortaya koyduğu ‘Meçhul Kız’, aydın vicdanının ya da bilinçaltının peliküldeki yansıması gibi duruyor. Film, sezonun da kayda değer seçeneklerinden biri...  

 

Yazının Devamını Oku