‘Anadolu Kaplanı’ diye tarif edilen bir çok firmaya sahip olsa da hiçbiri Gaziantep’in göğsüne adını yazdırmaya nedense yanaşmamış. Kulüp de göğsünde ‘Taraftar’ yazan formalarla çıkma kararı almış. Ancak Barcelona’nın UNİCEF’i formasına koyduğu gibi, G.Antep de bir sosyal sorumluluk projesine destek verebilirdi.
Küçülmeye giden Kasımpaşa da bu sezon ligin ‘sosyal sorumluluk projesi’ yürüten ekibi gibi!
Yani biraz sıkı mücadele eden takıma puan vererek, derdine derman oluyorlar.
KIRMIZIDAN ÖNCE VE SONRA
Harvard’lı göstergebilimci Prof. Robert Langdon’ın, Avrupa şehirlerinde geçen maceraları sürüyor. Dan Brown’ın kurgusal karakteri, sinemadaki üçüncü (edebiyatta dördüncü, henüz beyazperdeye uyarlanmamış ‘Son Sembol’ var arada) macerası ‘Cehennem’ (‘Inferno’) Floransa’da başlıyor, öykü bir ara Venedik’e uğruyor ve nihayetinde İstanbul’da son nokta konuluyor.
Önce konu: Gözlerini Floransa’da bir hastanede açan ve geçici hafıza kaybı yaşayan Prof. Langdon’a genç doktor Sienna Brooks yardım eder. İkili, hastaneye yapılan bir baskından kaçarken gelişmeler onları milyarder biyolog Bertrand Zobrist’in izlerini sürmeye iter. Ortada, Dante’nin ‘Cehennem’ine refere edilmiş birtakım ipuçları ve Dünya Sağlık Örgütü’nün engellemeye çalıştığı bir felaket vardır. Bütün bu denklemlerin çözüm anahtarı da Langdon’ın tarihsel referanslarla dolu bilgi dağarcığıdır...
Serinin sinemadaki ilk hamlesi ‘Da Vinci’nin Şifresi’nde de, bir sonraki adım olan ‘Melekler ve Şeytanlar’da da belirtmiştim; Robert Langdon, Indiana Jones’tan çizgiler sunsa da daha çok yine bir arkeolog olan Martin Mystere’ı hatırlatıyor. Lakin Dan Brown’ın karakteri, ‘Java’sız bir Mystere gibi... Belki de şöyle söylemek gerek; ‘Neanderthal adam’ yerine her macerada yanında bir kadın karakter görüyoruz; ‘Da Vinci’nin Şifresi’ndeki Sophie Neveu ya da ‘Melekler ve Şeytanlar’daki Vittoria Vetra gibi (nitekim ‘Cehennem’de de Sienna Brooks var)...
Bu ‘çıkan kısmın özeti’nde dolaşma faslından sonra gelelim Langdon’ın üçüncü sinemasal serüvenine. ‘Cehennem’, serinin açık ara en zayıf, en kötü filmi. Zorlama bir olay örgüsü, zorlama tarihsel referanslar, zorlama bir tehlike ve tıpkı önceki adımlarda olduğu gibi öykünün geçtiği şehirlere yüzeysel bir turistik bakış (Bu bakışın bizi ilgilendiren yanı ise öykünün ‘sözde’ gizeminin Ayasofya üzerinden ‘Yerebatan Sarayı’na kadar uzanması. Bu mekânın seçimi de filmin bildik ‘oryantalist’ bakışı görsel anlamda yeniden ürettiğinin ifadesi olmuş).
Ormanda derler ki, “Buralara yolu düşen bazı çocukları maymunlar yetiştirmez ve isimleri her daim Tarzan olmaz”. Elbette böyle bir replik yok, ‘Kızılmaske’den (nam-ı diğer ‘Phantom’) esinlendim. Lakin bu haftanın en iyi seçeneği olan ‘Pete ve Ejderhası’ (‘Pete’s Dragon’) insanın aklına böyle şeyler getiriyor.
Filmin konusu kısaca şöyle: Ailesini bir araba kazasında kaybeden beş yaşındaki Pete’i, olay mahalline yakın bir yerde bulunan bir ejderha himayesi altına alıyor ve yetiştiriyor. Altı yıl boyunca uygarlıktan uzak gelişimini sürdüren minik Pete, kaza anında yanında bulunan kitaptan mülhem Elliot adını verdiği bu yeşil yaratıkla mutlu mesut yaşarken, ‘uygarlık’ en nihayetinde hayatlarına dokunuyor. Ormanın derinliklerinde ağaç katliamına soyunanlar ve onları engellemeye çalışanlar önce Pete’i keşfediyor, sonra da ejderhasının varlığını...
Hollywood’un ‘Altın çağı’na ait iki yazarı Seton R. Miller ve S.S. Field’in basılmamış kısa öyküsü yani ‘Pete’s Dragon’, 1977’de İngiliz Don Chaffey tarafından sinemaya uyarlanmıştı. ‘Roger Rabbit’in öncüsü niteliğindeki bu hamlenin ardından sinema aynı öyküye bu kez David Lowely imzalı filmle dönmüş. Enfes bir ‘Görkemli kaybedenler’ hikâyesi anlattığı ‘Ain’t The Bodies Saints’le hatırladığımız Lowely, senaryosunu Toby Halbrooks’la birlikte kaleme aldığı teknoloji destekli bu çalışmasında son derece başarılı bir işe daha imza atmış.
Nasıl mı? Elit İşcan ve Türkü Turan demek, meseleyi aydınlatmak adına aslında yeterli... İşcan’a önce Erdem’in ‘Beş Vakit’inde rastladık ama asıl çıkış ‘Hayat Var’la geldi. Sonra? Yolu Los Angeles’a kadar uzandı! Bu yıl Fransa adına Oscar’da yarışan ve ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde ‘Saul’un Oğlu’yla birlikte favori olarak gösterilen ‘Mustang’in beş ana karakterinden birini canlandırdı ve törenin heyecanını, filmin tüm ekibiyle birlikte bizatihi yerinde yaşadı.
ÖZEL BİR KIRILGANLIK KATIYOR
Türkü Turan ise artık bir Reha Erdem klasiği sayılan ‘Kosmos’la zihinlerimizde yer etmişti. Sonrası... Onun sonrasında da çok sayıda film ve dizilerde gördük. Onur Ünlü’nün ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ gibi ya da son olarak Selim Evci’nin ‘Saklı’sı gibi...
Anlaşılan şimdi sahne sırası ‘Koca Dünya’ vesilesiyle Ecem Uzun’da... Lakin onun öyküsünün Turan ve İşcan’dan farkı var; Ecem seyircinin gözü önünde büyüyenlerden. Hani bir zamanlar dışarıda Shirley Temple, içeride de Zeynep Değirmencioğlu örneklerinde gördüğümüz gibi... Uzun, 11 yaşında reklam filmleriyle girmiş gösteri dünyasına. Sonrasında televizyon dizileri var kariyer seyrinde.
Fantastik öğeler, tuhaf karakterler ve de serüvenler... Aykırı dünyasını kısaca böyle özetleyebileceğimiz Tim Burton, Ransom Riggs’in aynı adlı gençlik serisinden uyarladığı son filmi ‘Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları’yla (‘Miss Peregrine’s Home for Peculiar Children’), halet-i ruhiyesine uygun bir evren yakalamışa benziyor.
Önce kısaca konu diyelim: Küçüklüğünden beri kendisine bambaşka dünyalara ait hikâyeler anlatan büyükbabasını örtbas edilen bir cinayetle kaybeden Florida’lı Jake, geride kalan ipuçlarını takip etmeye kalkınca kendisini Galler’de bir adada bulur. İzler onu Bayan Peregrine adlı bir kadının yönettiği bir yetimhaneye yöneltecektir. Tuhaf yeteneklere sahip miniklerin kaldığı bu mekân, bir zamanlar dedesinin de kaldığı bir yerdir ve daha da ötesi, evin sakinleri için takvimler 2. Dünya Savaşı dönemini göstermektedir...
HEP AYNI GÜNE UYANMAK…
Adaletin hep silahla sağlandığı dönemlerin ifadesiydi western’ler... Şimdilerde silahın yerini hukuk (!) aldığı için sanırım, eski itibarlarını kaybettiler ve Hollywood’un gözünden düştüler. Bugün artık Vahşi Batı’nın düzlüklerinde at koşturanların öyküleri beyazperdeye çok nadir uğruyor. Bir de işin ‘Affedilmeyen’ (‘Unforgiven’) faslı var; Eastwood, başyapıtıyla adeta türün bütün hesaplaşmasını yapmış ve bir anlamda son noktayı koymuştu. Zamanımızın örnekleri artık meseleye sosyolojik gözlerle bakmak, psikolojik derinlik getirmek zorunda... Keza nadir de olsa seyirci karşısına çıkan son dönem western’lerinde hep bu arayış var; öte yandan Tarantino imzalı, tarihi kendince yeniden yazmak isteyen ‘Zincirsiz’ ya da ‘The Hateful Eight’ (ki bence western’lerin en gevezesidir) gibi hamleler de.
Bu haftanın yenilerinden ‘Muhteşem Yedili’ (The Magnificent Seven) ise kuşkusuz öncelikle western tarihine saygı duruşunda bulunmak istiyor, ki böyle yapmak zorunda; çünkü Antoine Fuqua imzalı yapım bir klasiğin yeniden çevriminin çevrimi. Durumu kısaca şöyle özetleyelim: Akira Kurosawa 1954’te sonradan sinema tarihinin klasikleri arasına girecek olan ‘Yedi Samuray’ adlı bir film çeker. Söz konusu yapım, dara düşen bir köyü, haydutların saldırısından kurtarmaya çalışan yedi samurayın hikâyesini anlatır. Kurosawa, filmi çekerken John Ford’un western’lerinden etkilendiğini söyler. 1960’ta John Sturges bu öyküyü alır ve westerne uyarlayarak ‘Muhteşem Yedili’ olarak bildiğimiz ‘The Magnificent Seven’ı çeker (Bu arada John Landis imzalı ‘Three Amigos!’ da aynı öyküye göndermede bulunan bir komedidir).
Fuqua, tam 56 yıl sonra aynı öyküye dönüyor ve yeni bir western’e imza atıyor. Önce kısaca konu diyelim: Dönemin ‘rantsal dönüşüm’cüsü toprak ağası Bart Bogue’nin isteklerine boyun eğmek istemeyen bir grup kasabalı, evlerinin ellerinden gitmesini önlemek adına eli silah tutan kişileri kiralamak ister. Bu konuda, bir barda eski bir hesabı kapatan Chisolm’dan yardım isterler. Bir tür ödül avcısı olarak çalışan Chisolm, nihayetinde kendi dahil yedi eli silah tutan adamla birlikte kasabaya gelir ve Bogue’ye karşı mücadeleye soyunur.
Birkaç neslin genç kızları için ilk göz ağrısı, ilk sevgiliydi. “Kartpostal çocuğu” olarak başladığı oyunculuk serüvenini daha sonra farklı rotalara kaydırdı ve sistemin görmek istemediği sulara açıldı. Sinema kariyeri boyunca sahada basmadığı alan yoktu; romantik komedilerden siyasi dozajı yüklü filmlere doğru yol alan oyunculuk serüveninin yanı sıra eylemci ve eğitimci olarak da tanındı.
Bu topraklar, insanlarına hep farklı öyküler sunar... “Sinemamızın her daim yakışıklı jönü”nün hikâyesi de bu tür dönemeçlerden geçmiştir; küçük bir örnekle başlayayım:
Bir zamanlar Bakırköy plajının cankurtaranı, sonrasında Yeşilçam’ın en güzel gülen aktörlerinden biri olacaktı...
Dönemin en önemli yayın organlarından Ses dergisinin açtığı oyunculuk yarışmasındaki birincilikle, Yeşilçam’ın kapısını aralamış, ardından ömrü sevinçleri ve üzüntüleriyle birlikte adeta sinemamıza adanmıştı.
jane Austen romanları, sinema ve TV uyarlamalarıyla büyüyen İngiliz kızları, modern dünyada ne yapacaklardı ya da ne yapıyorlardı? Helen Fielding’in karakteri Bridget Jones, adeta bu sorunun ifade bulmuş haliydi. Kimi TV kuruluşları için program hazırlayan, yapımcı olarak görev yapan ve daha sonra köşe yazarlığına geçen Fielding’in ‘The Independent’ta kendi deneyimlerini aktardığı yazılardan doğan bu karakter önce roman, sonra da film olarak popüler kültürün sınırları içine dahil oldu. İlk kitap ‘Bridget Jones’un Günlüğü’ (Bridget Jones’s Diary’), Austen’ın daha çok ‘Gurur ve Önyargı’ (‘Pride and Prejudice’) romanı eksen alınarak kurgulanmıştı. Hatırlanacağı gibi Fielding’in roman ve sinema uyarlamasında, ‘Zamanımızın kahramanı Bridget’, daldan dala konan patronu (editörü) Daniel Claever’la, sakin güç, avukat Mark Darcy (ismi Austen’ın orijinal romanından müsemmaydı!) arasında, gönlünün sahibini arıyordu. İlk filmi, portföyünde daha çok belgesel ve diziler bulunan, Fielding’in aynı zamanda yakın arkadaşı olan Sharon Maguire çekmişti. 2001 tarihli ilk adım gayet başarılıydı, lakin 2004 tarihli ikinci hamle olan ‘Bridget Jones: Mantığın Sınırı’ (‘Bridget Jones: The Edge of Reason’) ‘mantığın sınırı’nı zorlayan bir çabaydı.Ve yıl 2016... Jones 43 yaşında tekrar aramızda...
Fielding’in 2013’te kaleme aldığı ‘Bridget Jones: Mad About the Boy’un uyarlaması olan ‘Bridget Jones’un Bebeği’ (‘Bridget Jones’s Baby’), kahramanımızın değişen dünya düzeni içindeki tutunma çabalarına odaklanıyor.Filmin ana ekseni yine iki erkek arasındaki karar verme meselesi üzerine kurulu. Üstelik bu kez işin içinde doğacak olan bir bebek var. Malum, Bridget Jones denkleminde eşitliğin öteki yanındaki iki bilinmeyenden biri Mark Darcy’dir; bu kez ikinci bilinmeyen, Amerikalı ‘çöpçatanlık dâhisi’ Mark Qwant olmuş. Sözün özü iki aday da babalık yarışında mücadele ediyor, tıp da gerçek kazananın kim olduğunu açıklama konusunda devreye giriyor!
GÜNCEL VE İRONİK...
İkinci film sadece konusu değil rejisi (yönetmen Beeban Kidron’du) itibariyle de vasattı. Bu kez kamera arkasına tekrar Sharon Maguire geçmiş ve sanki yalpalayarak giden gemiyi doğru rotaya sokmuş. Senaryoya Dan Mazer ve Emma Thompson’ın el atması da bir diğer toparlayıcı etken olmuş. ‘Bridget Jonus’un Bebeği’, iyi yazılmış diyalogları, durum komedileri ve asıl olarak muhafazakâr bir dünyadaki özgürlükçü duruşuyla ilgiyi hak ediyor. Özellikle stüdyoda geçen bölümler ve Glastonbury Müzik Festivali sahneleri, filmin en akılda kalıcı izleri. Bridget’in politikaya atılan annesini liberal çizgiye taşıması ve seçim kampanyasında her renkten ve kültürden insanlara seslenilmesi kısmı da güncel ve ironik olmuş.Oyunculuklara gelince: Kadronun gediklileri Renée Zellweger, Colin Firth, Gemma Jones ve Jim Broadbent elbette rollerinin üstesinden geliyor. Karakterleriyle birlikte onlar da aldıkları yaşın hakkını veriyor! Yeni karakterlerden Jack’te Patrick Dempsey, Miranda’da Sarah Solemani gayet iyi. İngiliz şarkıcı Ed Sheeran’ın az ama öz varlığı da filme renk katmış ama en ışıltılı performans Dr. Rawlings rolündeki Emma Thompson’dan gelmiş.Brigdet Jones, 2000’lerin başında dönemdaşı ‘Sex and the City’ karakterleriyle birlikte başka bir dünyanın parçasıydı. Onun, şimdiki zamandaki durumuna göz atan serinin üçüncü bu filmi, sinemadaki son macerası olacak gibi. Gelecek ne getirir elbette bilinmez ama biz şimdiden bebek için, “Allah analı babalı büyütsün” diyelim!