Filmde Dr. Morbius’u canlandıran Jared Leto etkileyici bir performans sunamıyor.
Yunanistan’daki bir sağlık merkezinde yolları kesişen iki çocuk; Michael ve Milo... Metabolizmalarının işleyişini sekteye uğratan bir kan hastalığından mustariptirler ve kader arkadaşı olurlar. Michael zekâsıyla sivrilir, kendini bilime adar ve hem kendisinin hem yakın arkadaşının tedavisi için çaba harcar. Yardımcısı Dr. Bancroft’la birlikte yaptığı araştırmalardaki finansörü de Milo’dur.
Nihayetinde süreç onu bünyesinde yüksek miktarda antikoagülan (kanın pıhtılaşmasını önleyen madde) barındıran vampirlere yönlendirecektir. İnsan DNA’sıyla vampirinkini birleştiren deneylerden sonuç alınca bu işlemi kendi vücudunda uygular. Sonuç korkutucu olacaktır. O artık insan kanıyla beslenen ve buna sıkça ihtiyaç duyan tuhaf bir yaratık olmuştur. Birçok özelliği gelişir ama güçleri onu denetimsiz hale getirmiştir…
1971’de ortaya çıktı
Farkında mısınız bilmiyorum ama Akademi’nin son zamanlarda sinema zevki çok değişti! ‘Popüler filmler’ neredeyse hiç gündemlerinde yok. Aday çalışmalar ‘bağımsız’ karakterli, küçük bütçeli, daha çok insani dramalara odaklı yapıtlar. Geçmiş değerlendirme yazılarımdan birinde de altını çizmiştim; çoğu kez aday yapımlar ruh ve beden olarak adeta bizim festival filmlerimiz gibi ya da SİYAD’da (Sinema Yazarları Derneği) oyladığımız türden yapılara sahipler!
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Sanırım her şey 2016’daki törenin ardından başladı. O yıl programı siyah bir aktör, Chris Rock sundu ama aday filmler arasında siyahlarla birlikte diğer ‘ezilmiş ve dışlanmışlar’ın dertlerini dile getiren çalışmalar azdı. Yönetmen ve oyuncu adaylarında da siyahlar yoktu ve o dönem üretilen #OscarsSoWhite (Oscar’lar Çok Beyaz) sloganı sanki nehrin yatağını değiştirdi. Oy kullanan profil yenilendi; kadın üyelerin, farklı ülkelere ait sinemacıların sayısı arttırıldı. Lakin 2020’de bu kez En İyi Yönetmen dalında kadın aday yoktu, bu da yeni bir krizin ifadesiydi. Nitekim itirazlar hemen sonuçlara yansıdı. Örneğin geçen yıl heykele uzanan ‘Nomadland’in yaratıcısı Chloé Zhao hem Oscar tarihinde Kathryn Bigelow’dan sonra bu dalda yüzü gülen ikinci kadın yönetmen hem de bu kategoride ödül kazanan Asyalı ilk yönetmen unvanlarıyla buluştu. Ayrıca geçen yıla, Minneapolis’te beyaz polis memurunun bir siyahı öldürmesiyle başlayan toplumsal başkaldırının izleri de damga vurdu; ‘Black Lives Matter’ (Siyah Hayatlar Önemlidir) ruhuna uygun olarak siyahların yaşadıkları dramlara ilişkin filmler öne çıktı.
Sürpriz yaşanır mı?
Bir de işin pandemi süreci ve yeni seyir biçimleri kanadı var. Salgın boyunca tüm gezegende insanlar bir tür kaçış yöntemi olarak sinemaya sığındı; eski-yeni birçok filmi, diziyi izledi. Netflix, Amazon Prime, MUBI, Hulu gibi platformlar sinemaseverler için yeni buluşma noktalarına dönüştü. Salonlar tekrar açıldığındaysa ‘anaakım sineması’ neredeyse sadece ‘süper kahraman’ filmleriyle yoluna devam edip seyirci toplarken genel olarak ‘yedinci sanat’ın, mesleki jargonla ifade edersek ‘minimalist sinema’ya yöneldiğini ve Akademi’nin de bu yönde tercihlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca şunu da belirtmek lazım; sadece siyahlar değil, diğer tüm ezilenler; kadınlar, çocuklar, LBGTİ+ bu yeni sinema anlayışının dert ettiği ve perdeye taşıdığı kesimlerdi. Bu yıl da benzer reflekslerle hareket edildiğini ve büyük stüdyo yapımı olarak sadece Spielberg’ün eski bir klasiğin yeni versiyonu olan ‘Batı Yakası’nın Hikâyesi’nin
Akademi’nin radarına girdiğini belirtelim ve ana kategorilerde tura çıkalım...
Alfonso Cuarón, çocukluğunun izlerini sürdüğü ‘Roma’da Meksika siyasi tarihinin utanç sayfalarından Corpus Christi Katliamı’na uğrarken eylemi filminin bir parçası olarak sunar. Kenneth Branagh’ın otobiyografik unsurlarla dolu ‘Belfast’ı ise dönemin siyasal dalgalanmalarının ortasında açılıyor. Film, Ağustos 1969’da Belfastlı çocukların mutlu günleri, sokak çatışmaları ve Protestanlarla Katolikler arasındaki zorlu süreç üzerinden biçimleniyor.
‘Sir’ unvanlı sinemacının son filmi, odağına 9 yaşındaki Buddy’yi alıyor; yaşananları onun perspektifinden anlatıyor. Baba çoğu zaman iş dolayısıyla şehir dışındadır, fedakâr anneleri ona ve abisi Will’e kol kanat gerip evin düzenini sağlar. Büyükannesi ve büyükbabası da
sürekli didişen ama birbirlerine sevgileri her hallerinden belli iki tatlı ihtiyar olarak gündelik hayatlarının en büyük neşesidir.
İki kardeş dışarıda oyun oynarken etraftaki mezhepsel ve politik çekişmenin yansımalarını sokağın gerçekleri eşliğinde öğrenirler...
Branagh’ın siyah-beyaz çektiği (sadece günümüzün Belfast’ı renkli görüntülerle perdeye yansıyor) film, yer yer komik, yer yer hüzünlü, nostaljik bir yolculuk. Buddy’nin büyüme ve hayatı kavrama sürecinin (ilk aşk da dahil) kimi zarif anlarla yansıtıldığı yapımda ailece sinema ve tiyatroya gitme ritüeli de var. Ki ‘Kahraman Şerif’ (High Noon), ‘Kahramanın Sonu’ (The Man Who Shot Liberty Valance) gibi western klasiklerinin yanı sıra ‘Uçan Otomobil’ (Chitty Chitty Bang Bang), ‘Bir Milyon Yıl Önce’ (One Million Years BC) gibi yapımları izlediklerini, Dickens’ın ‘Bir Noel Şarkısı’ (A Christmas Carol) oyunu için de tiyatronun yolunu tuttuklarını görüyoruz.
Buddy rolünde minik oyuncu Jude Hill’in döktürdüğü ‘Belfast’ta anne ve babayı Caitriona Balfe ve Jamie Dornan canlandırıyor. Filmde ikisi de son derece başarılı ve uyumlu. Ama asıl etkileyici ikili, büyükanne ve büyükbabada izlediğimiz Judi Dench ve Ciarán Hinds adlı iki muhteşem çınar. Ki performanslarıyla yarın gece sabaha karşı dağıtılacak Oscar’larda Dench En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu; Hinds, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında aday oldular. Meraklısına not: Filmin soundtrack’inde Van Morrison’ın şarkıları yer alıyor.
‘Umut ve Zafer’ tadında
iri genç, diğeri orta yaşlarına doğru yol alan iki bekâr kadın. Kazara hamile kalmışlardır ve Madrid’de doğum yapmak için gittikleri hastanenin bir odasında yolları kesişir... Janis biraz da yaşının getirdiği olgunlukla daha sakinken Ana korkmuş ve sarsılmış görünür. Bu durumda biri diğerine kol kanat gerer, cesaret aşılamaya çalışır. Sonuçta ikisi de anne olur. Lakin bir süre sonra olaylar karmaşık bir hal alacak, hastane oda ve koridorlarında gelişen dostluk bambaşka yönlerde filiz verecektir.
Kariyerinin en politik yapıtı
Pedro Almodóvar zamanımızın ‘melodram ustası’. Anlattıklarına Batı dünyasından bakanlar filmlerinde Douglas Sirk ya da Rainer Werner Fassbinder esintileri buldu; bu coğrafyadan bakanlarsa (mesela ben) Yeşilçam ruhu, tadı... 72 yaşındaki İspanyol usta incelikli anlatımıyla donattığı yapıtlarında görsel açıdan geometrik desenlere, kitsch (hiçbir estetik değere sahip olmayan) estetiğine yakın renklere rastladık. Öyküleri bazen fazlasıyla sarstı, bazen de çok derinleşmeyen ama her daim neşesi ve hüznü yerinde anlar sundu. Cinsel yönelimler, kadın-erkek sorunları, karşılıksız aşklar derken bireysel çıkışsızlıktan kurtulmak adına umuda yolculuk serüvenlerini perdeye taşıdı hep. Bu hikâyelerin arka planındaysa az ya da çok İspanya’nın siyasi tarihi vardı: Franco rejiminin yıllardır ezdiği bir halk ve diktatörün kararttığı hayatların günümüzdeki izleri yani...
Penélope Cruz bu filmdeki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi.
Kolombiya topraklarında İskoç bir botanikçi... Jessica, kız kardeşi Karen’ın tanım koymakta zorlanılan rahatsızlığı dolayısıyla Bogotá’dadır. Derken tuhaf bir patlama sesi duyar. Nedenini ve kaynağını bilemez ama artık bu onun için en büyük merak unsurudur. Karen ve eşi Juan’la buluştukları yemekte ses tekrarlar, lakin bu sonik tınılar içeren patlamayı sadece kendisinin duyduğuna ikna olur; çünkü lokantadaki herkes hayatın normal akışı içinde hareket etmektedir.
Merakı daha da artmıştır ve Juan’ın öğrencilerinden Hernán’ın ses stüdyosuna giderek sesin orada yeniden üretilmesi için yardım ister. Jessica patlamayı, denizin içindeki bir metal duvara çarpan beton kürenin çıkardığı bir ses olarak tanımlar. Belli zaman sonra tekrar Hernán’ın stüdyosuna gittiğinde orada öyle biri olmadığını söylerler... Öte yandan bir botanikçi olarak orkidelerini tehdit eden mantarları araştırmaya koyulur. Bu esnada tanıştığı profesör onu 6 bin yıllık bir iskeletin incelenmesine davet eder. Merakı kırsala yönlenmesine neden olacak, sığ bir derenin kenarında, yemek için önündeki balıkları temizlemeye çalışan bir adama rastlayacaktır. Tıpkı ses stüdyosundaki kişi gibi adı Hernán olan bu yöre insanı, bilgece yaklaşımlarıyla Jessica’yı az zamanda çok derin sulara çekecektir...
Apichatpong Weerasethakul, filmografisindeki birçok yapıta rağmen sadece ‘Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’unu (Loong Boonmee raleuk chat) seyrettiğim ve bu film dolayısıyla kendime yakın hissetmediğim bir sinemacı(ydı). Yukarıda konusunu özetlediğim son yapıtı ‘Memoria’ ise bence dertler bakımından belki aynı ama anlatımıyla insanı çarptıkça çarpan bir çalışma. İlk kez ülkesi Tayland’dan uzakta bir coğrafyada, yine ilk kez uluslararası bir yıldızla (Jessica’da Tilda Swinton’ı izliyoruz) çektiği bu yapım, zamanın akışına, insanın varoluşuna, zihinsel köklerine, arayışlarına, anılarına, belleğin birikimine ve modern çağların kaygan zemini üzerindeki gelgitlerine dair görselliğin eşlik ettiği psikolojik bir yolculuk olmuş... Jessica’nın sadece kendisinin duyup duymadığı konusunda endişe yaşadığı o ses bir bireyin mi
yoksa toplumsal bir hafızanın, vicdanın ya da tepkinin yansıması mıdır; film bence asıl olarak bu tür hatırlatmaların ve dertlerin peşinde.
Bu tür metaforik hassasiyetleri olan öyküler (ve de yönetmenler), daldıkları girdaplara seyirciyi de çeker ama çoğu kez vardıkları noktadan geri dönemezler ve adeta izleyeni de kafası karışık bir şekilde bırakarak çekip giderler. Oysa Weerasethakul’un ‘Memoria’sı genel olarak bir terapi seansı ya da sinemasal bir meditasyon tadında. Filmin açıklanamayan yanları bile kendini kaptıran seyirciye huzur veriyor adeta.
Hayatın hikâyeleri yeter!
Tilda Swinton’ın; endişelerini derinlemesine yansıtan ve merakının peşinde sürüklenen Jessica’da çok başarılı bir performans sergilediği filmin bence iki can alıcı bölümü var; biri ses stüdyosunda patlamayı yeniden yaratma çabası, diğeri de yaşlı Hernán’la söyleştiği kısım. Yörenin yerlisi konumundaki bu ‘halk bilgesi’, gündelik akışın gürültücü yanına dikkat çekerken hayatın kendi içinde birçok hikâye barındırdığını ve bu yüzden TV ve film izlemediğini, ömrü boyunca da doğup büyüdüğü yerden ayrılmadığını çünkü bu yolla hafızasına sahip çıktığını söylüyor.
Sinemamız, arabesk müziğin trajik öykülere sahip yıldızlarını perdeye taşımayı sürdürüyor. Bu güzergâhta kapıyı ilk olarak ‘Müslüm’ aralamıştı, sonrasında ‘Dilberay’ı izledik, şimdi de sırada ‘Bergen’ var... Hemen şu notu düşelim: Bu toplam içinde Mersin doğumlu sanatçının
yeri elbette farklı; çünkü yeterince çileli geçen hayatı, yaşadıklarının müsebbibi olan kocası tarafından öldürülmek suretiyle sonlandırılmıştı.
‘Zenne’ ve ‘Çekmeceler’ filmleriyle tanıdığımız Mehmet Binay ve M. Caner Alper’in imzasını taşıyan, gerçek adıyla Belgin Sarılmışer’in biyografisi niteliğindeki yapım, ana karakterinin öyküsünü çocukluğundan itibaren ele alıyor. Ailesi kendi içinde kırılmalar yaşarken kahramanımız annesiyle birlikte Ankara’ya taşınıyor, konservatuvarın orta bölümüne kaydoluyor, sonrasında geçimini sağlamak amacıyla PTT’de çalışıyor. Okuldan arkadaşlarıyla katıldığı bir kutlamada söylediği şarkı mekân sahibinin ilgisini çekiyor ve sahne hayatı başlıyor. Yazı boş geçirmemek adına Adana’dan gelen teklifi kabul ediyor ve bu kararı, onun için dönüm noktası oluyor.
Halis Serbes adlı kendisinden yaşça büyük bir müşteri her gece onu dinlemeye geliyor. Çok geçmeden de artık sahne adı Bergen olan genç şarkıcıya aşkını ilan ediyor ve evleniyorlar. Başlarda her şey yolunda giderken kocası gaddar yüzünü göstermeye başlıyor... Dayak, yüzüne atılan kezzap, bir gözünü kaybetmesi ve nihayetinde trajik sona doğru ilerleyen süreç...
Bu hayat hikâyesine daha önce Canan Gerede, 1995 tarihli ‘Aşk Ölümden Soğuktur’la uğramıştı. Keza Bergen de kendi serüveninden parçalar taşıyan, 1986 yapımı ‘Acıların Kadını’ (Yön: Ülkü Erakalın) adlı yapımda bizatihi kendi dramını sinemaya taşımıştı. Binay-Alper ortaklığının ürünü filmse genel hatlarıyla derli toplu bir biyografi olmuş. Yıldız Bayazıt-Sema Kaygusuz ikilisinin kaleminden çıkan senaryo da serinkanlı bir duruşu tercih etmiş. Önceki biyografik adımlarda sanatçıların serüvenlerindeki acı boyutunun altı fazlaca çizilmiş ve seyircinin gözyaşlarını akıtmak için sanki özel olarak çaba harcanmıştı. ‘Bergen’deyse acı dozajı belli noktalarda tutulmuş, daha sakin bir anlatım ön plana çıkmış.
Abdullah’ın yeteneği
Cyrano (Beş üzerinden üç buçuk yıldız)
Yönetmen: Joe Wright
Oyuncular: Peter Dinklage,
Haley Bennett, Kelvin Harrison Jr.,
Ben Mendelsohn, Monica Dolan, Bashir Salahuddin, Joshua James, Anjana Vasan, Ruth Sheen, Glen Hansard, Sam Amidon, Scott Folan, Mark Benton
İngiltere-ABD-Kanada ortak yapımı
Cyrano, tüm yeteneklerine karşın fazla irice burnuyla fiziksel görünüşünden rahatsızlık duyar ve âşık olduğu Roxanne’a bir türlü açılamaz. Sevdiği kadınsa Christian adlı genç bir askere vurulur ve aralarını yapması için bir tür hamisi gördüğü Cyrano’dan yardım ister. Denklem bu aşamada karışsa da şövalyemiz şöyle bir formül bulur: Roxanne’a Christian adına aşk mektupları yazar, buluşmalarında da bir tür ‘suflörlük’ görevini üstlenir. Aslında aktardıkları kendi duygularıdır...
Yolculuklar keyiflidir, hele ki trenle olanları... Lakin yolculuk sırasında pencereden kayıp giden onca güzel görüntüye eşlik edecek partner de önemlidir... Kabul edelim ki Richard Linklater’ın o ünlü üçlemesinin ilk filmi olan 1995 tarihli ‘Gün Doğmadan’ı (Before Sunrise) izleyen herkes bu türden yolculukların arayışı ya da beklentisi içindedir...
KIRILAN ÖNYARGILAR...
‘6 Numaralı Kompartıman’ın (Hytti nro 6) ana karakteri Laura böylesi şanslı bir yolcu değil. 90’ların başında dil öğrenmek için Moskova’da bulunan Finli bir arkeoloji öğrencisi olan bu genç kadın, kendisinden yaşça büyük sevgilisi Irina’yı geride bırakıp (o da gelmek istemiştir ama işi yüzünden isteği gerçekleşmez) ülkenin uç noktalarından birine, kuzeybatıdaki Murmansk’a doğru bir yolculuğa çıkar. Hedefinde mesleğine ilişkin araştırmalarda bulunmak ve o bölgedeki petroglifleri (antikçağlardan kalma, taş ya da kaya üzerine yapılan çizim, zaman içinde oluşmuş görüntü vs.) incelemek vardır. Fakat amacına varmak için çıktığı bu serüvende, kompartımanındaki diğer yolcu en büyük zorluk olarak belirir. Ljoha ırkçı, kadın düşmanı, sarhoş, kaba saba bir gençtir ve ilk tanışmanın hemen ardından tacizlerine başlar. O da madende çalışmak için Murmansk’a gitmektedir... Dışarıda lapa lapa karın yağdığı dondurucu kış ortamında bu yolculuğun Laura için sorunlu geçeceği bellidir...
Şampiyon bir boksörün hayatından kesitler aktardığı, gerçek öyküye dayalı 2016 yapımı “Olli Maki’nin En Mutlu Günü’yle (Hymyileva mies) tanınan Juho Kuosmanen imzalı ‘6 Numaralı Kompartıman’ bir yolculuk esnasında değişen dengeler ve insanların birbirini daha yakından tanımasıyla kırılan önyargılar üzerine bir film. Finli yazar Rosa Liksom’un 2011’de yayımlanmış ve büyük övgüler almış romanından uyarlanan çalışma, Rusya’nın beyaz örtüye bürünmüş bölgelerinde seyreden sahnelerine rağmen ‘Gün Doğmadan’ türü romantik bir öykü anlatmıyor. Coğrafya açısından benzer güzergâhlarda geziniyor ama ünlü klasik ‘Doktor Jivago’vari bir hava da taşımıyor. Ancak İskandinavlara özgü bir lirizme ve kara komedi anlayışına sahip olduğu söylenebilir.
Film başlarda Laura ve sevgilisi Irina’yı gösterirken Moskova’nın küçük burjuva aydın çevrelerinden de portreler sunuyor. Çoğu snob (şair Anna Ahmatova’nın adını yanlış telaffuz ettiği için dalga geçiyorlar mesela), ağzı laf yapan ama mutsuzlukları belli bir topluluk bu. Laura’yla Irina’nın ilişkisinde de problemler başlamış gibi. Bu açıdan genç arkeoloji öğrencisinin yolculuğu tam da bir metaforun karşılığı olarak kendi içine doğru bir rotayı da barındırıyor. Öykü zaman zaman tren dışına taşıyor ve belli bir bölümünde Laura ve Ljoha’nın yanı sıra ara karakterlere (Finli yolcu ve ziyaret edilen yaşlı kadın gibi) uğruyor. Bu noktalarda da ana refleksinden taviz vermiyor: Kimse göründüğü gibi değildir. Zaten yolculuk esnasında yaşanan dönüşüm de benzer hamlelerin eseri; burjuva zevklerine sahip entelektüel kadın, çok geçmeden önyargılarını kırıyor, dürtüleriyle hareket eden, emekçi genç adam sert görünümünün ardındaki hüznü ve karamsarlığı geride bırakıp umuda koşmak için çabalıyor...
Laura’da Seidi Haarla’nın, Ljoha’da da Yuriy Borisov’un canlandırdıkları karakterleri basit ama etkili dokunuşlarla son derece gerçekçi portrelere dönüştürdüğü ‘6 Numaralı Kompartıman’, geçen yıl Cannes’da Büyük Ödül’ü Asghar Farhadi’nin ‘Kahraman’ıyla paylaşmıştı. Sonuç olarak ilgiye değer bir yapım.