Zaman yok “durup ince şeyleri anlamaya”.
Ciddi edebiyat bu yüzden burçlarına çekiliyor, meydanı görüntülere bırakarak.
Hafiflikte teselli arıyor, yüzeyden hızla yol alıyoruz.
Okumak yerine dizisinin çekilmesini bekleyerek. Şiir yerine pop şarkılarının sözleriyle idare ederek. Düşünürler yerine yaşam gurularını dinleyerek.
Gerçi fakirleştiğimizi hissediyor, sancısını duyuyoruz ama kelimelerden uzak olduğumuz için adını koymak gelmiyor elimizden.
Gerçek edebiyat, uzaktan acı acı gülümsüyor.
Umberto Eco, 20 yıl önce tarihçi Jacques Le Goff ile yaptığı söyleşide “Bir tür olarak roman ortadan kalkabilir” diyor: “Ama anlatı, hayır. Çağımızda, çok belirleyici bir şey oldu: Anlatı gereksinimi sinema ve televizyon tarafından üstlenildi.”
Çevirdim başımı baktım: Gökte binlerce sığırcık.
Tek bir organizma gibi dalgalanıyor, şekilden şekle giriyorlar.
İşi olmasa insan bu çiçek dürbünü dansı saatlerce seyreder. Girdikleri her şekil ayrı bir çağrışım.
Kabalcı Kitabevi’nin kahvesinde oturmuş, bir dostumla laflıyoruz. Epeydir görmemişim kendisini. Her şeyi bırakıp Bodrum’a gitti, bir daha haber alınamadı.
“Sen özlemişsindir Beşiktaş’ı” dedim.
“Özlemek laf mı, gözümde tüttü resmen.”
Meğer biz konuşurken sığırcık kuşları başlamış şova. Sinanpaşa Camii ile Barbaros Türbesi’ndeki ağaçları mesken tutmuşlar. Her akşam güneş batana yakın coşuyorlar.
Hayal kırıklıkları, hayata bakışımızın ve gücümüzün sınırlarının billurlaştığı anlardır. Bir insanın iç dünyasında nelerin olup bittiğini böyle anlarda çok daha iyi anlarsınız.
Genç insanlar hayal kırıklığına uğramaya daha meyillidir. Henüz alaycılığın güvenli sularına çekilmemişlerdir çünkü. Dünyayla ve meslekleriyle ilgili idealleri, gerçekleştirmek istedikleri şeyler vardır.
Bizim de vardı: Kuşak olarak kendi hayallerimizi kurduk ve onların kırıldığına tanık olduk. En yetenekli olanlarımızın bu yüzden kabuğuna çekildiğini görüp üzüldük.
Ama sonradan düşündüm ki, pes edip kabuğuna çekilenlerin “yetenekli” olduğunu söylemek fazlaydı belki de. Hayal kırıklığına uğrayınca önce kendi yeteneklerine duydukları saygıyı, sonra da yeteneklerini kaybetmişlerdi.
Şu adaletsiz dünyaya direnmek istememişlerdi yani. Belki onu direnmeye layık görmemişlerdi, bilemiyorum. Ama gerçek şu ki, bugün yaptıklarıyla gözlerimizi kamaştıran yıldızların çoğu farklı bir dünyadan gelmediler.
Bono’nun babası fabrikatör değildi mesela. Yaşar Kemal dadıların elinde büyümemişti. Madonna ailesinden kalan mirasla yaşamamış, Mustafa Kemal askeri rüştiyeye torpille girmemişti.
Hepsi de hayatın “muhalif rüzgârlarına” direnerek varmışlardı gökyüzündeki yerlerine. Çünkü direnmenin de yeteneğe dahil olduğunu unutmamışlardı.
İnsanın dün ölmüş birini dirsekleyerek racon kesmesi tabii ki ayıp. Ama “senin çocuğun yok o yüzden!” demek de günah.
Hele lafın arkasındaki imaları düşününce, insanın Hıncal Uluç’u savunası geliyor: Yahu ne ilgisi var çocuksuz olmakla bunun? Herkes çocuklu olmaya mecbur mu?
Uluç’a “çocuğun yok” diyenler öyle bir konuşuyor ki, sanırsınız çocuk işi meziyet: Doğurmak için sertifika, ustalık belgesi lazım.
Oysa sonuçta kedilerle farelerin de yapabildiği bir eylem.
Kimseye statü sağlamaz, küçük görme hakkı vermez.
Bu günlük hayatta bile rastlanan bir şeydir.
Bazı “çocuk sahipleri” kendilerini üstün görür.
Büyükler, geçenlerde yollarını ayıran Nurgül Yeşilçay ve Cem Özer. Çocuk, oğulları Osman Nejat.
“Oğlumuz için bir aradayız” diyor Cem Özer: “Bizi beraber görmeniz normal.”
Tabii ki normal onları bir arada görmemiz.
Çünkü ikisinin evliliği bitse bile, üçü hâlâ bir aile.
Evlilik sonuçta müessese. Bazen yürür, bazen yürümez. Yürümüyorsa vardır sebebi: Taraflardan biri (ya da ikisi de) becerememiştir, kadın-erkek olarak artık mutlu değillerdir, olmamıştır yani.
Ama bu anne-baba olarak bir gerçeği paylaşmaya niye engel olsun?
Bir arkadaşımın Polonyalı teyzesi geldi aklıma: Günün birinde başkasına âşık olur ve boşanır. Ama aile bağları için canla başla uğraşır.
Böylece Kıbrıs da otomatikman birleşmiş olur. Kimse kimseye racon kesmek zorunda kalmaz.
Federal cumhuriyet kurarız.
“Türkogrekya” ya da “Grekotürkiye” diye havalı bir isim buluruz. İstanbul’u başkent yaparız, hayat bayram olur.
Ankara ve Atina da federasyon başkentleri olarak karizmalarını sürdürürler.
Müjdat Gezen’i düşündüm...
Vaktiyle sinema okulunda rica ettik diye işini gücünü bırakıp diploma filmimize yardıma gelişini...
Ferhan Şensoy’u düşündüm sonra...
Brecht tiyatrosuyla ortaoyununu harmanlayıp mizah algımızı değiştirdiğini...
O olmadan ne Cem Yılmaz’ın ne de Yılmaz Erdoğan’ın tam olarak anlaşılabileceğini...
Tabii Levent Kırca ve Metin Akpınar’ı da... “Derin mevzuları halkın anlayacağı dilden anlatma” maharetlerini.
Hepsinin ortak noktası “Eski Türkiye” insanları olmalarıydı.
Konu dönüp dolaşıp kadınlara gelmiş: “Alain kadınları her zaman ağlattı” diyor Belmondo: “Bense her zaman güldürdüm.”
Olayı özetlemiş aslında: Erkekler “gözyaşı” ve “kahkaha” şeklinde ikiye ayrılır.
Belmondo’yla Delon arasındaki tek fark “yakışıklılık” değil. İlki Comedie-Française mezunu bir iyi aile çocuğuyken diğeri aktris sevgilisi sayesinde başlamış kariyerine.
Biri cebinde diplomasıyla, diğeriyse elinde sevgilisinin çantasıyla setlere dalmış.
Ayrıca ne kadınlar tanıdım, Belmondo’yu “daha seksi” buluyorlardı.
Asıl fark aynaya bakışlarında: Delon tipi erkekler dünyanın etraflarında döndüğünü sanırken Belmondo erkekleri bunu yapmıyor.
Daha az bencil, daha olgun ve tabii daha “kafa” oluyorlar: Kendileriyle ve dünyayla dalga geçtikleri için.