Paylaş
Çarşamba günü Kanal-D'ye bir dosya ulaştı. Dosyayı açar açmaz, bir notla karşılaştım. Kapağa iliştirilen belgede, aynen şunlar yazıyordu:
UYARILARA RAĞMEN...
‘‘İlişikte tesadüfen elime geçen ve 1976 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün talimatları doğrultusunda çok özel bir grubun, Güneydoğu'daki bölücülük faaliyetleri hakkında titizlikle yaptığı araştırma-istihbarat raporunun orijinalini takdim ediyorum.
Amaç size mesleğiniz sorumluluğuna giren alanlarda kaynak yaratmak değil, sadece ülkemizde senelerce süren, on binlerce vatandaşımızın hayatına ve milyarlarca dolara mal olan belayla ilgili bu raporun 23 sene evvel yazılmış olmasına karşın, içeriğinin ne kadar tutarlı, gerçekçi ve ileri görüşlü bir çalışma olduğunu şahsınızla paylaşmaktır. Bela geliyorum demez, ama dediği zamanlarda her nedense duyulmaz.
Devletin en yüksek makam, servis ve başkanlıklarına ulaştırılan raporu, bu makamların mangalda toz duman bırakmayan sahiplerinin her nedense dikkate ve ciddiye almaması, gerekenleri yapmaması, ortaya çok uzun bir umursamazlıktan sonra, tüyler ürpertici, yürekleri yakan, zihinlerde birçok soru oluşturan, her gün ülkemizin dört bir köşesinde gözlenen kanlı terör eylemlerine vesile olmuştur...’’
VAHİM TABLO
Raporu dikkatle okudum ve yukarıdaki değerlendirmenin çok yerinde olduğu kanısına vardım. Bundan 23 yıl önce Güneydoğu'ya gönderilen uzmanlar, devlet arşivinde bulunan bu dokümanla sanki yaşadığımız günlerin bu fotoğrafını, daha o tarihte çekmişler. Ayrıca bölücülük hareketinin silahlı örgütlenmeye ve teröre dönüşmemesi için alınması gereken sosyal, ekonomik, idari ve polisiye önlemleri de bir bir sıralamışlar.
Ama Türkiye'yi yönetenler, raporu yaşama geçirmek yerine, mangalda kül bırakmayan sloganlarla belanın bugünlere yansımasına ve tüyler ürperten tablonun ortaya çıkmasına neden olmuşlar.
Oysa 1980 askeri harekátının sonrasında tek başına iktidara gelen Turgut Özal Hükümeti, federasyon gevelemeleri yerine ‘‘Güneydoğu Sorunu’’nun üzerine kararlılıkla gitse... Bölgenin kalkınması için aktarılan trilyonlar, yatırımcılar yerine vurguncunun, kapkaççının ve hayali ihracatçıların eline geçmemiş olsa... Daha sonra işbaşı yapan ve pamuk ipliğiyle birbirine bağlı koalisyonların temsilcileri, PKK'ya kucak açan Suriye ve Yunanistan'ın sergilediği oyunları bozabilse, hiç kuşkusuz tablo, böylesine vahim bir görünüm almayabilirdi.
BAŞARISIZ POLİTİLKALAR
Peki ne yapıldı? Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, bir yığın ekonomik sorunla baş başa kalan Suriye'nin üzerine, Ortadoğu'nun en büyük ulusal caydırıcı gücüyle gitmek yerine, Türkiye'nin su kaynakları, pazarlık masasına yatırıldı. Ve çok geçmeden Türkiye için büyük koz olan Güneydoğu suları, Hafız Esad'ın elindeki ‘‘su şantajı levyeleri’’ne dönüştü. Zayıf koalisyonların basiretsiz politikacıları, her biri skandal olan bu görüşmelerin ardından, Şam Havaalanı'nda tüm dünyaya ‘‘Abdullah Öcalan, Suriye'de değildir!’’ açıklamaları yaptılar. Halbuki onlar, aldatılmış ve kandırılmış olarak yurda dönerlerken, başterörist Öcalan, Şam'daki villasından telsizle emirler yağdırıyor, masum insanların ve kundaktaki bebeklerin öldürülmelerini istiyordu.
Türkiye yıllarca, Suriye'nin yanı sıra PKK'ya kucak açıp teröristlere barınma, eğitim ve lojistik destek sağlayan, Avrupa platformuna çıkış yolunu açan Yunanistan'ın faaliyetlerini de seyretme durumunda kaldı.
Taa ki, 55. Anasol Hükümeti döneminde Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırında konuşup Türkiye'nin sabrının taştığını ve ulusal caydırıcı gücünü kullanma kararı aldığını şer odaklarına haykırıncaya kadar.
KARARLI TÜRKİYE
Genelkurmay Karargáhı'nda geliştirilen askeri stratejik konsept, arkasında siyasi kararlılığı da bulunca, önce Suriye pes edip başterörist Öcalan'ı topraklarından uzaklaştırdı, ardından da Yunanistan'ın tüm kirli çamaşırları, tek tek ortaya döküldü.
Kaçacak delik bulamayan başterörist Öcalan'ın yolculuk serüveni de uzun sürmedi. Kenya'da paketlenip, yurda getirildi.
Türkiye yine aynı dönemde çetelerin, kara para odaklarının ve bir türlü demir parmaklıkların ardına gönderilemeyen mafya babalarının peş peşe yakalandıklarına tanık oldu. Uyumlu çalışan azınlık hükümeti, dünyayı saran dev krize rağmen Türk ekonomisinin yelkenlerini hiç suya indirmedi. Aksine enflasyonda önemli düşüşler kaydedildi.
Bu gelişmeleri yaşayarak gözleyen kamuoyu, birdenbire yaratılan seçim atmosferlerinin mantığını içine sindiremedi. Sokaktaki insan ‘‘Bu seçim de nereden çıktı?’’ sorusuna haklı bir yanıt bulamadı.
Haftalardır yurdun dört bir yanında dolaşıyor ve nabız tutmaya çalışıyorum. Aldığım yanıtlar hep birbirine benziyor. Halk, istikrarın bozulmamasını ve ülkenin maceraya sürüklenmemesini istiyor.
Miting alanlarındaki coşkusuzluğun nedenine gelince: Bana göre Türkiye kararını vermiş. Seçmen, 18 Nisan günü istikrardan yana oy kullanacak ve ülkeyi birdenbire seçim atmosferine itenleri cezalandıracak.
Haydi hayırlısı...
Paylaş