Paylaş
Kerteriz olarak paranızın değerini değil de siyaset gibi başka bir değeri alıyorsanız paranız değer kaybetmeye devam eder.
Hatta ve hatta “bastığınız paranın değerini koruyacak çıtayı” yeterince yükseltmediğinize değil de başkalarının bastığı paranın likiditesinin yetmediği gibi “cambaz” oyununa girişiyorsanız paranız yine değer kaybetmeye devam eder.
İşte geçen 10 günün özeti bu.
Para piyasasında üç ayın üzerindeki faizler yüzde 15’in üzerinde. Bir yıllık faiz oranları 15.85’te. 2 yıllık tahvil faizleri ise 15.30’da. Gecelik faizlerin Merkez Bankası’nca yükseltmiş hali ise yüzde 13.50’de duruyor.
Tahvil pazarında bankalararası fiyatlamada sorunlar var; alış-satış kotasyonlarının arası açılmış ve işlemler azalmış durumda.
Bu yüzden tahvil pazarında fiyatlama belirsizliği var. Daha önce tahvil almış olup da satmak isteyen yatırımcılar özellikle de yabancılar, tahvil satışında açık marjlı fiyatlarla karşılaştıklarından şikâyet ediyor. Bunun sonunda da “TL risklerini” döviz alarak kapatmaya çalışıyorlar; buna “FX hedge” deniliyor.
Merkez Bankası piyasanın gerisinde kaldıkça bu belirsizlik sürüyor ve oyuncuları döviz almaya sevk ediyor. Bir şekilde “Türkiye riskini” azaltmak isteyen yatırımcılar, varlığı satamıyorsa risk azaltmak için döviz alıyor.
Merkez Bankası zaten enflasyonun gerisinde kaldı; enflasyon tahminini ilan ettiği günden bu yana 8 gün geçti ve zaten piyasa beklentilerinin de gerisindeki tüm tahminler çöpe gitti. Üstüne üstlük, 8 günde döviz kuru yüzde 5’e yakın yükseldi. Piyasa kendi beklentilerinin de üzerine bu kur etkisini de ekledi.
İşte bu yüzden, “parasının değerini savunan” bir merkez bankası olsaydı; hafta sonu toplanıp faizleri, piyasanın kendisine atfettiği kapasite olan “beklentinin” değil, enflasyonun geleceği yere uygun biçimde “yeterince” artırma kararı alırdı. Türkiye, E7 olarak tanımlanan gelişen ülkeler içinde hem sermaye hareketleri hem de finansal ve ticari açıdan gelişmişlikte önde gelen bir ülke iken, enflasyonla mücadelede “az gelişmiş” bir tablo çiziyor. Keşke bu keyfekeder bir tercih olsaydı; sonuçlarından kaçamıyoruz.
Nisan ayındaki enflasyon verileri gösteriyor ki; fiyatlama davranışında rekor bir bozuluşa tanık oluyoruz. 407 kalem mal ve hizmetin 299’u yani yüzde 73.5’i artmış. Böyle bir bozulma 2003 sonrası tarihte görülmedi. Ayrıca sadece 8 gündeki kur artışından tüketici fiyatlarına yansıyacak etki 1 puana yakın.
250 BAZ PUAN
Merkez Bankası’nın hem enflasyonda kararlılık hem de piyasa ile arasında olan farkı kapatabilmek için en az 2.5 puanlık faiz artışına gitmesi gerekiyor.
Seçim kararı alındıktan sonra görülen kur gerilemesiyle Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a “seçimin sonucu, bugün piyasaların verdiği tepkiden belli mi olmuştur?” dedirten olgunun ardındaki şuydu; “seçime giderken kur artışına seyirci kalmazlar; Merkez Bankası’na faiz artışı için yeşil ışık yakılır”. Bu safça beklenti idi. Ne yazık ki; şimdi geldiğimiz yerde, “Merkez Bankası gereğince faiz artıramayacak, kur alır başını gider” bakışı yerleşiyor. Bu döngüde, döviz borcu olan da TL varlığı olup da satamayan da döviz alarak başının çaresine bakmaya çalışıyor.
Merkez Bankası, dün olduğu gibi, döviz olarak yatırılan zorunlu karşılıklarda katsayı ayarlaması yaparak; 2.2 milyar dolarlık likiditeyi bankalara iade edip 6.4 milyar TL’yi piyasadan çekerek yine özle uğraşmak yerine şapkadan tavşan çıkarmaya çalıştığını ama çıkaramadığını piyasaya kanıtladı, kur yükseldi.
Sorunun dövizde değil, TL’de olduğunu sağır sultan biliyorken Merkez Bankası’nın bilmiyor olması olanaksız; “TL faizini artıramıyorum, döviz likiditesi vererek kuru sakinleştirmek istiyorum” mesajını vererek TL’yi bir tur daha yaralamaktan başka bir işe yaramadı zaten.
Sorun başkalarının bastığı parada değil, kendi paramızda; o yalnız ve güzel para olan TL’nin değer kaybında.
Paylaş