11 Mart 2011
Diyelim günün birinde Ak Parti gücünde ama bambaşka bir parti geldi ve dedi ki: “Hey millet, biz şeriatın süper bir şey olduğunu fark ettik. Bunun için referandum yapacağız, okey mi?”
Herhalde propaganda faslı renkli geçerdi. Hele bu hayali partinin lideri güçlü ve karizmatikse, oyları “evet” yönünde etkilerdi.
Sinan Çetin kampanyanın yaratıcı kısmını yapar, şeriatı tanısak çok seveceğimizi anlatırdı.
Ahmet Altan Kemalizm’e inecek son darbeden duyduğu heyecanı saklamaz, coşkulu yazılar yazardı.
Engin Ardıç retoriğin belini kırar ve millet iradesine karşı çıkmanın milliyetçilik olacağına milleti ikna ederdi.
Her ihtimale karşı başörtülü fotoğraflar çektirirdi Seda Sayan.
Angela Merkel Avrupa Birliği sürecinin badem olduğunu zevkle açıklardı. Sarkozy gerine gerine “ben demiştim” derdi.
Hillary Clinton “sonuç ne olursa olsun iki ülke ilişkilerinin etkilenmeyeceğini” mutlaka araya sıkıştırırdı.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2011
“Bir Avuç Deniz” filmi janjanlı diziler gibi başlıyor: Güzel kızlar, yakışıklı oğlanlar, tekneler, son model arabalarda romantizm.
Yeni adı “Beyaz Türkler” olan İstanbul burjuvazisinin tatlı hayatına zarifçe süzülüyoruz.
Orada olmak istiyoruz: O kızlarla Rodos’a gitmek, o çocuklarla teknede güneşlenmek falan... Hele şu kış kıyamette iyi geliyor vallahi.
Ama biz gördüklerimizin tadını çıkaramadan bünyeye virüs giriyor ve başlıyor kemirmeye.
Gıcık oluyoruz Berrak’ın canlandırdığı virüse: Kardeşim bıraksana gençleri takılsınlar ne güzel. Biz de yancılık edelim.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2011
Siz bu satırları okurken el kadar bir Hintli kız, en “cool” spor ayakkabı markasına kauçuk taban üretiyor olacak.
Bugünün “Kadınlar Günü” olduğunu falan bilmeden. Kendisinin “kadın” olduğunu bile bilmeden.
Londra’daki dandik atölyede Bayburtlu Meryem, günün birinde Thames kıyısına gidip keyif yapmayı hayal edecek.
Amerika’nın göbeğinde fasonda çalışan Nikky, gece vardiyasından kaçmasınlar diye işveren kapıları kilitlediği için yangında ölen kızları düşünmemeye çalışacak.
“Trendy” bir markanın Haiti’deki tesislerinde haftada 20 dolara ter döken Maria, bugün 14 yaşına girdiğini unutacak.
El Salvador’da “11 kişiyle aynı odayı paylaşıyorum ve yaşam savaşı veriyorum, ölmek istemiyorum...” diye başkaldıran işçiye patronu, “Ben de bir kadın olarak var olma savaşı veriyorum. Allah’ın cezası, ne istiyorsun!” diye gürleyecek.
İsveçli Ingrid, yeni kazağını diken kendisi yaşındaki Çinli kızın günde 13 saat çalıştığını hiçbir zaman bilemeyecek.
Tıpkı sevgilisine “Kadınlar Günü hediyesi” alan Ankaralı gencin o ayakkabının düğmelerini basan saz benizli Koreli kızı bilemeyecek oluşu gibi.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2011
Atatürk Silivri’de yazımdan sonra Silivrililerden mektuplar aldım. Görünen o ki durum “bir dokun, bin ah işit” halinde.
Gazeteci Kaan Göktaş diyor ki: “Maalesef artık günümüzde denizi ya da yoğurduyla değil hapishanesiyle bilinen Silivri’nin daha olumlu biçimde tanınması tasasındayım, doğma büyüme bir Silivrili olarak.”
Kaan Bey haksız değil: Tutuklamalar yüzünden Silivri hak etmediği bir imaja saplandı. Neredeyse bir zamanların Sibirya’sı.
Öğrenciydim Silivri’yi gördüğümde: Yazı müjdeleyen bir bahar vaktiydi: Temiz hava, şarap içerek baktığımız dolunayın denize vuran şavkı...
Şehrin kamuoyunda bu şekilde sivrilmesi, fikir tartışmalarını körüklemiş. Mesela yine Kaan Göktaş, “Atatürk Silivri’de” belgeseline karşı çıkıyor ve Gazi’nin şehre hiçbir zaman gelmediğini savunuyor.
Sonuçta yapacağımız, iddiasının arkasında duran Cem Güner’in belgeselini bekleyip görmek: Bakalım ikna edebilecek mi.
Bir başka tartışma da, Nâzım Hikmet’in 1937 yılındaki “Donanma Davası”nda “darbe teşebbüsü” suçuyla burada yargılanması.
Tabii yargılama aslında Silivri’nin içinde değil de, açığına demirlemiş “Erkin” isimli denizaltı depo gemisinde yapıldığından, bu da bir miktar “su götürür” bir konu.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2011
Sevim Gözay’ın tespitidir: Romantik komedilerin kadınlara verdiği zarar porno filmlerin erkeklere verdiğine benzer. Çünkü kadınlar o filmlerde durmadan şapkadan tavşan çıkaran adamları kocalarıyla kıyaslayıp dertlenirler. Tıpkı erkeklerin porno yıldızlarının performansını evde bulamayıp dertlenmesi gibi.
Bence romantik komedilerin diğer tehlikesi de, olayın asıl başladığı yerde bitmeleri.
Kız oğlanla kavuşur ve onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine diyerek dağılırız. Bizim diziler de hep düğün-dernekle biter: Asıl start çizgisinde.
İsrailli yazar Ephraim Kishon’un bu konuda bir oyunu var: Tarla kuşuydu Jüliet.
Bir hınzırlık etmiş ve Romeo ile Jüliet ölmeyip evlenselerdi, yani hikâye “mutlu sonla” bitseydi neler olacağını düşlemiş.
İntiharın eşiğinden dönen kahramanlarımız çığırından çıkmış bir evliliğin içindedir.
Jüliet dırdırcı bir ev kadınına, Romeo ise bezgin bir kocaya dönüşmüştür.
Artık ötenin tarla kuşu mu bülbül mü olduğunu tartışmak bile gerilim yaratmaktadır evde. Sonunda Shakespeare dayanamaz ve mezarından çıkıp olaya el koymaya gelir. Ama durumu o da kurtaramaz.
İşin sinemasal eleştirisi bir yana, Özcan Deniz’in filmi “Ya Sonra?” da biraz buradan bakmaya çalıştığı için hoş.
Sonuçta sinemamız için farklı bir yaklaşım. Üstelik sade bir dil ve hiç fena olmayan oyunculuklarla, gayet güzel anlatıyor derdini.
Sevda masallarında biz son jeneriği seyrederken yaşananları göstermeye soyunuyor.
Sözü hınzırlıkta kimseden geri kalmayan Fransız yazar Frederic Beigbeder’le bağlayalım, tam olsun:
“Aşk lunapark trenleri gibi: Önce yükseliyor, sonra birden iniyor, sonra tekrar çıkıyor, geri iniyor ve sonunda, içine kusuyorsunuz!”
İtibar mezarlığı
Engin Ardıç’ın vaktiyle dediği gibi, “soğuk iç savaş” ortamındayız: Gün geçmiyor ki birilerinin itibarına kast edilmesin.
Gerçi gündelik hayatta bile birbirimizi moda tabirle “itibarsızlaştırmaya” (ya da başkasının başına gelenden zevk almaya) ne kadar meraklı olduğumuzu görünce bunlara şaşmaz oluyorsunuz.
Solcu kızı “öpmek” gerektiğini yazmakla birinin bilgisayarına virüsle dosya yüklemek arasında prensipte fark yok.
Savaş delikanlıca olsun istiyorsunuz ama olmuyor.
Düşmanın bayrağını yerden kaldırıp esir aldıkları komutanlara sigara ikram eden centilmenler tarih kitaplarında acı acı gülümsüyorlar.
Ama en azından kabirlerinde, huzur içindeler. Bizse bu itibar mezarlığında ayakta durmaya çalışıyoruz.
İncir Çekirdeği
Günün esprisi, hava boşluğuna düşen uçağımızdaki yolcudan: Burada yollar bozuk mu...
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2011
Kadını kara çarşafa sokmakla soyup teşhir etmek arasında ne fark vardır? Prensip olarak hiçbir fark yoktur. İki durumda da kadın cinsel obje olarak görülmektedir.
Kadını kara çarşafa sokanlar, orasını burasını kapatanlar, erkeklerdir.
Kadın bedeninin “tehlikeli” olduğunu düşünürler.
Kadını soyup teşhir edenler de erkeklerdir. Kadın bedeninin satılacak mal olduğunu düşünürler.
Kara çarşafa giren kadın hem çaresiz hem gönüllüdür. Erkeklerin dediğine inanmış, kendi kadınlığından korkar hale gelmiştir.
Teşhir edilen kadın da gönüllü ve çaresizdir. O da erkeğin sözüne gelmiş, bedeninin iyi satacağına ikna olmuştur.
Kara çarşafa giren kadının arkasında toplumun cehaleti vardır. Kadını normal insan görmeyen, onunla iki kelime konuşmayı bilmeyen bir yığın tarafından bu işe zorlanırlar.
Teşhir edilen kadınınsa karşısındadır toplumun cehaleti. Kadını normal insan olarak görmeyen, onunla iki kelime konuşmayı bilmeyen bir yığın tarafından seyredilirler.
Sağlıklı bir cinsel hayatınız varsa, beyninizin yüzde onu sekse çalışır. Yok cinsel hayatınız sağlıklı değilse, o zaman yüzde doksanı...
Mecliste kameraman olarak görev yapan bir kadıncağızı “ayak bilekleri görünüyor” diye salondan attırmaya çalışan bir milletvekili vardı. Meğer tahrik oluyormuş.
Yaz sıcağında kan ter içinde işini yapmaya çalışan, uzun etekli bir kadının ayak bilekleri tahrik etmişti milletvekilini. İçindeki açlığı dürtmüştü çünkü.
“Amelie” filmini porno olduğunu iddia edip yasaklamaya çalışan siyasetçi bile gördü bu ülke.
Dekolte güzeldir: Erkeğin erkekliğine, olgunluğuna, zevkine iltifattır. İnsanca bakmayı bilen erkekleri kadınlar dekolteyle ödüllendirir.
Kadın-erkek ilişkileri normalleşmemiş toplumsa hiçbir yere varmaz. İster petrol fışkırsın altımızdan, ister zemzemle yıkanalım; yine mutsuz olacağız.
Turgut Uyar’ın askerliği
Pazartesi gecesi “Ustalara Saygı” gecesinde, Turgut Uyar’ın andık. Doğan Hızlan, Turgay Fişekçi, Vural Bahadır Bayrıl ve Deniz Durukan’la beraber konuşmacıydım.
Şairin ardından 14 yıl önce yazdığım mektubu okudum.
O zamanki aklımla bir yerinde “Turgut Bey siz bir askerdiniz” demişim: “askeri geçmişinizi nasıl anıyordunuz benim bunu bilmem güç.”
Gecenin sonunda şairin oğlu Turgut Bey ve kızı Semiramis Hanım üstadın askerliğe hiçbir zaman ısınamadığını söylediler. Mecburi hizmet biter bitmez ayrılmış ordudan: “Babamız hayatınızda tanıyabileceğiniz en anti-militarist insandı.”
Burada not düşmüş olalım.
İncir çekirdeği
Bloglar zihinlerin ekmeğidir. Milletin ekmeğine dokunmayın!
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2011
Sağ olsun, Cüneyt Özdemir oğul Kaddafi’ye (yabancı değil, manken Ebru Şancı’nın ‘ex’i) sordu da “Libya’yı Türk’e İtalyan’a bırakmayız” lafının esrarı çözüldü.
Meğer halk deyimiymiş: Hani bizdeki “kurda kuşa bırakmayız” misali. Aslında tarihi düşününce, Libyalıların böyle bir deyiminin olması normal.
Tabii biz “kurtluğu” bırakmayacağımıza göre, İtalyanlara “kuş” olmak kalıyor. Talihlerine küssünler!
Şaka bir yana, Libya deyince Kuşçubaşı Eşref Bey’i hatırlamamak olmaz.
Teşkilat-ı Mahsusa kurucularından, İngiliz casusu Lawrence’in belalısı Eşref Bey’in, Trablusgarp’ın İtalyan’a kalmaması için verdiği mücadele, sıkı bir Osman Sınav filmi havasında.
Hani Harbiye nazırı “yakalanırsanız sizi tanımayız” demiştir de bizimkiler yılmamıştır.
Orada Mustafa Kemal’in gözünden yaralandığını iyi kötü biliriz ama Alman Büyükelçisi Von Wangenheim’ın “cinnet derecesinde vatanperver” dediği Eşref Bey aklımıza pek gelmez.
Belki de Lozan’dan sonra “Çerkez Ethem’in kankası” diye sürgüne yollandığı için.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2011
Siyah Kuğu’yu izlerken aklıma Ursula K. Le Guin’in “Yerdeniz Büyücüsü” romanı geldi.
Büyücü adayı Ged, naif çocuktur. Gölgesinden kaçıp durur. Ne zaman cesaretini toplayıp onu ele geçirir, esas gücüne kavuşur. Canımın içi Natalie Portman’ın canlandırdığı Nina ise bunu yapmaktan aciz: Hatta tam tersine, gölgesi onu kıskıvrak yakalıyor.
Le Guin aynı konuda bir de yazı patlatmış: Olayı Çin diyalektiğindeki yin-yang çemberine bağlıyor: Her iyide kötü, her kötüde iyilik.
Yin-yang malum, bazen beyaz üste çıkar bazen siyah. Ama ikisi birbirini tamamlar. Biri olmadan öbürü yarım.
Le Guin sanki Nina’nın annesiyle konuşuyor: “Çocuklarımıza sadece iyilikten bahsediyoruz ve onların eğitimini eksik bırakıyoruz. Oysa kalplerinin karanlık yüzünü de bilmeliler. Onunla yüzleşip ehlileştirecek güce sahip olmalılar.”
Karanlık tarafımızla yüzleşip gemini taktık mı sorun yok. Yoksa o bize hükmetmeye kalkıyor. Hele filmdeki Nina gibi hazırlıksız yakalandık mı fena!
Güçlü insanlara bakın: Hepsinin kendi siyah kuğularını güttüklerini göreceksiniz. Güçlerini buradan aldıklarını...
Bir de zalimlere bakın: Kontrol edemedikleri siyah kuğular tarafından güdülmekteler.
Yazının Devamını Oku