Uğur Vardan

Kanlı düğün...

12 Şubat 2022
Nil Nehri üzerinde seyreden lüks bir teknede art arda gelen cinayetler ve kanlı bir serüvene dönüşen bir düğün töreni... Kenneth Branagh, 2017 tarihli ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’ten sonra Agatha Christie’nin bir başka ünlü romanı ‘Nil’de Ölüm’ü sinemaya taşırken dedektif Hercule Poirot rolünü yine kendisi üstlenmiş.

İngiliz edebiyatının belki de Shakespeare’den sonraki en çok tanınan, en verimli yazarı... Kendi adıyla 66 dedektif romanına, 150’den fazla kısa öyküye, 24’e yakın tiyatro oyununa ve 2 biyografiye imza attı. Ayrıca Mary Westmacott takma adıyla da 6 aşk romanı basıldı. Evet, 1890’da doğan ve 1976’da aramızdan ayrılan Agatha Christie’den bahsediyoruz. Sinema, yarattığı eserlere elbette zaman zaman uğradı ve kimi unutulmaz yapımlar eşliğinde seyirciyi bu usta kalemin dünyasıyla buluşturdu. Adaptasyonlar içinde 1957 yapımı ‘Beklenmeyen Şahit’ (Witness for the Prosecution), ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’ (Murder on the Orient Express / 1974) ve ‘Nil’de Ölüm’ (Death on the Nile/ 1978) ön planda gelir...

Kenneth Branagh, Christie’nin romanlarına 2000’lerde yeniden el attı ve önce 2017’de ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’i çekti, şimdi de sırada ‘Nil’de Ölüm’ var. Geçen salı açıklanan 94’üncü Oscar’larda yönettiği ‘Belfast’ 7 dalda aday olan İrlandalı sinemacı, bu iki yapımda da yazarın ünlü dedektif karakteri Belçikalı Hercule Poirot’ya da hayat veren isimdi.

‘Nil’de Ölüm’, 1937’de, Mısır’da geçiyor. Güzel ve zengin bir kadın olan Linnet Ridgeway, en yakın arkadaşı Jacqueline’in eski sevgilisi Simon’la evlenmek üzeredir. İntikam hissiyle dolu Jacqueline’in ortaya çıkışıyla kutlamaları bir tekne üzerinde yapmaya karar verirler. Lakin bu etkinlik arka arkaya işlenen cinayetlerle kanlı bir serüvene dönüşürken katili bulma görevi, Hercule Poirot’ya düşecektir...

Christie’nin çok bilinen yapıtlarındaki genel yapı, şüpheli sayısının çokluğudur. Romanda yer alan neredeyse her bir karakterin, maktulü öldürme nedeni vardır ve olası şüphelidir. Branagh’ın seçtiği, daha önce 70’lerde de sinemaya aktarılmış romanlarındaysa entrikaların kurulduğu yerler kapalı alanlardır (tren ve tekne gibi). Doğrusu ben 2017 tarihli ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’i pek beğenmemiştim, ana gerekçemse romana ve eski filme aşina olmaktı. Yeni uyarlamada Branagh nispeten daha iyi bir yapıma imza atmış ama yine de ortalamayı geçememiş. Romanın 1978’deki ilk sinemasal ziyaretini izlememiştim, belki bu yüzden daha bir çekici geldi ama genel çizgisiyle çok da doyurucu değil. ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’te dijital teknolojinin yardımıyla çekilen sahnelerin bende ‘The Polar Ekspress’ havası uyandırdığını yazmıştım. Son filmdeki Nil Nehri ve çevresi, piramitler, sfenskler de yine şık ama bilgisayar efekti olduğunu gizleyemeyen bir yapaylıkta geldi.

PERA PALACE’IN MİSAFİRİ

Albert Finney, Peter Ustinov, David Suchet, Tony Randall, Ian Holm, John Malkovich, Alfred Molino gibi isimlerden sonra Hercule Poirot’yu canlandıran Branagh, ‘yaramaz, hınzır, sarkastik ve romantik’ bir karakter olarak çizdiği modele bu adımda da devam ediyor. Bu arada filmin en güzel yanlarından biri dedektifin o ünlü bıyıklarına ilişkin Birinci Dünya Savaşı üzerinden yapılan mantıki (!) açıklamaydı.

Sonuç olarak Branagh, Gal Gadot, Tom Bateman, Annette Bening, Russell Brand, Emma Mackey, Sophie Okonedo, Letitia Wright, Jennifer Saunders gibi isimlerden oluşan kayda değer kadroya karşın etkileyici bir yapıta imza atamamış. Örneğin Rian Johnson imzalı modern bir çaba olan ‘Bıçaklar Çekildi’ (Knives Out) seviyesinde değil. Neyse, belki de polisiyede kaybeden tarihsel dramada (Belfast) kazanır ve Oscar heykelciğine bir ya da birkaç dalda uzanır...

Yazının Devamını Oku

Oscar kime göz kırpıyor

10 Şubat 2022
Amerikan sinemasının yıllık değerlendirmesi niteliğindeki Oscar’ların bu yılki heyecanı için ilk adım atıldı.

Salı günü açıklanan adaylarla Akademi kimlere göz kırptığını ya da kırpacağını, kimleri bu yıl görmezden geldiğini gösterdi. Listeler elimizde; artık 27 Mart’ta verilecek ödüllere kadar bol bol favoriler, sürpriz başarılara imza atabilecekler, geceye renk katacaklar vs. konuşulacak. Biz de ilk eldeki verilere göre kimi detaylarda dolaşalım ve kimi bilgileri paylaşalım dedik...

THE POWER OF THE DOG 12 DALDA ADAY

Kuşkusuz 94’üncü Oscar’larda en fazla öne çıkan yapıt ‘The Power of the Dog’ oldu. Tom Savage’ın 1967 tarihli romanında uyarlanan ve Jane Campion’ın imzasını taşıyan bu yapım, son Venedik Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazanmıştı. Başrollerinde Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons ve Kodi Smit-McPhee gibi isimleri barındıran ve 12 dalda aday olan bu çalışmayı, 10 dalda adaylığa sahip, bilimkurgu uyarlaması ‘Dune: Çöl Gezegeni’ takip değiyor. Kenneth Branagh’ın ‘Belfast’ı ve Steven Spielberg’ün ‘Batı Yakasının Hikâyesi’ de yedi dalda aday olan yapımlar. Tenisin yaşayan efsaneleri Venus ve Serana Williams kardeşlerin nasıl bu noktalara geldiğini, çizgi dışı babalarının kişiliğinde anlatan ‘King Richard’ın adaylık sayısı ise altı.

HANGİ FİLMİ NEREDE İZLEYECEĞİZ

Neyse, ödül sahiplerinin açıklanacağı 27 Mart’a kadar süremiz var, bu zaman zarfında dersimize daha iyi çalışıp görmediğimiz yapımlara ilişkin açığımızı kapatabiliriz. Peki bu aday filmlere nasıl ulaşabiliriz? Küçük bir liste verelim: ‘The Power of the Dog’, ‘Don’t Look Up’, ‘tick, tick...BOOM!’ ve ‘The Hand of God’ Netflix’te, ‘Being The Ricardos’ Prime Video’da gösterimde, ‘Drive My Car’ iki hafta önce, ‘Nightmare Alley’ de geçen hafta sinemalarda vizyona çıktı, ‘Parallel Mothers’ ise 25 Mart’ta salonlarımıza uğrayacak. Çeşitli dallarda aday gösterilen ‘Dune’, ‘West Side Story’, ‘King Richard’, ‘Encanto’, ‘Licorice Pizza’, ‘The Lost Daughter’, ‘No Time To Die, ‘Cruella’, ‘The Worst Person In The World’ gibi yapımlar ise daha önce ülkemizde vizyona girmişti. 23 kategoride dağıtılacak ödüllerde hak eden kazansın diyelim...

BİR İLKE İMZA ATTI

Jane Campion, filmi ‘The Power of the Dog’la ‘En İyi Yönetmen’ kategorisinde listeye girerken Hollywood tarihinde iki kez aday gösterilen ilk kadın yönetmen unvanının da sahibi oldu. Yeni Zelandalı sanatçı daha önce 1994’te ‘Piyano’ adlı filmiyle de aday gösterilmişti.

Yazının Devamını Oku

‘Acıları pişirmişem’

5 Şubat 2022
Ketche imzalı ‘Dilberay’ 2019’da aramızdan ayrılan şarkıcı Dilber Ay’ın trajik geçmişi eşliğinde; etrafını saran kötülük, şiddet ve zulüm sarmalını yeteneğiyle kırıp özgürlüğüne kavuşan bir kadın portresi sunuyor. Sinematografik açıdan çok etkili bir yapım olmasa da ele aldığı karakteri ve travmalarını yansıtmada başarılı.

Sinema genel bir parantezde tüm sanatçıların, yaratıcıların, özel bir parantezde de elbette müzisyenlerin hayatlarına neredeyse en başından beri ilgi duyar. Çünkü onların hikâyelerinde beyazperdenin aradığı ve seyircisine aktarmak istediği dramatik unsurlar, insani zaaf ve çelişkiler, inişler çıkışlar vs. her daim vardır. Bu tezi temellendirmek adına ilk elde aklımıza gelen filmleri şöyle bir sıralayayım: ‘Amadeus’ (Mozart), ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ (Sainte Colombe), ‘Bird’ (Charlie Parker), ‘The Doors’ (Grup ve solistleri Jim Morrison), ‘Ölümsüz Sevgili’ (Beethoven), ‘Shine’ (David Helfgott), ‘Ray’ (Ray Charles), ‘Walk the Line’ (Johnny Cash),  ‘Kaldırım Serçesi’ (Edith Piaf), ‘Nowhere Boy’ (John Lennon), ‘Bohemian Rhapsody (Queen grubu ve Freddie Mercury), ‘Rocketman’ (Elton John) ve benzerleri...

Bizim sinemamızdaysa bir zamanlar müzisyenlerin hayatlarından ziyade onların yükselişlerine benzer öyküler anlatan yapımlar gözdeydi. Bu konuda Zeki Müren öncü olurken özellikle 70’lerin ikinci yarısında ve 80’lerin başında izlediğimiz çalışmalarda (ki ‘arabesk filmleri’ denirdi bu türe) da Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Gökhan Güney, Hakkı Bulut gibi isimleri başrollerde görürdük. ‘Modern zamanlar’daysa sinemamız biyografik öyküleri perdeye taşımaya başladı. Bu hamlelerin ilki, hatırlanacağı gibi ‘rahmetli’ Müslüm Gürses’in hayatından kesitler aktaran ‘Müslüm’dü. Yönetmen olarak Ketche-Can Ulkay imzalarını taşıyan bu çalışmanın gişede de ilgi görmesi sanırım benzer türde projelere  yeşil ışık yaktı. Bu eğilimin yeni bir örneği, bu hafta salonlarımıza uğrayan ‘Dilberay’.

‘ZORUNDA MIYIM?’

Dilber Babuş ya da sahne adıyla Dilber Ay, Kahramanmaraşlı aşiret mensubu bir ailenin kızı. İlkokul üçe kadar okuduktan sonra taşındıkları Düzce’de çocuk yaşta para karşılığı kendisinden çokça büyük bir erkekle evlendiriliyor. Sonrasında da acılı bir serüveni olan Dilber Ay’ın yaşamını anlatan yapımı ‘Müslüm’de de çalışan Ketche (Hakan Kırvavaç) yönetmiş. Bu seçimden dolayı mıdır bilmiyorum ama senaryosunu Nalan Merter Savaş ve Kamuran Süner’in kaleme aldıkları ‘Dilberay’, fazlasıyla ‘Müslüm’ filminin havasını taşıyor: Yine ailevi geçmişi trajik dönemeçlerle dolu, alt sınıftan gelen, yeteneği ve Allah vergisi sesiyle yükselirken kitlelerinin sevgisini kazanan bir sanatçı profili...

Hayatındaki ‘iyi insan’ sayısı sınırlı olan Dilber Ay’ın ancak sanatıyla kendisini saran çemberi (zinciri) kırma öyküsü de sayılabilecek film, ‘kadına şiddet’ meselesini de popüler bir toplumsal figür eşliğinde perdeye taşıyor. Küçükken ailesinden gizli olarak katıldığı bir TRT seçmesinde ‘ustalar’ın gözüne giren ve yıllar sonra bu çocukluk başarısıyla şöhrete ulaşan sanatçının kariyer serüveni sayesinde, gazino ve pavyon hayatına, o tür ortamların kendine özgü koşullarına, raconlarına dair veriler de izliyoruz perdede. Büşra Pekin’in Dilber Ay’ın yetişkinliğine hayat verirken şarkılarını seslendirdiği ve inandırıcı bir portre çizdiği filmde ben en çok zalim babası rolündeki, yakın zamanda aramızdan ayrılan Ayberk Pekcan’ın ve küçüklüğünde izlediğimiz Zeliha Kendirci’nin performanslarını beğendim.

Dilber Ay’ın yetişkinliğini Büşra Pekin, küçüklüğünü Zeliha Kendirci canlandırıyor.

Finali sanki pat diye kesilmiş gibi duran, kimi dönemeçleri çok çabuk geçen ‘Dilberay’, sinematografik açıdan çok etkili bir yapım olmasa da ele aldığı karakteri ve karakterin travmalarını yansıtmada başarılı. Görüntü yönetmeni Jean Paul Seresine’in kadrajlarının da kayda değer olduğunu söylemeliyim. Popüler âlemde Sırrı Süreyya Önder-Muharrem Gülmez ikilisinin ‘Beynelmilel’inde, özellikle ‘Tavukları Pişirmişem’ şarkısıyla tanınan, sonrasında Flash TV’deki ‘Kadere Mahkûmlar’la daha geniş kitlelerce sevilen, ayrıca Cüneyt Özdemir’le ‘Zorunda mıyım?’ diyaloğuyla da zihinlerde yer edinen Dilber Ay’ın öyküsüne, öncelikle hayranları ilgi gösterecektir elbette.

Yazının Devamını Oku

Kapanmayan yaralara yolculuk

29 Ocak 2022
Haruki Murakami’nin aynı adlı öyküsünden sinemaya uyarlanan ‘Drive My Car’, sevdiği kadını kaybettikten sonra ruhsal yaralarıyla başa çıkmaya çalışan kederli bir adamı ve onun dertlerine ortak olan şoförünün yaşadıklarını anlatıyor. Ryûsuke Hamaguchi imzalı yapım, Oscar’larda da adından söz ettireceğe benziyor.

Dışarıdan bakıldığında mutlu bir çift; kadın (Oto) senarist, erkekse (Kafuku) ünlü bir tiyatro oyuncusu ve yönetmeni; Beckett ve Çehov’un eserlerini sahneliyor. Seks hayatları da mükemmel görünüyor, hatta zaman zaman Oto’nun hayal dünyasından aktardığı öyküler ilişkilerine edebi bir tat katıyor. Lakin bu tablo Kafuku’nun eve habersizce geldiği bir gün karısını genç bir aktörle ilişki sırasında bulmasıyla çatlıyor. Sessizce evden ayrılıyor, ardından da hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyor. Bir süre sonra da Oto, ani bir beyin kanamasıyla hayata veda ediyor.

Ryûsuke Hamaguchi, Haruki Murakami’nin bizde de Doğan Kitap’tan yayımlanan ‘Kadınsız Erkekler’ adlı kitabındaki ilk öyküden (‘Drive My Car’ / ‘Doraibu mai kâ’) uyarladığı çalışmada, metni bir çıkış noktası kabul ederek 179 dakikalık bir filme imza atıyor. Girişte paylaştığım olay akışı, kitaptaki 35 sayfalık öyküde ana karakterin geçmişinden bir kesitken film bu bölümü kendi girişinde kullanıyor ve jenerik 40’ıncı dakikadan sonra geçmeye başlıyor. Sonrasındaysa çeşitli duraklara uğruyor ve yanında Murakami’nin dertlerini de taşıyarak ilerliyor.

Eşinin vefatından iki yıl sonra Kafuku, Hiroşima’daki bir festivalden ‘Vanya Dayı’yı sergilemesi için teklif alıyor; kabul ediyor ve yola çıkıyor. Asya kökenli uluslararası bir oyuncu kadrosuyla çalışırken kurallar gereği kendisine bir şoför tahsis ediliyor. Başta kabul etmiyor, çünkü kırmızı renkli emektar Saab 900’ü onun için hem sığınılacak önemli bir dost hem de eşi Oto’yla birçok anısını barındıran bir zaman tüneli adeta... Fakat şartnamedeki kurala uyuyor ve 23 yaşındaki genç Misaki’nin şoförü olmasını kabul ediyor. Öte yandan oyuncu kadrosunda, eşinin kendisini aldattığı Takatsuki’nin olması meseleye özel bir rekabet katıyor ve ortalık gergin bir hal alıyor...

İsmini The Beatles’ın ‘Drive My Car’ından alan bu öyküyü Takamasa Oe’yle birlikte senaryolaştıran Hamaguchi, son derece katmanlı, parça parça açılan bir yapıta dönüştürmüş. Film, orijinal metinden farklı olarak ‘Vanya Dayı’nın sahnelenme sürecine, ekipteki tiyatro oyuncularının karakterlerine, Kafuku’nun o sırada gelişmeleri ‘sessiz bir tanık’ kimliğiyle izleyen şoför Misaki’yle derinleşen ilişkilerine de uzanıyor. Ve tabii ki Takatsuki’yle yönetmen arasındaki kişisel hesaplaşma da kıyıya vuruyor.

‘Drive My Car’ sevdiği kadını kaybeden kederli bir adamın yaralarıyla hesaplaşması, travmalarıyla başa çıkmaya çalışması üzerine inşa edilmiş bir yapıya sahip. Dertlerini paylaşacak, ‘Niye zamanında gerekli hamleleri yapmadım’ı tartışacak birilerini arıyor. Eşini tanıması nedeniyle Takatsuki aradığı uygun kişi diye düşünürken aslında gerçek yareninin şoförü Misaki olduğunu fark ediyor. Çünkü 23 yaşındaki bu genç kadının (ki 4 yaşında kaybettikleri kızı hayatta olsaydı bu yaşta olacaktı) da geçmişinden gelen derin yaraları var ve o da kendi travmalarıyla başa çıkmaya çalışıyor.

‘VANYA DAYI’YA DOYUYORUZ… 

Öte yandan filmin aktardığı öykü özetle bize zaman zaman kendi serüvenlerimizde, aşk ilişkilerimizde, ayrılıklarımızda, yaşanmışlıklarımızda karşımıza çıkan “Bende ne bulmuştu, ben onda ne bulmuştum; şununla neden beraber oldu, ben de olmayan ve şunda bulduğu neydi” türünden soruları hatırlatıyor. Ben filmde en çok Kafuku’nun Oto’yu anlatırken kurduğu “Hayatla başa çıkmak için birbirimize ihtiyacımız vardı” cümlesini beğendim.

Yazının Devamını Oku

‘En alttakiler’ arasında

22 Ocak 2022
Gazeteci Marienne Winckler, emekçilerin hayatını yansıtan bir kitap yazmak için onların arasına karışır ve temizlik işçisi olarak çalışmaya başlar. Juliette Binoche’un sürüklediği ‘Ayrı Dünyalar’ hem işçi sınıfının dertlerini anlatıyor hem de meseleyi basın etiği açısından ele alıyor.

Yaşı yetenler hatırlayacaktır, Alman gazeteci Günter Wallraff, 80’lerin başında Türk işçisi kılığına girmiş ve yaşadıklarını ‘En Alttakiler’ (Ganz unten) adlı kitabında (daha sonra sinemaya da aktarıldı) paylaşmıştı. Haftanın yenilerinden ‘Ayrı Dünyalar’dan (Ouistreham) da anlıyoruz ki Wallraff’ın yöntemini Fransız gazeteci-yazar Florence Aubenas da uygulamış. Liberation, Le Nouvel Observateur, Le Monde gibi yayınlarda muhabir olarak çalışan Aubenas, Kuzey liman kenti Caen’de çeşitli işyerlerinde temizlikçi olarak çalışan emekçi kadınların arasına karışmış ve deneyimlerini 2010 tarihli ‘Le Quai de Ouistreham’ adlı yapıtında toplamış. ‘Ayrı Dünyalar’ işte bu çalışmanın sinema uyarlaması.

Yönetmen Emmanuel Carrère, kitabı perdeye taşırken Aubenas’ı Marianne Winckler adlı bir yazar karakteriyle karşımıza çıkarıyor.

Önce kısaca konu: İşsizliğin ve yoksulluğun baskın olduğu toplumsal yapıları ve problemlerini bizatihi yaşayarak anlama derdinde olan yazar iş bulma kurumlarına başvurarak kendini bu zorlu sulara atar.Kişisel öyküsündeki boşlukları da (yıllardır niye çalışmamıştır mesela) kimi yalanlarla kapatır: Konforlu bir hayatı vardır ama eşi onu genç bir kadınla aldatınca artık emeğiyle ayakta kalma mücadelesi vermeye karar vermiş ve iş aramaya başlamıştır. Nihayetinde temizlikçi olur ve süreç onu Caen-Portsmouth arasında sefer yapan ‘Ouistreham’ adlı feribota yönlendirir. Burada her gün tam 230 odayı, her birini dört dakikada olmak üzere temizlemeleri gerekmektedir. Marianne işe adapte olurken bir yandan da yeni dostlar edinir. İşçi sınıfının yılmaz bekçileri konumundaki üç çocuk annesi Christèle ve genç Marilou onun yeni yarenleridir. Kâh cam siler, kâh tuvalet temizler. Ama şöyle bir durum vardır; kendisine kucak açan bu topluluğu günün birinde kitabını yazmak üzere terk edecektir. Dostları meseleden habersizdir...

Emmanuel Carrère’in yapıtı iki ana eksende ele alınabilir. Görünürdeki kaygı, emekçilerin kötü koşullarını, sistem karşısındaki çaresizliklerini göstermek... Bu yanıyla ‘Ayrı Dünyalar’ fazlasıyla Ken Loach filmlerinin tadını veriyor. Öte yandan ikinci eksende bizi şu soruyla karşı karşıya bırakıyor: Tüm iyi niyetine rağmen gazetecinin, kendisini böylesine sıcak karşılayıp ‘aile üyesi’ gibi gören emekçilere durumu dürüstçe açıklamaması ne kadar etiktir? Marienne kitabı için yeterli malzemeyi topladıktan sonra kendi konforlu hayatına kaldığı yerden devam edecektir. Peki ya Christèle, Marilou ve diğerleri? Onlar yine karanlıkta yollara düşecek, nevresimleri değiştirecek, ‘en alttaki’ hayatlarına devam edeceklerdir. Bu çelişkiyi bir Fransız sinema yazarı enfes bir biçimde tanımlamış: “İlhamını başkalarının sıkıntılarından alanlar...”

BINOCHE HARİÇ HEPSİ AMATÖR

‘Ayrı Dünyalar’ emekçilerin hayatları ve gazetecinin vicdanı gibi meselelerde dolaşırken işçi sınıfının küçük mutluluklarına da göz kırpıyor. Bir noktada işi eğlence haline getiriyorlar; zaten Marianne onlar sayesinde dayanışmanın, birlikte hareket etmenin önemini ve ruhunu fark ediyor. Film ayrıca gecenin karanlığında yola düşen Sudanlıları göstererek göçmen meselesine de vurgu yapıyor.

Juliette Binoche elbette büyük bir oyuncu. Büründüğü her karakterde muhteşem performanslar ortaya koyuyor. ‘Ayrı Dünyalar’da onu Marienne Winckler olarak izliyoruz. Rol arkadaşlarının hepsinin gerçek emekçiler olduğunu ve tüm amatörlüklerine rağmen çok iyi iş çıkardıklarını belirtmek gerek. Özellikle Christèle’i canlandıran Hélène Lambert, muhteşem oynuyor.

Yazının Devamını Oku

İnadına aksiyon!

15 Ocak 2022
‘Kod 355’, farklı istihbarat teşkilatlarına mensup kadın ajanların ortak hareket ederek dünyayı kurtarma mücadelesini anlatıyor. Kadrosunda Jessica Chastain, Diane Kruger, Penelope Cruz, Lupita Nyong’o, Bingbing Fan gibi isimlerin yer aldığı film “Kadın James Bond olur mu” sorusuna da cevap veriyor.

Bilgisayar sistemlerini bozarak dünyayı felakete götürebilecek bir cihaz... CIA, kötü ellere düşmesin diye Paris’te ‘parasıyla’ cihazı ele geçirmek isterken ortalık karışır ve iş büyür. Çünkü masada artık CIA’den Mace’in yanı sıra Alman İstihbaratı’ndan Marie, MI6’ten bilgisayar dâhisi Khadijah ve Kolombiyalı terapist Griciela vardır. Grup, düşmana karşı ortak tavır alırken meseleye Çin kanadından Lin Mi Sheng de dahil olur...

Malum, günümüz sinemasında kadın ajanlar uzun bir süredir Mata Hari türü istihbarat toplama görevlerinin ötesinde bizzat sahada boy gösteriyorlar. Dövüş tekniklerine hâkimler, çok iyi silah kullanıyorlar, zekiler ve arada bir de aşk meşk konularına girebiliyorlar. Luc Besson’un ‘Nikita’sından Charlize Theron’lu ‘Atomic Blondie’ye ve Jennifer Lawrence’lı ‘Red Sparrow’a uzanan yol bahsettiğimiz. Simon Kinberg’in yapıtı ‘Kod 355’ (The 355) ise öyküsünü dünyayı felaketlerden korumak üzere ‘kadın dayanışması’yla hareket eden ajan karakterlerini çoğaltarak anlatıyor. Günümüz siyasi dengeleri, Çin’in dahli, Mace’in ‘Jason Bourne’vari şekilde ‘örgüt dışı’ kalması gibi unsurların dışında ‘Kod 355’, ‘modern ajan filmleri’nin temel düsturu, dünyanın çeşitli merkezlerine uğrama (Washington, Paris, Londra, Berlin, Marakeş, Şanghay) gerekliliğinin de üstesinden geliyor.

Adını Amerikalı ilk kadın casuslarından birinin kod ismi olan ‘355’ten alan yapım kimi yerlerde mantığımızı zorlasa da aksiyonseverler için uygun bir seçenek sunuyor. Jessica Chastain, Diane Kruger, Penelope Cruz, Lupita Nyong’o, Bingbing Fan gibi isimlerden oluşan kadro da “Kadın James Bond olur mu” sorusuna cevap veriyor: “Tabii ki, neden olmasın?”

MASKE, MESAFE, ‘ÇIĞLIK’

Şimdiki zaman gerilim sineması Wes Craven’ın bir tür vasiyeti sayılabilecek ‘Çığlık’ (Scream) serisine 2022’den bir ek yapıyor. Bu yeni adımda, Woodsboro adlı kasabada, Munch’un ünlü tablosundan mülhem ‘maske’yi takan yeni bir seri katil ortaya çıkıyor. Genç kuşak kurbanlar ve olayı çözmeye çalışanlar derken belli bir noktadan sonra serinin ‘demirbaşları’ Dewey, Gale ve Sidney de meseleye dahil oluyor. Yeni ‘Çığlık’ yer yer zekice anlar, gerilim sinemasına ve Hollywood’un reflekslerine dair göndermeler içerse de bazı noktalarda yapmak istediklerinin altını defalarca ve gözümüzün içine sokarak çiziyor ve bu yüzden ortalamayı aşamıyor. Bir de film fazla ‘kanlı’.

ŞEHİRLİ BİR AŞK HİKÂYESİ

Yazının Devamını Oku

‘Kahraman’lara ihtiyacımız var mı?

8 Ocak 2022
Asghar Farhadi ‘Kahraman’da borcu yüzünden hapse giren ve iki günlük izninde, özgürlüğüne kavuşmak için yaptığı hamleyle bir tür ‘aziz’ katına yükselen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Film gurur, dürüstlük ve özgürlük gibi değerler etrafında biçimlenen ahlaki bir tartışma da sunuyor.

Bir ikilemin etrafında kararını vermek durumunda olan insanlar ve ardından doğan sonuçların yarattığı ruhsal izdüşümler, vicdani hesaplaşmalar. Artık İran sinemasının en gür sesi konumundaki Ashgar Farhadi’nin yapıtları bu tür karakterlerin yaşadığı sınavlarda şekillenir. Asıl olarak senaryolarına vurulduğumuz yönetmenin son adımı ‘Kahraman’ (Ghahreman) benzer izlerin peşinde sürüklenen bir yapım.

Öykünün odağında borcunu ödeyemeyince hapse giren Rahim var. Bu genç adam eşinden ayrılmış, konuşma engelli oğlunu iki çocuk annesi kız kardeşine teslim etmiştir. İki günlük izinle dışarı çıkar ve özgürlüğünü daimi kılmak için kimi hamlelere girişir. İlk olarak eski eşinden dolayı akrabası olan ve onu içeri attıran Behram’a borçlarını taksitle ödemeyi teklif eder. Bu iş için de sevgilisi Ferhunde’nin çeyiz olarak sakladığı 17 altını kullanacaktır. Ama altın fiyatlarındaki oynamalar ve karşı tarafın teklifi kabul etmemesiyle bu plan yatar. Ardından farklı bir taktiğe yönelir: Altınları bulduğunu iddia eder ve sahibine teslim edeceğini söyler. Bu hareketi büyük ilgi görür; hapishane yönetimi ‘iyi kalpli’ hükümlülerinin yanında yer alır, televizyonlar ve gazeteler onunla röportaj yapar. Rahim Sultani artık bir ‘Kahraman’dır. Fakat çok geçmeden işin seyri değişir.

Farhadi’nin anlattığı dünyalarda ahlaki krizler vardır. Bu krizlerin çözülmesi yolundaki adımlar önceden hesaplanmamış başka krizleri doğurur ve başta basit gibi görünen denklem, zor bir matematik problemine dönüşür. Öte yandan İranlı yönetmenin yapıtlarında genellikle ikili ya da üçlü karakterler vardır ve her birinin çelişkileri sonucu meseleler giriftleşir. Bu kez karakterler ve girift alanlar çoğalmış. Şiraz’da geçen filminde Farhadi kendi insanının, kendi kültür reflekslerinin arasında daha etkili atmosfer kuruyor. Hoş senaryo bir-iki yerde, her şeyde mantık arayan (benim gibi) seyirciler için inandırıcılık problemleri yaşıyor ama yine de genel toplamda anlatılan öykü, insan denen varlığın doğasına ait çelişkileri o kadar çok hatırlatıyor ki, bu genel çerçevede her şey inandırıcı ya da kabul edilebilir geliyor...

‘Kahraman’ı onur, gurur, dürüstlük, sahtekârlık ve özgürlük gibi değerler üzerine ahlaki bir tartışma öyküsü olarak kabul etmek de mümkün. Rahim, kaybettiği özgürlüğüne yeniden kavuşmanın yanı sıra yerlerde sürünen prestijini de ayağa kaldırma peşinde. Hapishane yönetimiyse kamuoyu nezdindeki kötü imajını, onun yarattığı ‘dürüst mahkûm’ profili üzerinden düzeltme hesapları içinde. Ama Rahim girdiği bataklıktan kurtulmak için yalan üzerine yalan üretmek durumunda kalıyor. Ki, her zaman gülümseyen yüzü onu sempatik ve inandırıcı kılıyor. Toplum katındaki ‘Kahraman’lığının foyaları dökülürken de öykü her şey gibi özgürlüğün de bir bedeli olduğunu hatırlatıyor.

Rahim’de Amir Jadidi’nin muhteşem oynadığı filmde borçlusu Behram’da Mohsen Tanabandeh, sevgilisi Ferhunde’de de Sahar Goldust çok iyi. Ayrıca Behram’ın kızı Nazanin’de, Farhadi’nin kızı Sarina Farhadi’yi izliyoruz.

BRECHT’E SELAM OLSUN

Çemberin içine daha çok karakter ve yaşadıkları ikilemler dahil oldukça dağınık bir hal alan ‘Kahraman’ın, yönetmeninin maharetli elleriyle gayet güzel toparlandığını belirtmek isterim. Geçen yıl Cannes’da ‘Jüri Özel Ödülü’yle taçlandırılan Farhadi’nin yapıtının Oscar’larda da ‘Yabancı Dilde En İyi Film’in ‘beş aday’ından biri olması yüksek ihtimal...

Yazının Devamını Oku

Tüm kediler sana minnettardır!

1 Ocak 2022
‘Louis Wain’in Renkli Dünyası’, resimleriyle önce İngiltere’de, sonra ABD’de ve nihayetinde tüm dünyada insanların kedilere bakışını değiştiren Louis Wain’in ilginç hayat hikâyesini anlatıyor. Will Sharpe imzalı yapımda, ressamı Benedict Cumberbatch canlandırıyor.

Tanıdık bir ses (evet o, Olivia Colman) Britanya tarihinde 1839-1901 yılları arasında hüküm süren ‘Victoria Dönemi’ni ‘Toplumsal önyargıların hâkim olduğu ve her şeyin kokuştuğu bir zaman dilimi’ şeklinde tasvir ettikten sonra ekliyor: “Ama kimi bilimsel gelişmelerin de devriydi.” İşte bu cümleler eşliğinde açılan ‘Louis Wain’in Renkli Dünyası’ (The Electrical Life of Louis Wain), dönemin ilginç karakterlerinden biri olarak zihinlere kazınan bir ressamın öyküsünü anlatıyor.

İngiliz ressam Louis Wain (sağda) 1860-1930 yılları arasında yaşadı.Çizdiği kedilerde insana özgü duruş ve ifadeler görülür.

Aslında Louis Wain’e sadece ‘ressam’ demek haksızlık; çünkü o beş kız kardeşi ve annesinden oluşan ailesinin tek erkek bireyi olarak ağır bir yük omuzlarına binince para kazanma adına birçok cephede mücadele ediyor. Çizerliğinin yanı sıra mucit ve boksör olma çabaları da var; ama bütün bu heveskâr yapısına karşın beceriksiz ve tutunduğu en önemli dal portre çizerliği. Nitekim yeteneğiyle, Illustrated London News adlı yayın için çizimlere imza atıyor. Gazetenin sahibi William Ingram, tüm tuhaflıklarına rağmen ondaki ışıltıyı fark ediyor ve eserlerini kullanıyor...

YAŞARKEN ANLAŞILMADI

Wain, tüm bu sanatsal ve aileye gelir getirme çabalarını sürdürürken evin küçüklerine ders vermek amacıyla tutulan mürebbiyeleri Emily Richardson’a âşık oluyor. Dönemin sınıfsal yapılanmaları bu türden bir ilişkiye pek sıcak bakmasa da Wain, kendisinden 10 yaş kadar büyük olan Emily’yle evleniyor ve Kuzey Londra’da Hampstead’deki kır evine taşınıyor. Bu mutlu-mesut tabloya bahçede buldukları ve Peter adını verdikleri minik kedi yavrusu da ekleniyor. Çok geçmeden Wain, tatlı ‘pisicik’ üzerinden kediler dünyasına yelken açıyor ve kendine özgü stiliyle onlara yeni bir kimlik kazandırıyor.

Genç İngiliz oyuncu-yönetmen Will Sharpe’ın imzasını taşıyan film, bu nadide kişiliğin hayat öyküsünde dolaşıyor. Film, Louis Wain’in yaşamının bir ya da birkaç bölümüne tanıklık etmektense gençliğinden itibaren ölümüne kadar olan süreyi perdeye taşıyor. Bu anlamda geniş bir yelpazede gezinen biyografik bir çalışma var karşımızda. Hayatındaki trajedilerde savruldukça savrulan, naif kişiliğiyle sanatını sonsuza taşısa da paraya çevirme konusunda tam bir beceriksizlik örneği gösteren bu ressam, ne kendisine ne de sürekli ondan ekonomik yardım bekleyen kız kardeşlerine bir türlü istedikleri standartları sunamıyor. Öte yandan hayatının büyük bölümündeki yalnızlığında ağır basan psikolojik sorunlar nedeniyle ‘şizofreni tanısı’ konulup akıl hastanesine yatırılan Louis Wain, bugünden bakıldığında döneminde elbette tam olarak anlaşılmamış bir sanatçı. Ki yakın zamanda kendisi üzerine araştırma yapan kimi uzmanlar, ressamın şizofren değil otistik olabileceğine dikkat çekmişler. Bu yöndeki tanının en büyük belirtisi olarak da hastalığının ileri kabul edilen evrelerinde sanatsal çabalarının hiç  azalmadığını, aksine en iyi eserlerini verdiğini vurgulamışlar.

Öte yandan Wain, çizdikleriyle kedilere özel bir şahsiyet kazandırarak ‘patili dostlar’ın evlerdeki özel yerlerine fazlasıyla alan sağlayan bir sanatçı olarak da anılıyor. Bu öncü yapısıyla da önce İngiltere’de, sonra bir süre çalıştığı ABD’de ve nihayetinde tüm dünyada insanların kedilere bakışını değiştiriyor. Hatta ünlü yazar H.G. Wells, Wain’e ilişkin “Kendine özgü bir kedi tarzı, toplumu ve dünyası yarattı. Louis Wain’in kedileri gibi görünmeyen ve yaşamayan İngiliz kedileri, kendilerinden utanır oldular” demişti.

Yazının Devamını Oku