Paylaş
KARANLIĞIN ELLİ TONU
Yönetmen: James Foley
Oyuncular: Dakota Johnson, Jamie Dornan, Marcia Gay Harden, Rita Ora, Kim Basinger, Eric Johnson, Eloise Mumford
ABD yapımı
Vasatlığın (hatta altının) renk skalasında dolaşmaya devam... İki yıl önce bir dönem ödevi vesilesiyle tanıştığı genç işadamı Christian Grey’den etkilenen Anastasia Steele, romantik bir serüvene atılayım derken kendisini farklı bir dünyanın içinde buluyor ve biz de ‘Grinin Elli Tonu’nun (‘Fifty Shades of Grey’) ne menem bir şey olduğunu anlıyorduk.
E.L. James’in çok satmış serisinden uyarlanan film, 13 Şubat 2015’te vizyona girmişti; üçlemenin ikinci adımının sinemasal ifadesi de 9 Şubat itibariyle, bir anlamda yine ‘Sevgililer Günü etkinlikleri’ kapsamında salonlarımıza uğruyor. “İlkinin ne hayrını görmüştük?” düşüncesi eşliğinde basın gösterimine gittiğimiz ikinci hamle olan ‘Karanlığın Elli Tonu’ndan (‘Fifty Shades Darker’) da eli boş döndük. Hoş, zaten beklentimiz de yoktu ama kamera arkasına geçen isim hanesinde modern bir ‘Satıcının Ölümü’ hikâyesi anlatan ve başyapıt çizgilerinde gezinen ‘Glengarry Glen Ross’un yönetmeni James Foley’yi görünce, “Bir umut” diye hamle yaptık. Neyse, aslında meseleyi daha sarih bir şekilde şöyle tanımlamak mümkün: Hani bazı takımlar vardır ya, başına Mourinho, Guardiola ya da Conte gelse bile işe yaramaz, bu seri de benzer bir yapı arz ediyor; hangi yönetmenle yola çıkarlarsa çıksınlar sonuç değişmiyor.
Peki ‘Karanlığın Elli Tonu’ ne anlatıyor? İlk filmde Christian Grey’in ‘çizgidışı’ cinsel oyunlarından sonra yolları ayırmaya karar veren Ana, genç işadamıyla tekrar ilişkiye giriyor ve ufukta evlilik görünüyor. Yine kimi fantezilerin sahaya yansıdığı filmde, bu güzelim birlikteliğe engel olmaya kalkan bir adam (Ana’nın çalıştığı yayınevindeki patronu Jack Hyde) ve kadın da (Christian’ın, üvey annesinin de arkadaşı olan eski seks partneri / hocası Elena Lincoln) öyküye ekleniyor.
FREUD’U AŞAN BİR VAKA!
Sonuç? Dökülen diyaloglar (ki bir yerde Ana, edebiyat üzerine konuşurken Austin ve Brontë isimlerini zikrediyor, böylesine vasat altı film sınırları dahilinde bu durum öyle trajikomik ötesi duruyor ki), kötü oyunculuklar (bu durumda kadronun bir suçu yok, başta Anastasia’yı canlandıran Dakota Johnson ve Christian’da izlediğimiz Jamie Dornan’ın başka filmlerde çok iyi performanslar ortaya koyduklarını biliyoruz) derken düşük yoğunluklu sadizm ve mazoşizm eşliğinde 118 dakika boyunca bol bol sıkılıyoruz. Bir yandan da filmi izlerken tıpkı ‘Grinin Elli Tonu’nda olduğu gibi “İyi de 80’lerde Adrian Lyne (‘9.5 Hafta’), Zalman King (‘Vahşi Orkide’) gibi isimler bu işi daha iyi kıvırıyordu” diye düşünüyor ve “Siz ‘Karanlık’ ne, görmemişsiniz!” diyoruz.
Velhasıl, çocukken annesi aşırı uyuşturucudan gözünün önünde ölünce, büyüdüğünde bir anlamda hayattan intikamını almak adına önüne çıkan kadınlara sadistçe davranarak alan bir adamın öyküsü olarak da nitelenebilecek (ki bu psikolojik durum Freud’u bile aşar gözüküyor) bu üçleme dolayısıyla, belki de sinema tarihinin en kötü serisiyle karşı karşıyayız. Kim bilir tarihe bu anlamda tanıklık etmek adına salonun yolunu tutmak gerekiyordur.
LEGO BATMAN FİLMİ
Yönetmen: Chris McKay
Seslendirenler: Rıza Karaağaçlı, Erkan Taşdöğen, Burçin Artut, Fatih Özkul, Ali Ekber Diribaş, Melis Toklu, Murat Şen
ABD yapımı
KİBİR, EN SEVDİĞİM GÜNAH...
Christopher Nolan’ın psikolojik, sosyolojik ve de felsefi hamlelerle alabildiğine ‘derinleştirdiği’ ve kötülük üzerine okumalara soyunduğu Batman karakteri, bu kez de bir animasyon filmi vasıtasıyla bambaşka sulara açılıyor. ‘Lego Batman Filmi’ (‘The LEGO Batman Movie’), aslında ruh ve tavır olarak Nolan’ın yapıtlarını andıran bir çabanın ürünü. Çünkü söz konusu animasyon, Batman’in yalnız, kibirli, bencil ve psikolojik korkularıyla yüzleşmekten kaçınan bir kahraman olarak portresine soyunuyor.
Kısaca konuyu özetleyelim hemen: Ömrünü, dünyanın suç oranı en yüksek şehri Gotham City’yi korumakla harcayan Batman, günün sonunda ‘Wayne malikânesi’nde (malum, kendisi aslında ünlü işadamı Bruce Wayne’dir), yardımcısı Alfred’in hazırladığı ıstakozu ısıtarak tek başına yiyen, Tom Crusie ve Renée Zellweger’li ‘Jerry Maguire’ı izleyerek romantik takılan, kendisinden başkasını düşünmeyen yalnız ve mutsuz bir adamdır. Gotham Polis Teşkilatı’nın başına geçen ve Batman’in tek kişilik şovlarına son vermek isteyen Barbara Gordon’ın “Birlikte çalışalım” teklifini de reddeden Batman, Joker’in ‘ters köşe’ saldırısı sonucu şehri kurtarırken kişisel kaprisleri ve bilinçaltıyla da hesaplaşmak zorunda kalacaktır.
‘DEADPOOL’U ANDIRIYOR
2014 tarihli ‘The LEGO Movie’de animasyon yönetmenliğini ve kurguyu gerçekleştirmiş olan Chris McKay’in imzasını taşıyan ‘Lego Batman Filmi’, üzerinde bir hayli çalışılmış bir Batman portresine soyunuyor. Kahramanın Alfred’le ilişkisi, yetim bir çocuktan yaratılan Robin karakteri, ilgi duyduğunu itiraf edemediği Barbara Gordon’la çekişmesi, bencil kişiliği ve benzer psikolojik dertlerle yüklü Joker derken hikâyesini Seth Grahame-Smith’in yazdığı, senaryosunu da Smith’in yanı sıra Chris McKenna, Erik Sommers, Jared Stern ve John Whittington’ın kaleme aldığı film, bir hayli matrak ve kayda değer bir çaba olmuş. Batman’in klasik düşmanlarının yanı sıra Gremlinler, King Kong, T-Rex, Sauron Gözü gibi başka evrenlerin kötüleri de öyküde yer alırken Superman’le olan çekişme de film boyunca sık sık vurgulanıyor.
Aslında ‘Lego Batman Filmi’, bakış açısı ve mantık olarak geçen yılın ilgi gören yapımı ‘Deadpool’u andırıyor diyebiliriz. Bu ilginç çağrışımlarla yüklü animasyon, Türkçe seslendirmeyle vizyona giriyor; bu durumda birçok detay ve gönderme (mesela ilk bölümdeki şarkı), kuşkusuz dublaj esnasında kaybolmuş görünüyor. Ayrıca film ‘Batman külliyatı’ üzerine (eski ‘Batman filmleri’ni hatırlatırken 1966 yapımı Adam West’li versiyona dair ‘Ucube’ tanımlaması çok komikti) bir kolaj niteliğinde; bu yanıyla da miniklerden çok yaşı kemale ermişlerin daha fazla tat alacağı bir yapıma dönüşmüş. Öte yandan öykünün sık sık vurgu yaptığı ‘aile özlemi’ de, filmin çocuklara özgü ‘kıssadan hisse’si olmuş.
JOHN WICK: CHAPTER 2
Yönetmen: Chad Stahelski
Oyuncular: Keanu Reeves, Riccardo Scamarcio, Common, Ian McShane, Laurence Fishburne, Franco Nero, Peter Stormare
ABD yapımı
‘DÖN’ DEDİNİZ, DÖNDÜM
Bazı hatıralara dokunulmaz. Hele hele eski bir ‘Tetikçi’nin, ölmüş karısından hatıra kalan sevimli köpeğine asla... 2014 yapımı ‘John Wick’in çıkış noktası bu ayrıntıydı. Hatırlanacağı gibi 1969 model Ford Mustang’ine göz koyan Rus mafya şefinin küstah oğlu Iosef, bir gece baskınıyla hem arabasını alıp hem de Daisy adlı hatıra minik köpeği öldürünce, bir anlamda ‘uyuyan dev’i uyandırıyor ve eski kiralık katil Jonathan Wick, tekrar silahına başvuruyordu. Kartvizitlerinde ‘Dövüş sanatları uzmanı ve aksiyon filmleri danışman-eğitmeni’ yazan ‘Chad Stahelski-David Leitch ikilisi’nin yönettiği yapım, görselliği, teknik işçiliği, atmosferi ve koreografik değeri yüksek sahneleriyle gönlümüzü çelmişti.
Öte yandan zaman, beğenilen bir şeyin akabinde bir ekonomik değer olarak da göz önüne alınması ve sanatın, çeşme akarken testiyi hemen doldurma zamanı. Dolayısıyla Chad Stahelski, çok geçmeden (yaklaşık üç yıl sonra) aynı karakteri bu kez yönetmenliğini tek başına üstlendiği bir filmle bir kez daha sahaya sürüyor. ‘John Wick: Chapter 2’, “Nasıl olsa konu önemli değil, yine görselliği yükleniriz” mantığıyla çevrilmiş, ilk filmin öne çıkan özellikleri etrafında biçimlendirilmiş bir çalışma olarak göze çarpıyor. İlk filmde hesabını kapatan John Wick, bir kez daha kabuğuna çekilip yeni köpeğinin yanı sıra kaybettiği eşinin fotoğrafı ve videoya kaydedilmiş görüntüleriyle günlerini geçirmeye hazırlanırken bu kez de eskiden yardımını gördüğü İtalyan mafya şefinden, borcunu kapama adına yeni bir iş teklifi alıyor. Reddediyor tabii ki ama seçeneksizlikten tekrar sahaya çıkıyor. Görevi, Roma’ya gidip kendisine işi teklif eden Santino D’Antonio’nun ablası Gianna’yı öldürmektir...
Laurence Fishburne
‘THE MATRİX’E GÖNDERME
Senaryosunu ilki gibi Derek Kolstad’ın kaleme aldığı ‘John Wick: Chapter 2’da Ruslar yerini İtalyanlara bırakıyor (gerçi filmin giriş bölümünde hatırlatma kabilinden yine Ruslar boy gösteriyor). New York-Roma hattında gidip gelen film yine bol bol kanlı sahneler, arabalı kaçma kovalama bölümleri içerirken iki altı çizilmesi gereken yanı var; ilki Wick’i canlandıran Keanu Reeves’la, ‘The Matrix’ serisindeki partneri Laurence Fishburne’ü bir araya getirmesi ve ikili aracılığıyla ‘Wachowski kardeşler’in klasiğine selam göndermesi (zaten yönetmen Stahelski de, Reeves’ın ‘The Matrix’teki dublörlerindendi). İkincisi de Orson Welles’in ünlü ‘Şanghaylı Kadın’ına (‘The Lady from Shanghai’) saygı duruşu niteliğindeki aynalar labirentindeki çatışma sahneleri... Bu iki hamle, sadece görselliği yeterli bulmayan izleyici için ağızlara sürülen bir parmak bal niteliğinde.
‘John Wick’, Britanya İmparatorluğu’nun hâlâ şaşaalı eski günlerindeki gibi davranmayı yeğleyen James Bond’un, ‘Görevimiz Tehlike’ ekibini tek başına ayakta tutan Ethan Hunt’ın yanı sıra türe yeni bir ruh ve gerçekçilik katan Jason Bourne’ün hüküm sürdüğü bir kategoride, çizgi roman estetiğinin ve dahi bilgisayar oyunlarının tadını sinemaya taşıyan ve de kendi kulvarının dışına pek de taşmayan bir karakter (ilk filme ilişkin yazımda da belirtmiştim; Wick’in hikâyesi Denzel Washington’lı ‘The Equalizer’ı, görsel şiddeti de ‘The Raid’ serisini andırıyor).
İLKİNDE 76 KİŞİYİ ÖLDÜRMÜŞTÜ
Ama biliyoruz ki bazen zorlamalar, doğal güzelliği tahrip eder. Kuşkusuz çok sayıda beğeneni olacaktır ama ‘Chapter 2’ bence zorlama olmuş (bu arada kahramanımız tekrar karşımıza gelişini, filmdeki bir repliğiyle açıklıyor: “Dönmemi istiyordunuz. Döndüm”). Film, aynı suda ikinci kez yıkanmanın problemlerini taşıyor (Üstelik anlıyoruz ki, daha sırada üçüncü film var: ‘Tetikçimiz’ bu kez de bütün bir İtalyan mafya âlemine, yani filmdeki tanımıyla ‘Yüksek Şûra’ya karşı mücadele edecek gibi görünüyor). Keanu Reeves’in, ‘eylem sırasında’ giydiği takım elbiseler gibi rolünün de üzerine oturduğu ve yakıştığı ‘John Wick’ serisinin bu ikinci adımında, Franco Nero gibi bir ustaya rastlamak da hoş bir sürpriz olmuş.
Son olarak sayanların yalancısıyız, ilk filmde John Wick 76 kişiyi öldürmüş(tü). Sayana daha rastlamadım ama bu kez sayı sanırım 100’ü geçiyor.
DİĞER SEÇENEKLER
‘Enkaz’
Haftanın diğer seçeneklerine gelince: Yerli yapım ‘Enkaz’, genç yönetmen Alpgiray M. Uğurlu’nun imzasını taşıyor. Sade bir anlatım eşliğinde ilerleyen yapım, özellikle final bölümüyle dikkat çekici. İki ana karakterden oluşan filmin başrol oyuncuları Akasya Asıltürkmen ve Berke Üzrek. Türk kökenli R. Kan Albay’ın yönettiği ‘İsra & Sihirli Kitap’ (‘Isra en Het Magische Boek’), Belçika yapımı bir çalışma. Filmde Valerie Deridder, Tamer Karadağlı, Wim Opbrouck, Sven De Ridder, R. Kan Albay ve Isra Dela gibi isimler rol alıyor. Paul Dano ve Daniel Radcliffe’in sürüklediği ‘Swiss Army Man’i ise Daniel Scheinert ve Daniel Kwan (ki kendileri kısaca ‘Daniels’ şeklinde adlandırıyorlar) ikilisi yönetmiş.
‘Swiss Army Man’
Paylaş