İngiliz taşrasında (Cornwall) yaşayan, annesinin kaybının ardından en büyük destekçisi büyükannesi olan Eloise (kendisine ‘Ellie’ diye seslenilmesini istiyor), 60’lar ikliminde yetişmiş bir kızdır. Dinlediği müzikler, tarzı, hayalindeki yaşam hep o dönemi refere eder. Bu arada başvurusu sonuçlanır ve moda eğitimi için Londra’ya yollanır; büyükannesinin “Dikkat et, orası seni yutar, anneni de yutmuştu” telkinleri eşliğinde... Gerçekten de bu devasa metropol onun ayaklarını hemen yere basacağı türden bir liman değildir. Kaldığı yurttaki arkadaşlarıyla kültürel olarak pek anlaşamaz, yaşlı bir kadının kiraladığı tek kişilik odaya atar demirini. Lakin burada yorganın içine girer girmez kendisini bambaşka bir âlemin parçası olarak bulur. 60’ların Soho’sunda, sanki başka bir kadının (Sandie) bedenindedir artık...
‘Zombilerin Şafağı’ (Shaun of the Dead), ‘Sıkı Aynasızlar’ (Hot Fuzz), ‘Tam Gaz’ (Baby Driver) ve ‘Dünyanın Sonu’ (The World’s End) gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Edgar Wright’ın imzasını taşıyan “Dün Gece Soho’da” (Last Night in Soho) kırsaldan gelmiş yetenekli bir genç kızın büyük kentin kaosunda tutunma öyküsü gibi bir klişeden yola çıkmasına rağmen yönetmeninin dokunuşlarıyla orijinalliğini bulmaya çalışıyor. Metnini Wright’la birlikte Krysty Wilson-Cairns’in (‘1917’nin de senaristlerindendi) kaleme aldığı bu yapım, öncelikle ‘retro’ açısından göz kamaştırıcı bir çaba. 60’ların ortamı (West End’deki sinemalarda Sean Connery’li Bond filmi ‘Thunderball’ var), eğlence sektörü (‘Cafe de Paris’ adlı bir mekân ve buradaki revüler), Soho’nun havası ve ruhuyla Cilla Black, Petula Clark (özellikle de muhteşem ‘Downtown’ı) ve The Kinks gibi şarkıcı ve grupların melodileri derken çarpıcı bir nostaljik yolculuğa çıkıyorsunuz.
Öte yandan Eloise’in Sandie kişiliği özelinde çıktığı bu zaman yolculuğunun tarifini tanımlamaksa zor çünkü bu bir hayal mi yoksa ortada şizofrenik bir durum mu var ya da reenkarnasyon vakası mı sorusu izleyici olarak zihninizi kurcalıyor. Bu arada yönetmen Wright kimi sahneler ve anlar itibariyle ‘Peeping Tom’ ve ‘Don’t Look Now’ gibi eski İngiliz klasiklerine göndermeler yapıyor ama asıl adres bana Polanski’nin Catherine Deneuve’lü filmi ‘Tiksinti’ (Repulsion) gibi geldi.
‘HER ÇİÇEKTEN BAL’ HEVESİ…
Özellikle ‘Leave No Trace’yle parlayan Thomasin McKenzie’nin Eloise’de dikkat çekici bir performansa imza attığı filmde Sandie’ye ‘The Queen’s Gambit’ dizisiyle parlayan Anya Taylor-Joy hayat veriyor. Genç kadınları kötü yola düşüren Jack’te Matt Smith (2010-2020 arası 58 bölümde ‘Dr. Who’yu canlandırmıştı) karşımıza gelirken yaşlı ev sahibesi Bayan Collins’te geçen yıl aramızdan ayrılan, bizim kuşak için ‘Tatlı Sert’in ‘Emma Peel’i olarak hatıralarımıza kazınan Diana Rigg var. Bu arada gizemli müşteri rolündeki Terence Stamp göründüğü sahnelerde filme çok özel bir hava katıyordu.
Övülmeyi hak eden birçok yanına (mesela hikâyenin “Geçmiş o kadar da matah değildi” fikri de kayda değer) rağmen “Dün Gece Soho’da” sanki yönetmeninin her çiçekten bal alma hevesine yenik düşmüş gibi. Başarılı bir şekilde kurulan görsel dünyaya öykünün gidişatı eşlik edemeyince ve Wright’ın sahaya sürdüğü ‘hayaletli geçmiş’ fazla yorucu olmaya başlayınca filmin gardı düşüyor. Hele hele o şaşırtma ya da seyirciyi ters köşeye yatırma ısrarına heba edilen final, bu güzelim nostaljik yolculuğu, çok daha fazla sevmemize engel oluyor.
Ama yine dediğim gibi atmosferi, dönem ruhunu yansıtan detayları ve geçmişin enfes şarkılarıyla izlenmeyi hak eden bir yapım.
Bilindiği üzere yaradılışımıza ilişkin iki temel tez var; biri, kutsal kitapların yazdığı ve kökü Âdem’le Havva’ya uzanan çizgi, diğeri de Charles Darwin’in evrim teorisi... Marvel Sinematik Evreni’nin son üyesi olan ‘Eternals’, Darwin’e selam gönderiyor ama asıl olarak kendi kahramanlarının kökenleri ve insanlık serüveni içindeki yerleriyle ilgileniyor. Söz konusu film, Arishem adlı yaratıcının insanlığın gidişatına bir parça yön vermek ama asıl olarak gücünü türümüzü yiyerek sağlayan Deviant’lardan korumak için Dünya’ya gönderdiği 10 kişilik Eternal’ların serüvenine odaklanıyor.
Mezopotamya’da açılan, sonrasında Londra’ya sıçrayan, akabinde Babil, Hiroşima, Güney Amerika, Avustralya, Hindistan, Dakota, Chicago gibi coğrafyalara farklı zaman dilimlerinde uzanan öykü 7 bin yıllık bir parantezin içinde dolaşıyor. Farklı kişilik ve yeteneklere sahip ekipte Ajak, Tanrı konumundaki Arishem’la konuşma hakkına sahip tek üyedir ve bir anlamda ‘sınıf başkanı’dır. Sersi’yle ‘Superman’i andıran Ikaris binlerce yıldır birbirlerine âşık yaşarlar. Güzel Thena sık sık nöbetler geçirir, Gılgamış sürekli onu korur, Sprite bir çocuk vücuduna sıkışmış olarak yaşar, genç Druig isyankâr bir vicdan bekçisidir. Phastos buluşlar yapar ve icatlarını bir an önce insanlığın hizmetine sunmak ister. Duyma engelli Makkari çok hızlı koşar, Kingo’nun lazerle arası iyidir. İnsanlığın evrimsel sürecine hız kazandırmaktan ziyade gidişatı kontrol etmek ve sorun yaşandığında devreye girmek gibi bir öğretiyle hayatlarını sürdüren ekip, gün gelir aslında başka bir ajandanın parçası olarak kullanıldıklarını fark eder.
İlk kez Temmuz 1976’da çizgi roman olarak basılan ve yaratıcısı Jack Kirby olan ‘Eternals’, Marvel’ın da 26’ncı filmi unvanına sahip. Yapımda kamera arkasına son Oscar’ların gözde ismi, ‘Nomadland’in yönetmeni Chloé Zhao geçmiş. ‘Bağımsız sinema’dan ticari sulara doğru gerçekleşen bu transferin, doğrusu filmi izlerken perdede etkileyici bir karşılığını göremedik. Öte yandan ekip üyelerinden dördü beyaz, üçü Asya kökenli, ikisi siyah, biri Latindi. Ayrıca Phastos, Marvel Evreni’nin ilk eşcinsel karakteri...
İNCE BİR BİLEK HAREKETİ...
Keza filme Pink Floyd’un ‘Time’ı eşliğinde girmek de eskilerin deyişiyle ‘ince bir bilek hareketi’ydi! Öykünün ‘felsefi’ kısmındaysa bir noktadan sonra yaratıcılarına isyan eden ‘kullar’ı (‘Eternal’ları yani) görüyoruz. “7 bin yıllık itaat döneminden sonra böylesi bir hesaplaşmaya gitmek mantıklı mı” diye sorabilirsiniz. Ama günümüzden bir ateisti ele alın, sonuçta onun durumu da çok farklı değil sanırım!
Zhao’nun filmine ilişkin altı çizilmesi gereken diğer notlara gelince: Sersi’de Gemma Chan, Ikaris’te Richard Madden performansları tatmin edici düzeyde olan iki genç isimdi. Salma Hayek, Ajak’ta fazla anaç bir profil çiziyordu, Thena’daki Angelina Jolie ise kadroda tecrübeli bir isim olarak yer alan ama teknik direktörünün gadrine uğrayarak oyuna pek sokulmayan eski şöhret bir futbolcu pozisyonundaydı sanki.
Öykünün politik açıdan iyi yanlarıysa 1520’de Hernan Cortes öncülüğündeki İspanyol işgalcilerin Aztek topraklarında gerçekleştirdiği Tenochtitlan Katliamı ve Hiroşima’ya atılan bombaya yaptığı vurguydu. Ekip üyelerinden Kingo vasıtasıyla Bollywood’a uzanma fikri de fena değildi. Nihayetinde Chloé Zhao’nun ‘The Rider’ ya da ‘Nomadland’ gibi önceki yapıtlarındaki orijinal dokunuşları ‘Eternals’da bulmanız mümkün değil elbet. Belki öykünün kahramanlarının başka bir gezegenden gelmeleri itibariyle ‘göçmen’ olmaları, meseleye politik bir bakış katıyordur! Son olarak 2 saat 37 dakikalık süre çok çok uzundu...
Oregon’a bağlı küçük bir kasaba... Sessiz, tekdüze giden bir hayat içinde aslında halının altına süpürülmüş birçok dert vardır ve bütün birikmiş yükler, paramparça edilmiş halde bulunan bir cesetle birlikte su yüzeyine çıkmaya başlar...
Scott Cooper, 5 filmine bakıldığında farklı cephelerde gezinen bir yönetmen (ve de eski bir oyuncu). Eski bir ‘country’ şarkıcısının öyküsünü anlattığı ilk filmi ‘Çılgın Kalp’ (Crazy Heart, 2009), hatırlanacağı gibi başroldeki Jeff Bridges’e En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandırmıştı. Son adımı ‘Vahşiler’ (Hostiles, 2017) de etkileyici bir politik western’di. ‘Boynuzlar’daysa (Antlers) bir Kızılderili efsanesinin peşine düşerken çarpıcı bir modern gerilim olmanın üstesinden geliyor.
Nick Antosca’nın kısa öyküsü ‘The Quiet Boy’dan sinemaya uyarlanan ve senaryosunu Cooper’la birlikte Antosca ve Henry Chaisson’ın kaleme aldığı film, arkaplanda taşranın tekinsizliğini perdeye taşırken önplanda da 12 yaşındaki Lucas’la öğretmeni Julia’nın kesişen yolları üzerinden seyirciyi hem geriyor hem de derin meselelerin etrafında dolaştırıyor. Oğlunu dışarıda bırakarak madene dalan babanın, iş ortağıyla birlikte tanımsız bir varlık tarafından saldırıya uğramasıyla başlayan film, sonrasında bizi sessiz bir öğrenci olan Lucas’ın sırlarıyla buluşturuyor.
Sığınacak bir beden arayan ve Kızılderili mitolojisinde ‘Wendigo’ adıyla bilinen bir yaratığın (‘ki bu beyazların, kendilerine ait olmayan toprakları işgaline karşı üretilmiş bir söylence de olabilir’ diyor kimi kaynaklar) kendini hapsettiği vücuttan çıkarak cinayetlerine hız vermesini anlatırken Amerikan taşrasındaki sorunlu baba profillerine de vurgu yapıyor film. Annesini kaybetmiş Lucas’ın babası alkoliktir, ona yardım eli uzatan öğretmen Julia ise tacizci babasının ölümünden sonra kasabaya dönmüş ve şerif kardeşiyle yaşamaya başlamıştır.
KADRAJLAR USTA İŞİ...
‘Boynuzlar’ atmosfer kurmada ve seyircisini başta öyküsü olmak üzere tüm elementleriyle etkilemede mahir bir yapım. Yaratık motifiyse ister istemez yapımcıları arasında yer alan Guillermo del Toro’nun (Amerikalı bir eleştirmen ‘Filmin vaftiz babası’ tanımlamasında bulunmuş!) yapıtlarını, özellikle de ‘Pan’ın Labirenti’ni (Faun) akla getiriyor. Ama öykü daha çok yönetmenin ‘The Devil’s Backbone’unu çağrıştırıyor.
Oyunculuklara gelince... İçine kapanık ama el uzatıldığında derin bir dünyası olduğunu gösteren Lucas’ta Jeremy T. Thomas muhteşem bir performans sergiliyor. Mimikleriyle ve kendine özgü yürüyüşüyle filme damga vuruyor. Julia’da Keri Russell’ı, kardeşi Paul’deyse Jesse Plemons’u izliyoruz. Emekli şerif Stokes’taysa ‘Kurtlarla Dans’tan beri aşina olduğumuz Kızılderili kökenli Graham Greene’ne rastlamak hoş bir tesadüf...
Kimi suçları, ruhen yaralanmış karakterler eşliğinde, ‘yaratık’ formlu bir gerilimde yansıtmak gibi bir harmanın üstesinden başarıyla gelen ‘Boynuzlar’ı kaçırmayın. Görüntü yönetmeni Florian Hoffmeister’ın ‘usta’ işi kadrajları da cabası...
Bilimkurgu metinleri çoğu kez ‘karanlık’ bir geleceğin tarifini yaptı, yapıyor da. Teknolojinin onca gelişmişliğine karşın bu kulvarda önümüze çıkan kitaplar (ve onlardan uyarlanan filmler) gidişatın pek pozitif olmayacağına dair tezler üretiyor hep. Artık milyonlarca yıldır sığındığımız gezegen yok. Koca bir evrende gezinip duruyoruz, mesafeler alabildiğine kısalmış, uzay gemileri etrafta cirit atıyor. Ama o tehlike, başımızda ‘Demokles’in Kılıcı’ misali sallanıyor: Diktatörler kâinatı ele geçirmiş ve tek umut ışığı, bu düzene başkaldıran kahramanlar, isyankârlar...
Javier Bardem, isyancı Stilgar (sağdan ikinci) rolünde...
Bilimkurgu edebiyatı çoğu kez ortaçağ motiflerini taşıdı uzaya. Dükler, kontlar, imparatorlar ve ezilen, kurtarıcılarını bekleyen halklar... Frank P. Herbert’ın altı yılda tamamladığı (1965) ama basacak yayınevi bulamadığı, artık büyük bir klasik olarak kabul edilen ‘Dune’ serisi de benzer motiflerle örülü bir evrenin ifadesidir. Birçoklarına göre bütün zamanların en iyi bilimkurgu metni olarak gösterilen ‘Dune’, zamanında aykırı yönetmen Alejandro Jodorowsky tarafından sinemaya uyarlanmak istenmiş ama bu hamle gerçekleşmemişti. Sonra David Lynch benzer güzergâhta ilerlemiş ve 1984 tarihli filmiyle Herbert’ın yapıtını perdeye taşımıştı. Şimdi sahne sırası Denis Villeneuve imzalı 2021 yapımında...
Öykü kısaca şöyle: Yıl 10091... Caladan gezegeni sakinlerinden Atreides Hanedanı üyeleri Dük Leto, eşi Leydi Jessica, oğlu Paul ve emrindekiler, galaksinin en değerli maddesi olan baharatın (bazılarına göre bu bir uyuşturucu metaforu ama bence petrolü daha çok çağrıştırıyor) yetiştiği çöllerle kaplı Arrakis’in yönetimini devralmak üzere bu gezegene yollanırlar. Çok geçmeden bu hamlenin İmparatorluk ve Harkonnen Hanedanı tarafından düzenlenen bir tuzak olduğu anlaşılır.
‘Dune’ öncü bir roman olmasına rağmen bence sunduğu evren, omurgasını oluşturan unsurlar, okur zihninde yarattığı imajlar, başta ‘Star Wars’ olmak üzere kendisinden sonra gelen birçok ardılı tarafından fazlasıyla kullanılmış (ya da yağmalanmış) durumda. Bu açıdan Villeneuve’nün filminde izlediklerimizin yeni bir şeyler söylediğini iddia etmek zor. Öte yandan özünde ‘kutsal kitaplar’dan ödünç alınmış karakterlerle inşa edilen bu yapılar çoğunlukla aynı kapılara çıkıyor. ‘Dune’ da ezilen kitlelere kurtuluş için çözüm olarak bir ‘Mesih’i işaret ediyor.
İLK DEFA UZAYA ÇIKMIYORUZ!
‘Dune’ bir üçlemenin ilk ayağı. Devam filmleri henüz çekilmedi, muhtemelen ilk adımın göreceği ilgiye göre hareket edilecek. Öte yandan şunu söylemeliyim: Lynch’in zamanında pek beğenilmeyen uyarlaması belki bugünden bakıldığında demode ama Herbert’ın yazdıklarını derli toplu bir şekilde ifade etmiş. Villeneuve ise görsel yapıya yüklenmiş. Lynch’in uyarlamasında karakterleri eşit olarak tanıyorsunuz, bu filmse, kusursuzluğu takıntı haline getirmiş gibi görünen bir yönetmenin görsel haykırışı. Bu açıdan çok sayıda tanınmış oyuncudan oluşan kadro da kendini ifade edememiş gibi geldi bana. Mesela Paul’deki Timothée Chalamet’den çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Bir tek Leydi Jessica’daki Rebecca Ferguson biraz daha fazla öne çıkıyordu. Dev kum solucanları, abartılı tasarımlara sahip uzay gemileri, ‘Yusufçuk’ formunda helikopterler derken görselliğin dışında pek de etkileyici olmayan bu yapım bence ortalamayı aşamıyor. Son olarak evet, beğeniler sübjektiftir, “Dune başyapıttır” diyenlere saygımız sonsuz ama kendi adıma şunu da söylemek istiyorum: İlk defa uzaya çıkmıyoruz!
Eddie Brock, meseleye vâkıf olanların bildiği üzere ‘Örümcek Adam’ dünyasında önemli bir yer işgal eden ünlü gazete ‘Daily Bugle’dan aşina olduğumuz, ‘emekçiden yana’ haberler yapan bir muhabirdir. Sinemadaki ilk ‘solo’ yansıması olan 2018 tarihli yapım ‘Venom: Zehirli Öfke’den de nasıl bir fiziksel dönüşüme uğradığına tanığız. Malum, uzaydan gelen bir yaşam formu kendini ortaya çıkarmak için aradığı insan bedenini Brock’ta bulmuş ve bu zoraki arkadaşlıktan yeni bir ‘süper kahraman’ doğmuştu.
Ruben Fleischer imzalı ilk adımın devamı niteliğindeki ‘Venom: Zehirli Öfke 2’de (‘Venom: Let There Be Carnage’) kamera arkasına, daha önce özellikle ‘Gollum’ (‘Yüzüklerin Efendisi’ serisi) ve ‘Caesar’ (‘Maymunlar Cehennemi’ serisi) gibi karakterlerden hatırladığımız oyuncu-yönetmen Andy Serkis geçmiş. Venom’a hayat veren Tom Hardy’nin yanı sıra Kelly Marcel’in ortaklaşa kaleme aldıkları yeni maceranın ana ekseni, uzaylı simbiyotun, kendi türünden bir düşmana karşı verdiği savaş.
Filmde Venom’a Tom Hardy hayat veriyor.
Genel çatı iki yaratığın Dünya üzerindeki ‘final’ maçına doğru inşa edilirken gidiş yolunda karşımıza kötülük timsali bir çift çıkıyor: San Francisco’daki St. Elmes İstenmeyen Çocuklar Evi’nde birliktelikleri başlayan Cletus Kasady ve sevgilisi Frances Barrison.
‘KATİL DOĞANLAR’IN UZANTILARI…
Bir seri katil olan Cletus, San Quentin Eyalet Hapishanesi’nde, Francis ise Ravencroft Enstitüsü’ndedir. Brock, seri katilin öyküsünü kitlelere aktarıp kaybettiği gazetecilik prestiji ve ruhunu yeniden kazanırken bir temas dolayısıyla farkında olmadan yeni bir canavarın varoluşuna kapıyı aralar.
‘Marvel ailesi’nin salonlarımızı ziyaret eden yeni ürünü ‘Venom: Zehirli Öfke 2’, bence ilk adımdan bir tık daha iyi... Yaratık ve onunla bütünleşen Eddie’nin ilişkisi bir tür ‘alter ego’ savaşı ya da sürekli didişen, kavga eden ama birbirlerine muhtaç bir sevgili profili olarak da ele alınabilir. Filmde çok etkili olmayan ama ara ara karşımıza çıkan mizah yükünü bu çekişme üstleniyor. Cletus-Francis ya da diğer adlarıyla ‘Carnage’-‘Shriek’, filmin bir yerinde yeni ‘Bonnie-Clyde’ olarak anılıyorlar ama Cletus’u canlanlandıran Woody Harrelson dolayısıyla ben onları ‘Katil Doğanlar’ın uzantıları olarak adlandırmayı daha uygun gördüm.
İlk adıma ilişkin eleştirimde Brock’un mesleği üzerinden “Film ‘günümüz dünyasında gazetecilik yapabilmek için uzaylılara ihtiyaç var’ türü bir mesaj mı iletmek istiyor” diye yazmıştım: İkinci adımda da gazetecilik meselesi var ama hikâyede herhangi bir mesajı aktaracak kadar yer işgal etmiyor.
Casuslar dünyası popüler kültür vasıtasıyla daha çok ‘James Bond’lardan ‘Jason Bourne’lara uzanan çizgide gelişen, entrikanın yanı sıra aksiyonun öne çıktığı serüvenlerle zihinlere yerleşmiştir. Oysa hayatın akışına paralel daha yavaş akan ama bedelleri ve izleri daha derin olan öyküler de vardır ve onlar edebiyatın ya da sinemanın sunduğu kurgunun ötesinde tamamıyla gerçektirler. Bu tür seçeneklerin çoğunu ise John le Carré’nin romanlarında ve onların beyazperdedeki yansımalarında buluruz.
Haftanın yenilerinden ‘Kurye’ (‘The Courier’), casuslar dünyasını gerçekçi çizgilerde resmedenler sınıfında (Zaten öyle de olması gerekiyor, ana karakteri ‘gerçek’ bir kişi). Öykü kısaca şöyle: 60’lı yıllar... Soğuk Savaş döneminde Sovyet lideri Kruşçev, ABD’nin Türkiye ve İtalya’daki üslerinde bulunan nükleer füzelerine karşılık Küba’ya nükleer füze yerleştirilmesine karar verir; bu da olası bir savaşın kapısını aralar ve tüm dünyayı gerilime ve korkuya sürükler. Kendi halinde bir işinsanı olan Greville Wynne daha çok Macaristan ve Çekoslovakya gibi Doğu Avrupa ülkelerine satış yapmaktadır. Günün birinde ticaret dünyasından tanıdığı ama aslında MI6’e çalışan Dickie Franks ve CIA temsilcisi Emily Donovan onu yemeğe davet eder ve tekliflerini sunarlar: Sovyetler’e de mal satacak, bu esnada kendilerine ‘casusluk’ yapmak için çağrı yollayan Albay Oleg Penkovsky üzerinden gelecek belgeleri kendilerine ulaştıracaktır. Kabul etmekte tereddüt etse de nihayetinde ülke çıkarları söz konusudur; bu maceraya atılır ama işler giderek sarpa sarar...
Tiyatro kökenli Dominic Cooke, filminde Wynne ve Penkovsky arasında görev itibariyle başlayan mesafeli bir dostluğun daha derinlere inen yolculuğunun katmanlarını yansıtıyor. İngiliz işinsanının Moskova yolculukları, eşi Shelia tarafından gizli bir gönül ilişkisi olarak düşünülse ve aile düzeni çatırdasa da Wynne görevini sürdürüyor. Lakin KGB, olaya el koymakta gecikmiyor.
OYUNCULUKLAR ETKİLEYİCİ
‘Kurye’ aslında kan bağı açısından daha çok Spielberg’ün ‘Casuslar Köprüsü’ne (‘Bridge of Spies’) yakın duruyor. İki cephede gelişen olaylar, Sovyet tarafı, hapishane bölümleri derken gerilim bürokratik hamlelerde kıyıya vuruyor. Benedict Cumberbatch’ı Wynne rolünde, son dönemlerdeki en etkileyici performansıyla karşımıza getiren filmde Penkovsky’yi canlandıran Gürcü oyuncu Merab Ninidze de çok başarılı.
Dominic Cooke’un yapıtı, sinematografik yanından çok böylesi bir kişiliği hatırlatmasıyla önemli bence. Filmi izledikten sonra kaynaklara göz attım; Greville Wynne gerçekten ilginç bir karaktermiş ve ‘kuryelik’ kariyeri sonrası da ayrı bir filmi hak ediyormuş.
Majestelerinin Ajanı namıyla bilinen Bond, malumunuz üzere aslında ‘naftalin’ kokan bir karakterdir. Çünkü Ian Fleming’in kahramanı temel olarak bir Soğuk Savaş dönemi ürünüdür ve ABD’yle Sovyetler arasında salınan bir dünyada ‘kolonyalist’ Birleşik Krallık’ın eski özlemlerine seslenir. Politik takılmaz, daha çok ‘çılgın’ biliminsanlarının, dünyayı ele geçirmeye çalışan kötülerin, örgütlerin karşısına çıkar. Zariftir, şıktır, çapkındır, vefasızdır, incedir vs. Ama bu özelliklerin günümüz dünyasında pek de karşılığı olmadığı için artık farklı bir kimliğin ifadesidir. Hoş, 80’lerde AIDS döneminde kimi dokunuşlardan payını almış, neredeyse ‘tek eşliliğe’ göz kırpar olmuş ama sonra yine eski kimliğinde dolaşmıştır. Lakin 2006 tarihli ‘Casino Royale’den bu yana James Bond artık ‘geçmişin süper ajanı’ kimliğine veda edip ayakları daha bir yere basan bir profilin ifadesi olmuştur.
Bu kabuk değiştirme sadece tavır ve duruşta değil, karaktere hayat veren Daniel Craig’in fiziği nezdinde de gerçekleşmiştir. Başlangıcı Sean Connery olmak kaydıyla Roger Moore, George Lazanby, Timothy Dalton, Pierce Brosnan gibi isimler genel olarak kumral, ince ve daha zarif portrelerdi. Craig’le birlikte hem görünüşte hem de tavırda (daha acımasız ve aman vermeyen, öldüren bir Bond) farklılık gerçekleşti. Öte yandan tıpkı Christopher Nolan’ın ‘Batman-Joker’ ikilisi üzerinden çizgi romana felsefi ve sosyolojik derinlikler katma çabası gibi ‘Majestelerinin Ajanı’ da oturaklı, olgun, hüzünlü ve romantik bir karaktere dönüştü.
Pandemi dolayısıyla vizyon tarihi sürekli oynayan ve nihayet bu hafta tüm dünyada seyirci karşısına çıkan ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ (No Time to Die), Craig’li beşinci Bond filmi olarak ‘devamlılık’ esasıyla perdedeki yerini alıyor. Yani bu adım, öyküsünü bundan önceki kimi unsurların gölgesinde oluşturuyor. Bir başka deyişle Spectre örgütü, şefleri Blofeld, Bond’un son aşkı Madeleine Swann, M, Moneypenny, Q; hepsi yerli yerinde duruyor. İtalya’da tatil yaparken eski aşkı Vesper Lynd’in mezarını ziyaretle başlayan gelişmeler Bond’un, Swann’la yolunu ayırmasına neden olur. Beş yıl sonraysa Jamaika’da emeklilik günlerini yaşayan 007, CIA’den dostu Felix Leiter vasıtasıyla tekrar eski kimliğine döner ve Lyutsifer Safin adlı yeni bir ‘kötü’nün planlarına set çekmek için mücadeleye girişir.
Filmin tema şarkısını Billie Eilish seslendiriyor.
SİYAH VE KADIN BİR ‘007’...
Bir sanatçıyı ölümsüz kılan nedir? Bunun çağdaş dünyada birçok cevabı olabilir ama bize, birkaç yüzyıl öncesinden seslenen bir yaratıcının işinin ne kadar zor olduğu o kadar aşikâr ki... Çünkü gezegen artık onun yaşadığı dönemin çok çok uzağındadır ve geride o denli güçlü ayak izleri bırakmış olmalıdır ki, zamana dirensin, şimdinin sularında da yüzsün ve değerini kaybetmemiş olsun...
Leonardo da Vinci bu tür çizgilerin ideal karşılığı olan bir karakterdi... Bugün sıradanından elitine kime sorsanız insanlık tarihinin hafızasına kazınmış en bilinen resmin, onun fırçasından çıkan ‘Mona Lisa’ olduğunu söylerler... Meseleye daha derinlemesine vâkıf olanlarsa sadece bir ressam değil, heykeltıraş, mühendis, biliminsanı, mimar gibi vasıflara sahip olduğunu da ekleyebilir. O aslında Rönesans’ın belki de en önemli simgesidir. İnsanlık tarihinin bu en büyük dönüşümlerinden biri, çoğu kez onun kişiliğinde ifade edilir...
2019, Da Vinci’nin (1452-1519) aramızdan ayrılışının 500’üncü yılıydı. Bu vesileyle Paris’teki Louvre Müzesi, avlusunda yer alan (inşası sırasında ve sonrasında tartışmalara neden olan ve de 1989’dan beri hizmet veren) ‘Cam Piramit’ dahilinde bir sergi düzenledi. Bu son derece önemli organizasyonda sanatçının dünyanın çeşitli yörelerine dağılmış 160’a yakın eseri toplanarak meraklılarıyla buluşturuldu. Sergi, Vincent Delieuvin ve Louis Frank adlı iki küratörün rehberliğinde, tam 10 yıl süren titiz bir çabayla gerçekleşti. Yönetmen Pierre-Hubert Martin, 2019 sonbaharında gerçekleştirilen söz konusu sergiyi filme alarak bir anlamda sonsuza taşıdı. Bu haftadan itibaren bizim salonlarımıza da uğrayan ‘Louvre Müzesi’nde Bir Gece: Leonardo da Vinci’ (A Night at the Louvre: Leonardo da Vinci), gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki son zamanlarda seyrettiğim en muhteşem belgesel...
90 dakikalık bu özel gösteri, Da Vinci’nin sanatsal yolculuğunu dönemi içinde ele alırken adım adım gelişimini, eserleri eşliğinde perdeye yansıtıyor. Film boyunca sergiyi gerçekleştiren de Vincent Delieuvin ve Louis Frank, bize bu büyük Rönesans ikonunun önemini, değerini, farklılığını gösteren unsurları, son derece anlaşılır metinler eşliğinde sunuyor. İki küratörün yanı sıra Comédie-Française üyesi oyuncu Coraly Zahonero da dış ses olarak anlatıcılığı üstleniyor. Bu muazzam görsel turda, Da Vinci’nin Floransa’dan Milano’ya, oradan da İtalya’nın çeşitli yörelerine uzanan yolculuğundaki tüm durakları gezerken, sanatsal arayışlarına da uğruyoruz. Başlarda boyanın tuvalde kalıcı olabilmesi için bir tür yapıştırıcı ya da bağlayıcı malzeme olarak yumurtayı kullanan ‘üstat’, daha sonra ‘Kuzeyli’ (Flaman) ressamların kullandığı bir maddenin, yağlıboyanın varlığından haberdar oluyor ve resimlerine bambaşka bir boyut kazandırıyor. Keza gölge ve ışık konusunda da kendine özgü arayışları ve çözümleri var.
Da Vinci’nin, belgeselde öne çıkarılan ‘La Belle Ferronnière’ adlı bu çalışmasında Milano Dükü’nün karısı Beatrice d’Este’yi resmettiği sanılıyor....
‘MONA LİSA’YA ZARİF BAĞLANTI