Henüz yolun başındayken, sinema serüveninin en etkileyici çıkışlarından birini ‘Savaş karşıtı’ (‘Gelibolu’) bir filmle yaparsan zaten mesele hakkında temel bir fikrin olur! Lakin sonraları yönetmen olarak imza attığın yapıtlarda aksiyona, şiddete, kanlı sahnelere yüklenmişsen de ortaya ‘Hacksaw Ridge: Savaş Vadisi’ gibi bir filmin çıkması da doğaldır sanki.
Mel Gibson, 2006’da çektiği ‘Apocalypto’dan tam 10 yıl sonra yeniden kamera arkasına geçmiş ve söz konusu yapımla huzurlarımıza gelmiş. ‘Hacksaw Ridge: Savaş Vadisi’, gerçek bir karakterin, eline silah almayı reddetmesine rağmen sağlık görevlisi olarak 2. Dünya Savaşı’nın Pasifik cephesinde görev yapmış ve yaklaşık 75 kişinin hayatını kurtarmış Desmond T. Doss’un öyküsüne odaklanıyor. 1. Dünya Savaşı’nda en yakın arkadaşlarını kaybetmiş ve her türlü yıkıma, en yakınından şahit olmuş, dönüşte kederini alkolde çözmeye çalışmış bir babanın iki evladından biri olan Desmond, kardeşiyle yaşadığı trajik bir olayın ardından temel dini öğretilerden birine, “Öldürmeyeceksin”e sığınıyor ve hayatını bu eksen etrafında kuruyor. Arabanın altında kalmış birine (bu noktada ‘Sefiller’in Jean Valjean’ını hatırlamamak mümkün mü!) yardım ederken tanıştığı hemşire Dorothy’ye âşık olan bu genç adam, bütün dünyayı sarıp sarmalayan savaş belasına karşı koymak adına her ‘vatansever’ gibi ordunun kapısını çalıyor. Lakin bu çelimsiz ama her idmanın en dayanıklısı görünümündeki genç, iş eline tüfek alma aşamasına gelindiğinde inançlarını öne sürerek tavrını belli ediyor. Sonuçta sorun askeri mahkemeye kadar taşınıyor lakin Anayasa Mahkemesi’nin kimi hükümleri gereği, bu viraj bir şekilde dönülüyor. Ve nihayetinde Desmond, bağlı bulunduğu birlikle Okinawa Cephesi’ndeki yerini alıyor ama...
İKİ AYRI FİLM GİBİ
Mel Gibson, ‘Hacksaw Ridge: Savaş Vadisi’nde sanki iki ayrı film çekmiş, ilk yarıda karakterinin nasıl bir ‘vicdani retçi’ olduğunu ve bu kimliğiyle, ordu içinde yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Aynı zamanda bir ‘Adventist’ olarak yedinci günde (cumartesi) dünyevi işlerden kaçınan Desmond (tabii bu durum akla ‘Ateş Arabaları’ filmini de getiriyor), babasının yardımıyla ‘Vicdani retçi’ kimliğiyle savaş ortamına yollanıyor.
zcan Deniz, sadece yönettiği ‘Sevimli Tehlikeli’nin ardından bu kez hem kamera arkası hem de önünde yer aldığı ‘İkinci Şans’la huzurlarımızda. Deniz, malum daha önce de ‘Evim Sensin’ ve ‘Su ve Ateş’ gibi filmlere de imza atmıştı. Önce yargımızı belirtelim: ‘İkinci Şans’, Özcan Deniz’in yönetmenlik kariyerindeki en iyi işi olmuş.
Sonrasında da açalım: ‘İkinci Şans’, hayatlarındaki yeni seçeneklerle karşılaştıklarının farkında olmayan iki insanın aşkına odaklanıyor. Eşinden ayrıldıktan sonra kızını tek başına büyütmeye çalışan ve önceki beraberliğinin tecrübeleriyle kendi kozasında hayatını sürdüren matematik öğretmeni Yasemin’in yolu, tesadüfler (çocukları arasındaki internet üzerinden yakınlaşmasıyla) sonucunda lüks bir lokantanın sahibi olan Cemal’e çıkar. Cemal çekirdekten yetişme bir şeftir ve gözü yükseklerdedir. Eşinden ayrılmış ve sonradan varlığından haberdar olduğu oğlu Mahmut’u yanına almıştır. Genellikle genç kadınlarla günü- birlik ilişkiler yaşayan bu gözde şef, Yasemin’in kendisi için özel biri olduğunun farkına varır ama...
Özcan Deniz’in yönettiği önceki filmler Güney Kore sinemasından uyarlamaydı (‘Sevimli Tehlikeli’ de Hint filmi tadındaydı). ‘İkinci Şans’ (jenerikte hiç belirtilmediğine göre) orijinal bir senaryoya sahip (gerçi girişteki şeflik sanatından ustalıklar içeren görüntüler bir ara bizi, “Acaba bu kez de Bradley Cooper’lı ‘Çok Pişmiş-Burnt’ten esintiler mi taşıyor?” hissiyatıyla buluşturdu ama).
Deniz, kendisinin kaleme aldığı senaryoda kadın karakteri, daha önceki filmlerinden farklı olarak bir tiplemeden öteye taşımayı ve derinleştirmeyi başarmış. Bir kere bu nokta, bence takdir edilesi bir durum... Öte yandan Deniz’in oyunculuğu başka yönetmenlerin elinde farklı anlamlar ve tatlar taşırken (Ezel Akay’ın ‘Neredesin Firuze’sinde ve Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Araf’ında olduğu gibi) kendi imzasını taşıyan yapımlarda tekdüzelikten öteye gidemedi. Hoş burada da sanki filmin başına az biraz aksıyor gibi ama bence kendi yönettiği filmlerdeki serüveni açısından en olgun performansını ortaya koymuş diyebiliriz.
Malum, lig yarışının ‘11. hafta’ dönemecinde Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray’ı evinde ağırlayacak.
Bu maçın en önemli özelliği, takımların başında bulunan iki Hollandalı teknik adamın da aynı zamanda ilk kez karşı karşıya gelmesi. Bu türden buluşma daha önce gerçekleşmedi; çünkü Fenerbahçe’nin teknik direktörü Dick Advocaat uzun süredir A takımları çalıştırıyor, G.Saray’ın teknik direktörü Jan Olde Riekerink ise, bir sezonluk Gent deneyimi hariç, hep altyapı takımlarının başında olmuş.
‘CRUYFF VE ARKADAŞLARI’
Maç öncesi Riekerink’in olası bir mağlubiyette Galatasaray’daki macerasının sone ereceği dillendiriliyor, ama zaten 1999’dan bu yana sarı kırmızılılar için üç ihtimalli bir oyunun sadece iki ihtimalinin (mağlubiyet ve beraberlik) gerçekleştiği Kadıköy’deki mücadeleler için Hollandalı teknik adama böyle bir fatura biçmek, bence zorlama bir gerekçe. Neyse, bizde futbol akıl ve mantığın dışında her şeyin geçerli olduğu bir alandır.
Evet, ismi bir ‘Süper kahraman’ı çağrıştırıyor ama ‘Kaptan Fantastik’ (‘Captain Fantastic’), doğallık, sadelik, özüne dönme ve bütün bu özelliklerle şimdiki zamanın dünyasında, ekonomik ve ekolojik sisteminde yaşamanın zorlukları, aykırılıkları ve uyumsuzlukları üzerine bir film. Oyuncu-yönetmen Matt Ross’un imzasını taşıyan yapım, altı çocuğuyla birlikte bambaşka bir hayat kurmaya ve yaşatmaya karar vermiş bir babanın öyküsünü anlatıyor.
Kuzeybatı Pasifik’in derin ormanlarında kurduğu düzende Ben Cash, yarı anarşik çizgiler taşıyan ama daha çok doğallığın sınırlarında gezinen bir model oturtmuştur. Mesela bu hayat biçiminde teknolojiye yer yoktur, beslenme bıçakla avlanan geyikle sağlanır, aile üyeleri yakın dövüş sanatlarını öğrenir, kaya tırmanışı gerçekleştirir ama öte yandan bütün bilimlere ilişkin eğitim-öğretim üst düzeydedir; matematik, kuantum fiziği öğrenilir. Yetmedi, edebiyatla haşır neşir olunur; Nabokov’un ‘Lolita’sı tartışılır, Dostoyevski’den alıntılar yapılır. Açık havada ateş etrafında yüz yüze gerçekleşen bu seanslarda birden derslere ara verilir, müzik sahneyi alır, gitara doğal enstrümanlar eşlik eder.
O kadar ilginç bir ailedir ki bu, altı çocuğun isminin de (Bodevan, Kielyr, Vespyr, Rellian, Zaja ve Nai) dünyada eşi benzeri yoktur. Ben, bu özel sistemin oluşmasına yıllar önce karısı Leslie’yle karar vermiş, lakin eşi daha sonra mental problemler yüzünden hastaneye kaldırılmıştır.
‘Kaptan Fantastik’, ‘Cash ailesi’ni, birçok detay eşliğinde tanıttıktan sonra öyküyü bir dönüm noktasına getiriyor ve bu aşamadan sonra Ben ve çocuklarının ‘uygarlık’la olan imtihanını izliyoruz. Filmin ikinci yarısı bir nevi farklı kültürlerin gel-gitlerle etrafında biçimlenen mücadelesi üzerine inşa ediliyor.
Kapitalizmin kendine özgü doğasından, sömürge ruhundan, sınıfsal ilişkilerinden vs. her bir şeyinden sıkılanlar, kaçmak isteyenler, kendine yeni bir hayat ve yelken açmayı hedefleyenler için bir zamanlar en önemli ‘arınma’ yeriydi Tibet. Yöre, başta Nepal’deki tarikatlar olmak üzere, özellikle 68 hareketi sonrası revaçtaydı... Bu toplumsal ve sosyolojik refleks, aslına bakılırsa çizgi roman dünyasının ilgisini çok daha önce, en azından bir karakter üzerinden çekmişti. Steve Ditko tarafından 1963’te yaratılan ‘Dr. Strange’di bu karakter. Daha sonra Stan Lee’nin revize ettiği ‘Dr. Strange’, sinemaya ilk kez 1978 tarihli bir televizyon filmiyle uğramıştı. Ayrıca 2007’de bir animasyonla yine kendisini hatırlatmıştı. Lakin asıl buluşma, bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan filmle gerçekleşiyor. Scott Derrickson imzalı yapım, öyküyü en başından alıyor ve önce kahramanın dönüşümüne, sonra da kötülüğe karşı verdiği mücadeleye odaklanıyor.
Gelelim kısa özete: Stephen Strange, son derece başarılı bir cerrahtır. Konuşma yapmak için bir davete giderken geçirdiği kaza, hayatındaki zorlu devam sayfalarının başlangıcı olacaktır. Ellerindeki sinirler, tedavisi mümkün olmayacak bir şekilde tahrip olmuştur. Hiçbir tedavi, hiçbir bilimsel gelişme derdine derman olmaz. Ta ki aynı dertlerden mustarip olup eski sağlığına kavuşan birinin verdiği tavsiyeye kadar. Çare Katmandu’daki bir tapınaktadır. Burada ‘Kadim Kişi’yle tanışır, öğrencileri arasına katılır ve sihirlerle bezeli mistik kapıları aralar...
Yönetmen Derrickson’ın yanı sıra John Spaihts ve C. Robert Cargill’in kaleme aldığı senaryodan çekilen ‘Dr. Strange’, finali itibariyle bir serinin ilk adımı olarak huzurlarımıza geliyor. Malum, bu tür ‘giriş’ niteliğindeki filmler ana karakterleri tanıtma aşamasında çok vakit kaybederler. Derrickson’ın yapıtı, ‘ilginç’tir, tanıtım yanı daha ilgi çekici ve kulak kabartmaya değer bir yapım olmuş. Buna aslında öykünün ana karakteri Doktor Stephen Strange’in son derece kibirli, küstah kişiliği, mesleğini de bir zafer alanı olarak gören yapısı neden oluyor. Örneğin onun için hastanın beynindeki bir kurşunu çıkarma operasyonu bile şov ve meslektaşlarına yeteneklerini ve kibrini gösterme fırsatı. Geçirdiği kazanın bedenine yaşattıkları da bu açılardan daha travmatik bir duruma neden oluyor. Film, işte bu aşamalarda karakterinin psikolojisini yansıtmada çok başarılı. Öykü, benzer çizgiyi Katmandu-Kamar-Taj’daki tarikat bölümünün bir kısmında da koruyor.
Lakin Dr. Strange’in sihirlerle donatılmış bir mistisizme adım atışının ardından az biraz eğitimle (tamam fazla zeki, çalışkan ve hırslı ama) pek de hâkim olmadığı bir evrende çok daha deneyimli düşmanlara karşı verdiği mücadele pek inandırıcı olmamış, daha doğrusu film bu meseleyi dengeli ve ikna edici bir şekilde aktaramamış. Buna da sanki felsefeye yüklenilmişken aksiyonun da hatırlanıp, “Aa doğru, şimdi de vitesi yükseltmemiz lazım” fikri neden olmuş. Yani aksiyon işi sıkışmış ve aceleye gelmiş gibi.
Hey gidi hey... 1988’de ‘Rain Man’le otizmi popüler kültürle buluşturan Hollywood, 2016 itibariyle bu kez aynı sulara ‘Süper kahraman filmi’ formatında dönüyor... ‘Hesaplaşma’ (‘The Accountant’) rakamlar, gizemler, deha, mental problemler ve aksiyonun şahı sahneler etrafında biçimlenmiş bir yapım. ‘Pride and Glory’, ‘Warrior’ gibi yapıtlarıyla tanınan Gavin O’Connor’ın imzasını taşıyan filmin konusu kısaca şöyle: Christian Wolff, küçük çaplı ofisinde çalışan, büyük sulara açıldığında da matematik dehasını ortaya koyan tuhaf bir muhasebecidir. Son işi, Rita ve Lamar Blackburn kardeşlerin sahibi olduğu ‘Living Robotics’ adlı, çeşitli uzuvlarını kaybedenlere hizmet veren bir şirketin mali hesaplarını kontroldür. Kendisine yardımcı olan şirket çalışanı Dana’yla birlikte işe koyulur ve kısa bir süre içinde kaybın, yaklaşık 70 milyon dolarlık bir meblağa yakın olduğunu ortaya çıkarır. Lakin bu işin ardından ikilinin başına gelmeyen kalmaz.
Konuyu özetledik ama senaryo kuşkusuz bu kadar öz ve sarih değil. Özellikle öykünün otistik kahramanının gizli dünyası açıldıkça film fikri ve fiziki anlamda bambaşka yollara sapıyor. Wolff’un çocukluğu, sadist asker baba, ergenlik dönemi Jakarta’da alınan yakın dövüş sanatları dersleri, mapushane günleri, şimdiki zamanda da son derece korunaklı, modern bir sığınakta geçen hayat...
Yetmedi, öyküye eklemlenen tuhaf bir kiralık katil... Yetmedi, zaman içinde iki yalnızın bir limanda buluşması misali Wolff’la Dana’nın fiiliyata dökemediği hissiyatları. Ve bir başka kol ilerleyen Hazine Bakanlığı’na bağlı çalışan ve mali suçların peşine düşen Ray King’le işi aldığı, şiddetle örülü geçmişinden kaçmaya çalışan yardımcısı Marybeth Medina ikilisi. Onların yolu da elbette Wolff’la kesişecektir...
‘BATMAN’ İDMANI
Gaziantepspor’un hangisi olabilir? 70’lerin sonu mu, 90’ların sonunda Brezilyalı yıldızlarla dolu olan dönem mi yoksa UEFA Kupası’nda Roma’yı mağlup eden takımın hüküm sürdüğü sezon mu? Biri ya da hepsi; fark etmez...
Kırmızı siyahlılar asıl olarak, “Herkes kadar ‘Büyükler’in de korkarak ya da çekinerek gittiği deplasman” özelliğini kaybetti. Geçen sezonu düşme potasından uzaklaşma kaygısıyla geçiren takım, bu sezon da orta sıralarda tutunma derdinde gibi gözüküyor.
20’YE KADAR ARADILAR AMA...
İsmail Kartal
70’lerin ünlü klasiği ‘Love Story’den bu yana çok iyi biliyoruz ki aşk fena halde ağlatır... ‘İkimizin Yerine’, dünyasını, atmosferini bu genel kural (!) üzerine inşa eden bir yapım olmuş. Küçük kasaba hayatının kendine özgü ritüelleri arasında kendisine çıkış yolu arayan ve tekdüze gördüğü yaşantısına renk getirmek için çabalayan Çiçek, özlemini duyduğu heyecanı İstanbul’dan gelen edebiyat öğretmeninde bulduğunu düşünür. Genç kızdan 20 yaş büyük Doğan ise Çiçek’in ilişki yolundaki her türlü hamlesine karşın öğretmen-öğrenci çizgisinin sınırlarında kalmayı tercih etse de yaşanılan süreç onları tutkulu bir aşk hikâyesinin öznelerine dönüştürecektir...
Hatıralarımızda yerleri kıymetli onca müzik klibinde imzası bulunan Umur Turagay, 1998 tarihli ‘Karışık Pizza’dan 18 yıl sonra uzun metraj cephesine ‘İkimizin Yerine’yle dönüyor. Senaryosunu Pınar Bulut’un kaleme aldığı yapım, açmazları olan bir ilişkinin izlerini sürüyor. Baskın bir anne figürünün hâkim olduğu aile yapısı içinde çoğu kez baba desteğiyle ayakta duran Çiçek’le en başından beri gizemli bir geçmişi olduğu hissi verilen Doğan’ın ilişkisi etrafında kurulu bir çatıya sahip filmde arka plan (Çiçek’in arkadaş çevresinden esnafa, özellikle de ‘Büfeci Kudret’) belli ölçülerde sağlam inşa edilmiş. Bu noktada ‘İkimizin Yerine’ Çiçek üzerinden ait olduğu kuşağın reflekslerini yansıtmada başarılı. Ayrıca her gün gittikçe muhafazakârlaşan bir Türkiye profilinde ana karakterin bir genç olarak özgür rotasını ve ruhunu arama çabası da takdire şayan geldi bana.
‘GARİP’ÇİLERDEN NÂZIM’A