Yeni yetmeliğimizin ilahesi meğer “Aşk Mektupları” oyunu için ülkemize gelmiş. Ayla Algan ve Okan Bayülgen’le sahneyi paylaşacakmış.
Kendisi bir neslin beğenisine mührünü vuran kadınlardan. Sarışınların cazibesini ondan, esmer büyüsünü Güngör Bayrak’tan öğrendik.
Paşazade de olsa merak ediyordum Haydar’ın akıbetini. Gerçi Güngör Bayrak da kaybolmuştu ama haber alıyorduk. Evlenince leydi olduğundan içimiz rahattı.
Christine’den ise “Sarışın Tehlike” filminin afişindeki hali kalmıştı yadigâr. Kendisi dalgıç kostümlü Cüneyt Arkın’ın kucağındadır ve üzerinde ıslak bir beyaz elbise vardır.
Bu işleri yeni keşfeden yaşlarımızın gözüyle kaydedildiğinden, imkân yoktur unutulmasına.
Merak ettiğim kadınlardan biri de Sylvia Kristel oldu. Beğenimizi şekillendiren bir diğer sima. Ylk platonik aşkım. Erotizmin sözlük karşılığı.
Sinan Çetin’in asla gösterime girmeyen “Banka” filminde oynamak için Fethiye’ye geldiğinde koşup ilan-ı aşk etmeye kalktım da zor tuttular.
Ne yalan söyleyeyim, Altan ailesinin bir ferdine günün birinde bu konularda yardımcı olacağım hiç aklıma gelmezdi.
Ama madem istemiş, anlatmaya çalışayım. Ne de olsa arkadaşlık böyle günler için.
Sanemcim, “ulusal sol” dediğim, bildiğin “sol”dur aslında.
Yani gönlün eşitlik ve özgürlükten yana olması hali.
Ha, buna günümüz şartlarından dolayı “mazlum milletler” fikri eklenir, Sultan Galiyev’den gelen.
Hani Kurtuluş Savaşı’nda yardım istediğimiz zaman “gardaş gardaşa yardım etmez, elinden tutar” diyen Tatar devrimci Galiyev.
Ayrıca, batı dünyanın geri kalanını soyarak zengin olduğundan, oradaki işçi sınıfından hayır gelmeyeceğini düşünür ulusal solcular.
Apolitik olmaktan vazgeçip elimizi taşın altına koymalıyız. Vatan bizden bunu bekliyor.
Sağ olsun, yorulmayalım diye şıkları ikiye indirdi Acun: Ya Pascalist olacağız ya da Nihatist.
Pascalist olursak Fransa’da doğmuş, Beşiktaşlı olmuş, Dominik’te coşmuş gibi hissedeceğiz kendimizi.
Bu görüşün ışığında YGS skandalını da, Deniz Feneri davasını da, hapisteki gazetecinin günahını da şıp diye çözeceğiz.
Pascal’ın bizi ara sıra diskoya götürecek olması da işin bonusu. Yeme de yanında yat.
Tabii şöyle çakı gibi bir Nihatist olmak da var. Kendisinin politik vizyonu zaten herkesçe malum.
Memleketinin koyununa bile Avrupalı’dan farklı bakan, kestikçe sakal gibi uzayan, iyilerin dostu kötülerin amansız düşmanı birinin takipçisi olmaya kim hayır diyebilir?
Yeni yetmeliğimizde solcu ağabeyler ve ablalar gıcık oldukları tiplere “küçük burjuva” derdi.
Biraz “onun bunun çocuğu” der gibi olurdu bunu söylerken yüzleri.
Hani eski Türk filmlerinde bir klişe vardır: Şımarık zengin çocukları parti yapıp İngilizce pop dinleyerek eğlenirler, filmin esas oğlanı fakir ve gururlu gençse onlara uzaktan, mağrur gözlerle bakar.
Gözlerindeki “seni yeneceğim İstanbul!” diyen Orhan Gencebay’ın bakışıdır.
Arabesk şarkıcılarının filmlerinde de esas oğlana “hallenen” bir küçük burjuva kızı olur hep. Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmindeki Melike Demirağ misali.
İşte o “küçük burjuva” günümüzde “Beyaz Türk” olarak nüksetmiş bulunuyor.
“Beyaz Türk” lafını icat edip yaygınlaştıranlara baktığımızda da zaten eski solcuları görüyoruz.
Makedonya çiçeği burnunda bir baharın keyfini sürüyor. Bisikletli bir kadın geçiyor önümden, rıhtıma doğru. “Nirvana” tişörtlü iki genç, hızlı geçmiş cumartesi gecesinin ardından mahmur.
Geçen yıl bu vakitler, roman için araştırma yapmaya gelmiştim Selanik’e. Aklımda yıllardır kurtulamadığım bir hikâye ve onun kahramanları.
Ama henüz Latife o vapura binip babasının hayaletiyle adaya gitmemişti. Atilla da Paris’teki otelin lobisinde Fikriye’yle tanışmamıştı.
Şimdiyse daha siz okumadan geçmişten bir yaprağa dönüştüler bile.
Hayalimde onları son kez toplayıp veda yemeği verdim.
Beraber geçirdiğimiz yılın dedikodusunu yaptık biraz, biraz da insanların kitap hakkında ne düşüneceğini tahmin etmeye çalıştık.
“Merak etme, meramını anlayacaklardır” dedi Fikriye, düşünceli olduğumu görünce: “Bu dünyada hâlâ egoizme teslim olmamış insanlar var. Onlara bir şey ifade edecektir.”
Olay 23. yüzyılda geçmektedir. Büyük bir savaş sonrasında, kapalı ekolojik dengeye dayalı bir uygarlık kurulmuştur. Burada yaşayanlar 30 yaşına geldiklerinde, törenle idam edilirler.
İdam edilenlere “yeniden doğdukları” söylenir.
Oysa olay aslında yetersiz kaynaklardan dolayı nüfus planlamasından ibarettir.
30 yaşındaki kahramanımız Logan yeniden doğmaya hazırlanırken tanıştığı Jessica’ya âşık olunca fikir değiştirir. İdam edilmemek için kaçmaya karar verir. Şehrin polisleri çiftin peşine düşer ve olaylar gelişir.
O sıralar 7-8 yaşlarında olduğum için gözümde 30 ile 100 arasında pek fark yoktu.
Haliyle, 30’unda ölmenin sorun olacağını sanmıyordum.
Ama zamanla anladım ki aslında 30 yaşına gelince başka bir anlamda da olsa ölüyor insan. Hem de bile isteye. Çünkü âşık olmaktan vazgeçiyoruz.