La La Land’ın neşe saçtığı bir dönemde bazı yapımlar da sanki denge kabilinden aşırı kederle yüklü. Bu kulvarın ilk önemli hamlesi ‘Yaşamın Kıyısında’ydı (‘Manchester by the Sea’), şimdi sahne sırası ‘Ay Işığı’nda (‘Moonlight’). Barry Jenkins’in, Tarell Alvin McCraney’nin tiyatro oyunu ‘In Moon-light Black Boys Look Blue’dan (‘Ay Işığı Siyah Çocukları Mavi Gösterir’) -yazarıyla birlikte kaleme aldığı senaryoyla- sinemaya uyarladığı filmde, bir hayatın üç ayrı evresinde (çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik) dolaşıyoruz. Söz konusu hayata ilk adım attığımızda öykünün kahramanı Chiron’ı dokuz yaşlarında buluyoruz. Okulda sürekli olarak itilip kakılan Chiron’a günün birinde, peşindeki çocuklardan kurtulmak için sığındığı virane evde yardım eden Juan adlı bir uyuşturucu satıcısı kol kanat geriyor. Bu giriş bölümünün adı ‘Ufaklık’ (‘Little’); peşi sıra kahramanımızın lise döneminin anlatıldığı ‘Chiron’ faslını ve nihayetinde son adım olan ‘Siyah’ı (‘Black’) izliyoruz.
Yönetmen: Barry Jenkins
Oyuncular: Alex R. Hibbert, Ashton Sanders, Trevante Rhodes, Naomie Harris, Mahershala Ali, Janelle Monáe, Jharrel Jerome, André Holland
ABD yapımı
ADAYLIKLARI...
- En İyi Film
- En İyi Yönetmen (Barry Jenkins)
KARANLIĞIN ELLİ TONU
Yönetmen: James Foley
Oyuncular: Dakota Johnson, Jamie Dornan, Marcia Gay Harden, Rita Ora, Kim Basinger, Eric Johnson, Eloise Mumford
ABD yapımı
Vasatlığın (hatta altının) renk skalasında dolaşmaya devam... İki yıl önce bir dönem ödevi vesilesiyle tanıştığı genç işadamı Christian Grey’den etkilenen Anastasia Steele, romantik bir serüvene atılayım derken kendisini farklı bir dünyanın içinde buluyor ve biz de ‘Grinin Elli Tonu’nun (‘Fifty Shades of Grey’) ne menem bir şey olduğunu anlıyorduk.
E.L. James
Bilinen ve kimi öykülerle yeniden hatırlanan bir gerçektir: Bazen hayat kurgunun önüne geçer... ‘Lion’, işte bize böyle bir hikâyeden bahsediyor. Daha önce iki TV dizisinin yönetmenliğini yapmış olan Garth Davis’in ilk uzun metrajlı çalışması olan film, ‘İnanılmaz ama gerçek!’ türünden uzun ve meşakkatli bir çabanın ifadesi.
Konuyu özetleyecek olursak: 80’lerde, Hindistan’ın Kwandwa bölgesinde yaşayan beş yaşındaki Saroo, ağabeyi Guddu’yla birlikte trenlerden kömür çalarak hayatını kazanır. İkilinin yolları günün birinde ayrılır. Çünkü Saroo, yanlış bir trende uyuyakalır ve hizmet dışı olan araç, yeni yolcuları almak üzere bulundukları bölgenin çok uzağına, Kalküta’ya kadar gider. Geldiği yeri tarifte zorlanan minik çocuk, Belgalca konuşan şehrin kalabalığında ayakta kalmaya ve yeni hayata adapte olmaya çabalar.
Nihayetinde yolu bir çocuk yetiştirme yurdu üzerinden kendisini evlatlık olan alan Avustralyalı bir aile sayesinde Tazmanya’ya kadar uzanır. Büyüyüp üniversiteli bir genç olduğunda da bir gün, geleneksel bir Hint yemeğiyle (‘Jalebi’) birlikte hatıralarının onu geçmişle buluşturmaya başladığını fark eder. Ve ardından da ailesini; annesini, ağabeyini ve kız kardeşini aramaya koyulur...
‘GOOGLE EARTH’ÜN ERDEMLERİ!
Saroo Brierley’nin ‘A Long Way Home’ adlı, anılarını topladığı kitaptan Luke Davies’in kaleme aldığı senaryoyla çekilen ‘Lion’, o klişe deyimiyle “Oscar’lık bir film” (ki altı dalda aday) yargısının sinemasal ifadesi gibi duruyor. Lakin karşımızdaki yapıtın tuhaf bir çekiciliği ve samimiyeti var. Bir kere hem öykü hem de anlatımı çok sade ve belki de çarpıcılığını ve de etkileyiciliğini bu özelliğinden alıyor. Garth Davis, belgeselvari bir tarz tuttururken ilk yarıda minik Saroo gibi sanki biz de öykünün içinde kaybolup gidiyor ve nereye savrulacağımızı merakla bekliyoruz. Brierley ailesinin şefkatli kolları önce Saroo’ya, sonra da bir başka Hintli çocuk Mantosh’a uzanırken ve ardından iş, yetişkinliğe geldiğinde hikâye yatağını değiştiriyor. Saroo, Amerikalı okul arkadaşı Lucy’ye âşık oluyor, peşi sıra biyolojik köklerini aramaya başlıyor. Burada da devreye ‘Google Earth’ giriyor. İnternet üzerinden dedektiflik, kimi hesaplamalarla 80’lerin teknolojisinde bir trenin hızı, yapılan yolculuğun süresiyle birlikte Saroo’nun evden ne kadar uzaklaşmış olabileceği vs. bizi bambaşka bir meselenin parçası haline getiriyor. Elde, silik hatıralardan başka bir verinin olmaması işi zorlaştırıyor tabii ki.
Sözün özü ‘Lion’, ikinci kısmıyla kabuk değiştirse de ilk bölümün tadı her şeye yetiyor. Parantez kapandığında da filmin sizi fark ettirmeden fazlasıyla sarstığını, yoğun duygular eşliğinde ele geçirdiğini (!) hissediyor ve bir noktadan sonra da gözyaşlarınızı teslim ediyorsunuz. Bu durumu da klişelerden ziyade öykünün ve anlatımın gücüne bağlamanın daha dürüst bir tavır olduğu kanaatindeyim.
PAWAR MUHTEŞEM ÖTESİ!
Vakti zamanında da yazmıştım; Batı sinema entelijansiyası biraz oryantalist refleksler, biraz ‘öteki’ni de tanıma çabası ama çokça da kendi kaynaklarını tüketmenin ardından aradığı yeni sesler ya da yeni ruhları önce ‘Uzakdoğu’, sonra da ‘İran sineması’nda bulmuştu. Özellikle Çinli yönetmenlerin göz kamaştırdığı ve hikâyenin yanı sıra görselliğin de ön planda olduğu ‘Uzakdoğu cephesi’nin aksine ‘Komşu’nun sinemasına sakin ve minimalist bir üslup hâkimdi. Abbas Kiarostami, Cafer Panahi, Behram Beyzai, Majid Majidi, Mohsen Makhmalbaf gibi yönetmenlerin sürüklediği ve genel olarak ‘İran Yeni Dalgası’ olarak adlandırılan hareket, bir anlamda ivmesini kaybetmişken heyecan katan yeni bir isme tanıklık ettik. Asghar Farhadi, ‘Elly Hakkında’ (‘Darbareye Elly’) adlı filmiyle dikkat çekmişti ama asıl çıkışını ‘Bir Ayrılık’la (‘Jodaeiye Nader az Simin’) yaptı. Berlin’den ‘Altın Ayı’yla dönen bu filmin ardından bu kez öyküsü Fransa’da geçen ‘Geçmiş’i (‘Le passé’) izledik İranlı yönetmenden. Genel olarak akıcı bir üslupla kişisel tercihler üzerinden ahlak ve vicdan meselelerine odaklanan ve son derece iyi yazılmış senaryolardan çekilen filmlerdi bunlar.
Farhadi’nin, geçen çarşamba açıklanan Oscar listesinde ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalındaki beş adaydan biri olan son çalışması ‘Satıcı’ (‘Forushande’), bu hafta salonlarımıza uğruyor. Film, genç bir çiftin başlarına gelen bir olay sonucu dengelerini kaybetmeleri üzerine gelişen bir öyküye sahip. Önce kısaca özet: Tiyatroyla amatörce ilgilenen Rana ve Emad çifti, oturdukları apartman, yandaki inşaattan dolayı büyük bir hasar görünce yeni bir yer aramaya başlar. Çok geçmeden, sahneledikleri oyunda rol alan arkadaşlarının tavsiye ettiği bir evi tutarlar. Lakin evin önceki kiracısı olan kadının ilişkileri çok geçmeden kendilerine sorun olarak döner. Emad’ın evde olmadığı bir zamanda, kapıyı yanlışlıkla açan Rana’nın başına gelenler, çift için gerilimli bir sürecin başlangıcı olacaktır.
Adını, Rana ve Emad’ın sahneye koydukları, Arthur Miller’ın ünlü klasiği ‘Satıcının Ölümü’nden alan bu son filminde Farhadi, yine hayatın kendilerine çizdiği yeni pozisyonlarda vicdani ve ahlaki ikilemlere giren ve bu aşamalarda iç dengeleri bozulan bireylerin portrelerine soyunuyor. Belki akış anlamında şu türden bir farkı var ‘Satıcı’nın: Hikâye başlarda sakin ilerlerken, Rana -yaşadığı olay sonucu doğaldır- fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da örseleniyor. Ama asıl problemler Emad’ın cephesinde yaşanıyor. Karısının olayı polise götürmemesi, ardından içini kemiren şüphe aslında bir öğretmen olan genç kocanın hem öğrencileriyle olan ilişkilerini sekteye uğratıyor hem de bir noktadan sonra öykü dedektifvari bir hal alıyor. Emad, eldeki tek ipucu olan bir kamyonet üzerinden zorlu bir sürek avına soyunuyor.
BU KEZ ERKEKLER SUÇLU!
Bence ‘Satıcı’nın bir başka farklı noktası da var. Farhadi sinemasını çok seven ve önemseyen biri olmama rağmen, önceki iki filmine bakıldığında, anlatılan öykülerin bilinçaltında sanki yaşanan problemlerin arkasında kadınların olduğuna dair refleks olduğunu düşünürüm hep. Açmak gerekirse ‘Bir Ayrılık’ta kocasının, alzheimer’lı babasına olan düşkünlüğüne ve şefkatine bir anlamda karşı çıkan ve geleceklerini yurtdışında arayan Simin’le ‘Geçmiş’te gurbet eldeki iki İranlıyı birbirine düşüren Marie karakterleri, bu bakışın soyuttaki tezahürleridir. ‘Satıcı’da ise sanki bir noktaya kadar bu refleks korunuyor gibi gözüküyor ama nihayetinde Farhadi, bence ilk kez her türlü suçun ve günahın vebalini erkeğe, onun şehvet düşkünlüğüne, yalancılığına yüklerken ‘İyi aile babası’ portresinin ardındaki sırları kazıyor. Bir anlamda ‘orta sınıf ahlakı’nı sorguluyor.
Performanslardan kısaca bahsedersek: ‘Elly Hakkında’da Farhadi’yle çalışan Taraneh Alidoosti’nin Rana’da, Shahab Hosseini’nin de Emad’da parladığı filmde çiftin oyuncu dostları Babak’ta da Babak Karimi’yi (ki o da ‘Bir Ayrılık’ta da oynamıştı) izliyoruz. ‘Satıcı’, Farhadi’nin önceki iki filmi gibi sarih ve akıcı değil, nispeten daha sert köşelere sahip; finali de yıpratıcı ama yine de insan doğasına ilişkin dertleri ve bu dertleri aktaran iyi bir metne sahip senaryosuyla dikkate değer bir çaba. Kuşkusuz Miller’ın oyununa ve kahramanları Willy ve eşi Linda Loman’ın öyküsüne hâkim izleyici, Emad ve Rana üzerinden yapacağı kıyaslamalarla filmden daha fazla zevk alacaktır.
SATICI
Advocaat da dün ilk 11’de 5 ‘yavru Kanarya’ya yer vermişti. Fenerbahçeliler istemiştir ki goller, asistler ve güzel hareketler bu çocuklar tarafından yapılsın. Peki gol atsalar veya asist yapsalar ne olacak ki?
Geçmiş kupa maçlarında da Recep Niyaz’lar, Beykan’lar, Gökay’lar falan ‘umut’ olmuştu. Neredeler?
SABIRLI DAVRANMALI
Esasen dünkü maç bu gençlerin değil, bıyıkları yeni terlemişken Roma forması giymiş Salih Uçan’ın ispat maçıydı! Tabii hazin bir durum. 23 yaşında, ama 33 yaşındaki bir futbolcu kadar yıpratıldı bu çocuk.
Yeniden Advocaat’ın görüş alanına girmeyi başaran Salih, dün biraz daha kredi kazandı. Salih dahil, gençlere göstermelik değil, sabırlı şekilde forma verilmeli.
Misal, bu gençlerden bir ikisine Beşiktaş kupa derbisinden yer verilse, Aziz Başkan’ın haklı altyapı eleştirisine de bir nebze cevap verilmiş olunur...
Puan hesabının bile olmadığı şu maça keşke Amed seyircileri de tanıklık edebilseydi...
Böylesi bir genel tabloda yeteneklerine çok daha önceden vâkıf olduğumuz, sınırlarının eriştiği yerleri bildiğimiz ve takdir ettiğimiz isimlerin her yeni projesi, aynı zamanda sinema adına yeni bir umut ışığı oluyor. Ata Demirer, az sayıda üyesi olduğuna inandığım bir tür özel yetenekler kulübünün sabit isimlerinden ve sinemadaki her yeni adımı, heyecan yaratıyor. Lakin bir önceki filmi ‘Niyazi Gül Dörtnala’, komedi yüklü sahneleri bakımından ortalamanın üstünde olsa da genel çizgileri itibariyle bekleneni veremeyen bir hamleydi. Demirer, şimdi de yeni filmi ‘Olanlar Oldu’yla huzurlarımızda.
Ege’nin kıyı kasabalarından birinde yaşayan Döndü’yle, mürüvvetini görmek istediği oğlu Zafer’in hayatı etrafında biçimlenen yapım, bütün Demirer filmleri gibi yönetmen olarak Hakan Algül imzasını taşıyor.
‘Olanlar Oldu’ Demirer filmografisi içindeki farklı bir yeri tarif ediyor; o da şu sanırım: Komedi görünümlü aşk filmi. (‘Romantik komedi’den farklı olarak diyelim!) Evet, benzer bir refleks elbette önceki filmlerinde de vardı ama öykü komedi ağırlıklı ilerliyor, aşk ise bir çeşni olarak önümüze geliyordu. Bu kez hikâye bayağı bir romantizme yelken (elbette kaptan olarak çalışan Zafer’in mütevazı tur teknesi eşliğinde!) açıyor. Lakin bu yeni format da, ‘Niyazi Gül Dörtnala’vari bir çizginin ötesine gidemiyor. Evet, Demirer’in sulu zırtlaklıktan uzak, kabalığa prim vermeyen, naif, Trakya ve Ege’nin yerel tatlarıyla süslü, bazen durum komedilerinden bazen de taklitlerden beslenen üslubu yine karşımızda ama ortaya çıkan yapıtın ne yazık ki sanatçının geçmiş işlerinden bir adım geride olduğunu belirtmek durumundayız.
TUVANA TÜRKAY SAMİMİ VE SEMPATİK
Malum, komedide öykü bazen çok önem arz etmez; çünkü bazen takım oyunu, bazen de tek bir yıldızın ışıltısı her şeyi halleder. ‘Olanlar Oldu’nun sorunu ise galiba komedi adına çok da güldürmeyen kimi sahneleri ve Döndü karakteri. Ata Demirer’in Döndü ve Zafer’i canlandırdığı filmde, sıra fiziksel olarak hafiften ‘Big Momma’s House’daki tiplemeyi hatırlatan anneye geldiğinde tempo ve akış sekteye uğruyor gibi. Sanki bu yapımın kadrosunda ‘Demirer filmleri’nin olmazsa olmazlarından Demet Akbağ yok, bu yüzden de Demirer, Akbağ’ın yokluğunu doldurmak üzere kademeye girmiş ama bu durum, oyun planını aksatmış gibi.
Oyunculuklara göz atarsak; Demirer (elbette ki Zafer rolündeki performansıyla) ve
Kötü bir futbolun ardından çok kritik bir maçı yitirmek mi yoksa yepyeni stadının açılışında tribünlerin sadece beşte birinin dolması mı... Sanırım ikincisi zira saha dışı sonuçlar düzelir ancak Türk halkının futboldan uzaklaşmasını ne yapacağız bilmiyorum. Tamam, güvenlik için üst kısımlar boş bırakılmış ama 7 bin düşük rakam... Düşünün biletler 10-20 TL, 19 yaş altı taraftarlar ücretsiz, gelen her taraftara forma hediye ancak beklenen ilgi yok.
O TOP DiREKTEN DÖNMESE...
Maç başlayınca taraftarın bu tavrına biraz anlam verir gibi olduk. Takımları üst üste yediği iki golün ardından yelkenleri suya indirdi ve teslimiyet havasında maçı tamamladı. Eğer 11. dakikada Musa’nın kafa vuruşunda top direkten dönmese de Antalya ağlarına gitse de çok bir şey değişmezdi gibi görünüyor.
Rıza Çalımbay’ın Antalyaspor’u çok disiplinli, organize bir ekip... Eto’o’nun sahadaki varlığı büyük kazanım. Kamerunlu’yu devre arasında vermeyerek kendileri adına iyi yaptıkları kesin. Danilo, Deniz ve Mbilla ön plana çıkan diğer isimlerdi. Gaziantepspor’daysa M. Demir ileride gayretliydi ancak kendisine ulaşan top o kadar azdı ki o da yetersiz kaldı.
Antalya kampında yüksek tempoda çalışan ve zihinsel bir yorgunluk yaşayan ev sahibi karşısında konuk ekip aslında maça fena da başlamadı ve ilk gole kadar da başa baş mücadele etti ancak Batdal’ın şık golü, hemen ardından gelen penaltı sarı kırmızılıların gardını düşürdü.
FARK YEMEYi HAK ETMEDiLER
Skor her ne kadar 5-0 olsa da Kayseri’nin ortaya koyduğu mücadelenin aslında karşılığı bu skor değil... Yalçın’ın talebeleri topa rakipleri kadar sahip oldu, ikili mücadele kazanma, pas isabeti, şut sayısı gibi istatistiklerde Başakşehir kadar başarılıydılar ancak iki ekibi ayıran, ceza sahası içinden çekilen şutlar oldu. Bireysel yetenekler ve müthiş pas trafiği ile ceza sahası içinde pozisyonlara giren ev sahibi ekip çok önemli bir galibiyet aldı.