Paylaş
1993 tarihli ‘Falling Down’da Los Angeles’ın sıkışan trafiği tarafından sinirleri altüst olan adamcağız, nihayetinde birikmiş öfkesiyle denetimden çıkıyor; eline silahı alıp bilinçaltındaki ırkçılıkla birlikte ülkesi Amerika’yı kendi idealindeki düzenin ötesine taşıdığını düşündüğü ‘göçmenler’ başta olmak üzere nerdeyse her şeye, herkese nefretini ve kurşunlarını kusuyordu... Tarihler 2016’yı gösterirken bu kez Los Angeles’ın trafiğinde sıkışanlar, arabalarından inip etrafa kurşun sıkmak yerine toplu halde şarkı söylüyor ve dans ederek rahatlamayı seçiyorlar. Söz konusu sekans, bu haftanın öncelikli yapıtı ‘Âşıklar Şehri’nin (‘La La Land’) giriş kısmı. Hoş, ‘Falling Down’ geride kalsa da fikirleri Donald Trump vasıtasıyla iktidarda ve ‘Âşıklar Şehri’ de şimdiki zamandan yola çıkarak geride kalan fikirlerin, güzelliklerin, duyguların peşine düşüyor.
AŞKIN ÖMRÜ KAÇ MEVSİM?
Yönetmen ve senarist olarak, ‘Whiplash’le tanıdığımız Damien Chazelle’in imzasını taşıyan film, Mia ve Sebastian’ın kesişen kaderleri üzerinden, dünyanın her yerinde “Nerde o eski günler” repliğini sık sık tekrarlayanların hislerine tercüman olmaya çalışıyor. Önce kısaca konu diyelim: Bir kafede çalışırken arada da şansını oyuncu seçmelerinde deneyen Mia’yla istediği işlerde bir türlü çalışamayan caz piyanisti Sebastian... ‘İkili’ önce trafiğin sıkıştığı bir günde karşılaşırlar, sonrasında ise bir kulüpte ve ardından da havuz başı 80’ler partisinde. Mevsimler değişir, kaderin adeta “Haydi artık ama” dediği Mia ve Sebastian süreç içinde birbirlerine âşık olurlar. Ama aşkla ne kadar yaşanılır? Bir an mı, bir ömür mü; ne kadar? (Gerçi bir aralar ‘Üç yıl’ olduğunu iddia eden romanlar okuyup filmler izlemiştik ama...)
EMMA STONE ÇOK İYİ
‘Whiplash’te genel olarak müziğin sularında gezinse de ego, tutku, eğitimde faşizm gibi limanlara uğrayan Damien Chazelle, ‘Âşıklar Şehri’nde bu kez ‘Müzikallerin altın çağı’ denen döneme saygı duruşunda bulunuyor, kendi sevdiği Jacques Demy filmlerine, ‘Singin’ in the Rain’e selam yolluyor. Kuşkusuz karşımızda klasik anlamıyla bir ‘Müzikal’ yok, ‘post-modern’ bir kolaj var ama filmin ruhunun seslendiği yerin eski, mutlu günler (!) olduğu çok açık.
Öte yandan öykü “Aşk ne kadar karın doyurur?” diyerek iki ana karakter arasındaki ilişkinin geleceğine yönelik adımlar attığında problemler kıyıya vuruyor. Çünkü bu hamleler, çok geçmeden onların ‘şimdiki zaman’larını bölüp parçalıyor... Bu durumu aslında ‘Âşıklar Şehri’nin kendisini romantik sulardan kurtarıp günümüz gerçeğiyle yüzleşmesi ve ayaklarını yere basma çabası olarak da nitelemek mümkün. Film hem “Tutkularınızın, düşlerinizin, hayallerinizin peşinden koşmaktan, onları kovalamaktan vazgeçmeyin” diyor hem de bu tutkuların sizi götürüp bırakacağı noktaları, limanları hatırlatmayı da bir borç biliyor.
Oyunculuklara gelince... Emma Stone, ‘Birdman’le sanat âlemlerine adım atmıştı, ‘Âşıklar Şehri’yle yürüyüşünü sürdürüyor diyebiliriz. Genç yıldız hem başlardaki iğneleyici tondaki tiplemede hem de her daim eski zamanlara sevdalı Mia’da çok başarılı. Sebastian rolündeki Ryan Gosling’in bu filmde Stone kadar ışıltılı olduğunu söylemek zor ama yine de gayet iyi bir performans sergiliyor. Öte yandan bazı karelerde müstehzi gülüşü ve kayıtsızlığını ifade eden mimikleriyle yine ‘Nejat İşler esintisi’ sunuyor. ‘Whiplash’in öğrencilerini hamur gibi yoğuran acımasız müzik eğitmeni J. K. Simmons, burada da öykünün belki de tek kötü adamı (!) rolünde (Sebastian’ın çaldığı kulübün sahibi Bill) kısa ve öz takılıyor.
‘CAFÉ SOCİETY’ TADI
‘Âşıklar Şehri’, geçmişin klişe öykülerinden harmanlanmış ama gerçekçilik sosuna da bulanmış bir müzikal yolculuğun ifadesi (aslında müzik dışında birçok yanıyla Woody Allen’ın ‘Café Society’sini de andırıyor). Seyircisine, bazı anları itibariyle kendisini ‘huzur’ içinde bırakacağı sahneler sunuyor. Ama Chazelle’in yapıtına yurtdışında ilk kez gösterime çıktığından bu yana yapılan, ‘Yılın filmi’ türü yakıştırmaların fazla abartılı olduğu kanısındayım. ‘Ölçülü biçili ve de keyifli bir nostaljik esinti’ demek daha uygun gibime geliyor. Tavsiye boyutunda ise elbette ‘Kaçırmayın’ cümlesi en doğru ifade olur.
Not: Filmin Justin Hurwitz imzalı tema müziği çok etkileyici...
ÂŞIKLAR ŞEHRİ
Yönetmen: Damien Chazelle
Oyuncular: Emma Stone, Ryan Gosling, John Legend, Josh Pence, Finn Wittrock, JK Simmons
ABD yapımı
UĞUR VARDAN’LA HAFTANIN FİLMLERİ
‘BEYAZ ADAM’ YİNE KURTARIYOR...
Eski dilde ansiklopedilere, yeni dilde de ‘Vikipedi’ye göz atıldığında ‘Çin Seddi’nin inşasına ilişkin şu üç-dört ana nedenin sıralandığı görülür:
1. Kuzeyden Moğol ve Türk boylarının saldırılarından korunmak
2. Yıkılan beyliklerin esir düşmüş yöneticilerini sürgünle cezalandırmak
3. Ülkeden kaçışları önlemek
4. Tek bir yönetim altında birleşildiğini fiziksel olarak da göstermek için...
Zhang Yimou, son filmiyle diğer seçenekleri yok sayıyor ve bu, dünyanın en uzun savunma duvarının bambaşka bir varlık gerekçesine odaklanıyor. Bizde ‘Çin Seddi’ ismiyle gösterime giren ‘The Great Wall’, öyküsünü eski bir efsanenin ana motifine göre kuruyor. Söz konusu efsaneye göre açgözlü bir canavar olan ‘Tao Tie’ ve ‘Ork’vari (az biraz daha estetikler!) yaratıklardan oluşan ordusu, 60 yıllık periyotlarla saldırılarda bulunurmuş, İmparatorluk da önlem olarak Çin Seddi’ni inşa etmiş.
Senaryosunu (‘Rogue One: Bir Star Wars Hikâyesi’ni de kaleme alan) Tony Gilroy’un yazdığı filmde, Çinlilerin elinde olan ‘barut’u ‘çaktırmadan’ ithal etmek (yani çalmak) için Uzakdoğu coğrafyasına uzanan iki Batılının (Anglosakson William Garin’le İspanyol yareni Pero Tovar) yolu, Çin Seddi üzerinde görev yapan ‘İsimsiz Düzen’ denilen birlikle kesişiyor. Zamanlama o kadar ilginçtir ki, ikilinin Çinlilerin eline düştüğü anda Tao Tie de 60 yıllık bekleyişin sonuna gelmiş ve ordusuyla taarruza girişmiştir. Çok geçmeden Garin ve Tovar, ‘İsimsiz Düzen’ üyeleriyle birlikte mücadeleki yerlerini alıyor.
Zhang Yimou, çağdaşı Chen Kaige’yle birlikte modern Çin sinemasının en yetkin yönetmenlerinden. Lakin üretimdeki verimlilik ve Batı’daki tanınırlık açısından Yimou çok daha önde bir isim. Ayrıca 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nın açılış ve kapanış seremonilerindeki olağanüstü gösterilerin tasarımcısı olarak da haklı bir gururun sahibi. ‘Çin Seddi’, Yimou’nun o eşsiz mahareti, son derece etkileyici görsel bir dünya kurma yeteneğiyle birlikte estetik açıdan kayıtsız kalınamayacak bir film olmuş. Hoş, Yimou yapımlarındaki -aynı şeyler Ang Lee için geçerli- tarihsel form içinde estetik dolu sahnelerin Kurosawa’nın ‘Ran’ından ödünç alınmış hissine kapılıyoruz orası ayrı.
Ve fakat görsellik de bir yere kadar; ‘Çin Seddi’ öykü boyutunda vasat ve bir noktadan sonra bilgisayar efekti destekli görsellik de cazibesini kaybediyor. Öykünün asıl problemi, ‘kurtarıcı beyaz adam’ formülü. Siyah, Kızılderili ya da sarı ırk temsilcisi olabilirsiniz ama topraklarındaki problemlerin çözümü için mutlaka ‘iyi beyaz adam’ların devreye girmesi meselesi, filmi zedeleyen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
NUMAN ACAR DA KADRODA
Matt Damon’ın Jason Bourne kadar olmasa da, yine belli ölçülerde aksiyona soyunduğu filmde Tovar’ı ‘Narcos’ dizisindeki Javier Peña karakteriyle tanınan Pedro Pascal canlandırıyor. Willem Dafoe’yu ise sadece senaryoda “İyi ama Çinlilerin şakır şukur nasıl İngilizce öğrenmişler?” sorusuna mantıklı bir cevap verebilmek için öyküye iliştirilen Ballard karakterinde izliyoruz. Kumandan Lin Mei’de Tian Jing, stratejist Wang’da Andy Lu, komutan Chen’de Eddie Peng gibi Uzakdoğulu oyuncular karşımıza gelirken bizden birini, Numan Acar’ı da öykünün başında Batılı serüvencilere rehberlik eden Necid rolünde görüyoruz.
Sonuçta ‘Çin Seddi’, aksiyon sahneleriyle dikkat çeken vasat bir seyirlik olmuş. Öte yandan Batılı bir eleştirmenin “Acaba ‘Tao Tie’ yeni Çin toplumunun aşırı tüketim alışkanlıklarına yönelik bir metafor olabilir mi?” sorusu da hoş zihin cimnastiği gibi duruyor.
ÇİN SEDDİ
Yönetmen: Zhang Yimou
Oyuncular: Matt Damon, Pedro Pascal, Tian Jing, Andy Lu, Eddie Peng, Willem Dafoe, Numan AcarÇin-ABD ortak yapımı
‘MEVZUAT BÖYLE EFENDİM’...
Avrupa’nın vicdan yükünü çeken yönetmenlerin filmleri arka arkaya gösterime giriyor. Geçen hafta Dardenne Kardeşler’in ‘Meçhul Kız’ını izlemiştik, bu hafta Ken Loach imzalı ‘Ben, Daniel Blake’ (‘I, Daniel Blake’) huzurlarımızda. ‘İşçi sınıfının her daim gür sesi’ konumundaki emektar yönetmen, bu yıl Cannes’da ‘Altın Palmiye’ alan bu son çalışmasında bürokrasinin acımasız çarkları arasında kendine çıkış yolu arayan bir emekçinin mücadelesini anlatıyor.
Öyküye göz atarsak; 60’ındaki Newcastle’lı marangoz ustası Daniel Blake’in yorgun vücudu, bir uyarı niteliği taşıyan kalp krizi vakasını atlatmıştır ve artık yeniden işinin başına dönmek durumundadır. Lakin doktorlar henüz iyileşme sürecinin bitmediği yönünde görüş bildirir. Bu durumda kesilen maaşının yerine sosyal yardım almak için hamle yapar, bu kez de önüne tamamlaması gereken birtakım bürokratik engeller çıkar. Attığı her adımda sistemin temsilcileri adeta sabrını ölçmektedir; uzun ve verimsiz telefon görüşmeleri, bir türlü kullanmayı beceremediği internet derken içine düştüğü sarmal sanki daha da büyümektedir. Üstüne üstlük, bürokratik mücadelesi esnasında tanıştığı, Londra’dan Newcastle’a gelmiş ve ayakta durmakta zorlanan iki çocuk annesi Katie’ye kol kanat germeye çalışır.
DÜŞÜN LOACH’UN YAKASINDAN
Loach, öyküsünü klasik senaristi Paul Laverty’nin kaleme aldığı ‘Ben, Daniel Blake’te sade, akıcı ve ‘emek yoğun’ sinemasından yeni bir örneği bizlerle paylaşıyor. Malum, zaman zaman ‘Ken Loach sineması’, özellikle ‘basitliği’, yer yer de el attığı konular nedeniyle (hele de filmleri Cannes gibi ana arter festivallerde ödül alınca) topa tutuluyor. Eleştiri elbette herkesin hakkı ama bırakın da onca seçeneğe sahip günümüz sinemasında biri ya da birileri de ‘basit bir biçimde’ emekle, sömürüyle, alın terinin değeriyle, bürokrasiyle, düzenin ‘küçük adam’ı ezen yapısıyla ilgili meseleleri dert edinsin, filmlerini çeksin.
Bu türden hamlelere ‘Altın Palmiye’ verseniz ne olur, vermeseniz ne olur? Asıl mesele 80 yaşında bir yönetmenin, yani Ken Loach’un hâlâ bu dertlere eğilmesi, sömürülenlerin, ezilenlerin sesi olması. Üstelik görsel oyunlara, özel efektlere dayalı filmleri çeken, bomboş konuları allayıp pullayan, yüzeysel dertleri derinmiş gibi gösteren o kadar çok yönetmen var ki, onların oyun bahçesi Loach ve benzerlerine burun kıvıranlara yeter de artar bile...
BEN, DANİEL BLAKE
Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Dave Johns, Hayley Squires, Sharon Percy, Briana Shann, Dylan McKiernan, Stephen Clegg İngiltere-Fransa-Belçika ortak yapımı
DİĞER SEÇENEKLER
Haftanın diğer yapımlarına gelince: Bilal Babaoğlu’nun yönettiği ‘Âşık’, ‘Âşık Veysel’in hayatından kesitler sunuyor. Filmin başrollerinde Emirhan Kartal, Meltem Miraloğlu, Uğur Aslan, Yeliz Şatıroğlu, Hülya Şen, Ahmet Bilgin ve Faruk Karaçay gibi oyuncular var. Brad Peyton’un yönettiği ‘Şeytanın Oğlu’nda (Incarnate’) Aaron Eckhart, Carice van Houten, David Mazouz ve Mark Steger rol alıyor. Haftanın animasyon seçeneği ‘Kurbağa Krallığı: Buz Macerası’nı (‘Frog Kingdom 2: Sub-Zero Mission’) Peng Fei yönetmiş. Hint yapımı ‘Baaghi: Asi ve Âşık’ın (‘Baaghi: A Rebel for Love’) başrollerini Shraddha Kapoor, Tiger Shroff, Sudheer Babu Posani ve Paras Arora gibi isimler paylaşmış, yönetmen Sabbir Khan. Ayhan Özen imzalı ‘Nasıl Yani’de ise Aykut Elmas, Halil İbrahim Göker, Uğur Can Akgül ve Ferdi Sancar gibi isimler rol alıyor.
Paylaş