Tuna Kiremitçi

Neslimin ilahelerine övgü

17 Mayıs 2011
Kelebek’te Christine Haydar’ın resmini görünce yine gittim maziye.

Yeni yetmeliğimizin ilahesi meğer “Aşk Mektupları” oyunu için ülkemize gelmiş. Ayla Algan ve Okan Bayülgen’le sahneyi paylaşacakmış.
Kendisi bir neslin beğenisine mührünü vuran kadınlardan. Sarışınların cazibesini ondan, esmer büyüsünü Güngör Bayrak’tan öğrendik.
Paşazade de olsa merak ediyordum Haydar’ın akıbetini. Gerçi Güngör Bayrak da kaybolmuştu ama haber alıyorduk. Evlenince leydi olduğundan içimiz rahattı.
Christine’den ise “Sarışın Tehlike” filminin afişindeki hali kalmıştı yadigâr. Kendisi dalgıç kostümlü Cüneyt Arkın’ın kucağındadır ve üzerinde ıslak bir beyaz elbise vardır.
Bu işleri yeni keşfeden yaşlarımızın gözüyle kaydedildiğinden, imkân yoktur unutulmasına.
Merak ettiğim kadınlardan biri de Sylvia Kristel oldu. Beğenimizi şekillendiren bir diğer sima. Ylk platonik aşkım. Erotizmin sözlük karşılığı.
Sinan Çetin’in asla gösterime girmeyen “Banka” filminde oynamak için Fethiye’ye geldiğinde koşup ilan-ı aşk etmeye kalktım da zor tuttular.

Yazının Devamını Oku

Sanem için ulusal sol

16 Mayıs 2011
Sanem Altan köşesinde yeni romanım için “hayırlı olsun” dedikten sonra sormuş: “Şu ulusal sol dediğin ne ola?”

Ne yalan söyleyeyim, Altan ailesinin bir ferdine günün birinde bu konularda yardımcı olacağım hiç aklıma gelmezdi.
Ama madem istemiş, anlatmaya çalışayım. Ne de olsa arkadaşlık böyle günler için.
Sanemcim, “ulusal sol” dediğim, bildiğin “sol”dur aslında.
Yani gönlün eşitlik ve özgürlükten yana olması hali.
Ha, buna günümüz şartlarından dolayı “mazlum milletler” fikri eklenir, Sultan Galiyev’den gelen.
Hani Kurtuluş Savaşı’nda yardım istediğimiz zaman “gardaş gardaşa yardım etmez, elinden tutar” diyen Tatar devrimci Galiyev.
Ayrıca, batı dünyanın geri kalanını soyarak zengin olduğundan, oradaki işçi sınıfından hayır gelmeyeceğini düşünür ulusal solcular.

Yazının Devamını Oku

Ne olacak bu aşkın hali

14 Mayıs 2011
Şöyle bir memleket düşünün: İnsanlar kahvehanelerde oturuyor ve “ne olacak bu aşkın hali?” diye dertleniyorlar. Aşkın Kadıköy’deki evinde, bütün gün konuşmadan oturduğu söyleniyor. Perdeleri çekmiş, sabahtan akşama TV seyrediyormuş. Kendisine telefonla ulaşmak mümkün olmamış. Onun depresyona girdiğini düşünmeye başlamış herkes. Yakın arkadaşları uğrayıp konuşmak istemişler ama sonuç alınamamış.
“Siz beni merak etmeyin” demiş, garip bir tebessümle: “acı patlıcanı kırağı çalmaz.” Aşk sayesinde para kazanan dizi senaristleri, romancılar ve besteciler evinin karşısında bekleşmeye başlamış.
Arkadaşlarının anlattığına göre o kadar kötü görünüyormuş ki, babadan kalma Smith Wesson’uyla kendisine bir şey yapmasından korkulmaya başlanmış. “Son zamanlarda fazla hassaslaşmıştı” demiş, komşularından biri: “Çok dalgındı. Selam verdiğimizde bile fark etmiyordu.” Her gün alışveriş yaptığı bakkal net konuşmuş: “Bir insan her akşam bir büyük alıyorsa orada duracaksın.”
Aşk kimseyle konuşmaya tenezzül etmediğinden, dedikodular da almış yürümüş. Dünyanın haline dayanamadığını söyleyenler çıkmış. Paranın peşinden koşan insanlar egoistleştikçe onun kendisini mal gibi hissettiğini anlatmışlar.
Bazıları da mafyaya borcunun olduğunu, parayı at yarışında kaybettiği için ödemekte zorlandığını ileri sürmüşler.
Şimdiyse TV’nin karşısında, kucağındaki Smith Wesson’u okşayarak oturuyormuş aşk. “Akıllı TV” seyrediyor ve amatör kamerayla yapılmış çekimlerde muz kabuğuna basıp düşen insanlara sinirli sinirli gülüyormuş. Evinin etrafında toplananlarınsa bıçak açmıyormuş ağzını. Sadece arada bir arabanın egzozundan ya da çocukların patlattığı çatapattan çıkan sesle sıçrıyorlarmış yerlerinden.

Dersimiz dezenformasyon

Beklenen oldu ve Taraf yazarı Yıldıray Oğur daha çıkmamış romanımla ilgili “eleştiri” patlattı.
Beyefendi tüm yazıyı okumadığını itiraf ettiği romanı kötülemeye ayırmış.
Nedeni de, iktidarın işine gelmeyecek şeyler olduğundan şüphelenmesi. Benim Atatürkçü ve sol görüşlü olduğumu bilmek ona yetmiş.
Yıldıray nezdinde tüm Taraf camiasını müsterih olmaya davet ediyorum: Dezenformasyon baldan tatlı olabilir ama bu sadece bir roman. Bu kadar telaşa mahal yok.
İlla yapacaksanız da arkadaşlarınıza söyleyin, özel hayatıma falan saldırsınlar. Elinizi kirletmemiş olursunuz.

İncir Çekirdeği

Günlerin uzaması yılların kısalmasına çare olmuyor.
Yazının Devamını Oku

11 Eylül 1683

13 Mayıs 2011
Halil Ergün, ünlü İtalyan yönetmen Renzo Martinelli’nin çekeceği “11 Eylül 1683” filmine hayır demiş. II. Viyana Kuşatması’ndaki “tartışmalı” rolüyle tarihe geçen Kırım Hanı Murat Giray’ı oynaması teklif edilmiş. O da “rolün farklı şekillerde ele alınabilecek olmasından duyduğu endişeden dolayı” geri çevirmiş.
Buraya kadar durum sakin.
Sükûneti bozansa Ahmet Mümtaz Taylan. Martinelli’nin projesinden birkaç ay önce sayesinde haberdar oldum. Ona da IV. Mehmet rolü teklif edilmişti.
Filmin özeti: İkinci Viyana Kuşatması sırasında Müslümanlar, Hıristiyanlığın köküne kibrit suyu ekmek ve “atlarına Roma çeşmelerinden su içirmek üzere” saldırır, onlara Tatarlar ve Bosnalı “hain” Müslümanlar yardım eder.
Marco isimli bir rahip Hıristiyan askerlerine liderlik eder, haçını Osmanlı’ya tutar ve bu sayede düşman püskürtülür.
Sonuçta Polonya Kralı’nın da yardımıyla mağlup edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dan alınan sancak Papa’ya teslim edilir.
Nereden baksanız “Kara Murat” kafasıyla yazılmış bir hikâye. Üstelik onun kadar bile masum değil.
Türklerin Viyana kapısından dönüşünün tarihini 11 Eylül diye yamultan Vatikan destekli film, belli ki olayı Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılışına bağlayıp “piyasa yapma” derdinde. Ahmet Mümtaz “yuvarlak” konuşmayı pek sevmediğinden ret mektubunu biraz okkalı yazmış. Özetle “alın projenizi, bir tarafınıza sokun” diyor.
Merak edenler zehir zemberek mektubun tamamını Yusuf Eradam’ın T24 haber sitesindeki yazısında okuyabilir.
Ergün ve Taylan sanatları ve haysiyetleriyle hürmet gören iki aydın. Haliyle, böyle bir şaklabanlığa “hayır” demeleri kimseyi şaşırtmaz.
Asıl şaşırtıcı olan, Martinelli’nin böyle bir şeyi Türk oyunculara teklif edecek cüreti kendisinde bulması.
İnsan iki şeyi merak ediyor: Martinelli ne içmiş? Ergün ve Taylan’ın reddettiği rollere acaba kimler atlayacak?

Eurovision’u ciddiye almak

Yüksek Sadakat sıkı gruptur.
En fazla Eurovision’u ciddiye alma konusunda sıkıntı yaşamış olabilirler.
Eğer öyleyse bunda illa ki “zaten Eurovision’u bizden başka sallayan yok” geyiğinin de etkisi var.
Oysa son 5 yıldır olayın şekli çok değişti.
Ülkeler artık iddialı isimlerini yolluyor. Geçen yılın birincisi Lena resmen Almanya’da gençlerin gözdesi oldu.
Bu yıl en az 10 tane “iyi” diyebileceğimiz şarkı saydım.
Haliyle, başarı için şimdi “gurbetçi oylarından” fazlası lazım.
Keşke Yüksek Sadakat buna daha önce uyansaydı. Ya da biz uyanıp onları uyarsaydık.

İncir Çekirdeği

Eurovision’a Grup Yorum gitsin. İşçi sınıfı oy verse tamamdır.
Yazının Devamını Oku

Pascalizm ya da Nihatizm

11 Mayıs 2011
Geç olmadan seçim yapmamız gerekiyor arkadaşlar. Başımızı daha fazla kuma sokarak yaşayamayız.

Apolitik olmaktan vazgeçip elimizi taşın altına koymalıyız. Vatan bizden bunu bekliyor.
Sağ olsun, yorulmayalım diye şıkları ikiye indirdi Acun: Ya Pascalist olacağız ya da Nihatist.
Pascalist olursak Fransa’da doğmuş, Beşiktaşlı olmuş, Dominik’te coşmuş gibi hissedeceğiz kendimizi.
Bu görüşün ışığında YGS skandalını da, Deniz Feneri davasını da, hapisteki gazetecinin günahını da şıp diye çözeceğiz.
Pascal’ın bizi ara sıra diskoya götürecek olması da işin bonusu. Yeme de yanında yat.
Tabii şöyle çakı gibi bir Nihatist olmak da var. Kendisinin politik vizyonu zaten herkesçe malum.
Memleketinin koyununa bile Avrupalı’dan farklı bakan, kestikçe sakal gibi uzayan, iyilerin dostu kötülerin amansız düşmanı birinin takipçisi olmaya kim hayır diyebilir?

Yazının Devamını Oku

Küçük burjuvanın muhteşem dönüşü

10 Mayıs 2011
Beyaz Türk, çaktırmadan aydınları yaftalamak için kullanılan bir sıfata dönüştü. Gelin mazisine tur yapalım.

Yeni yetmeliğimizde solcu ağabeyler ve ablalar gıcık oldukları tiplere “küçük burjuva” derdi.
Biraz “onun bunun çocuğu” der gibi olurdu bunu söylerken yüzleri.
Hani eski Türk filmlerinde bir klişe vardır: Şımarık zengin çocukları parti yapıp İngilizce pop dinleyerek eğlenirler, filmin esas oğlanı fakir ve gururlu gençse onlara uzaktan, mağrur gözlerle bakar.
Gözlerindeki “seni yeneceğim İstanbul!” diyen Orhan Gencebay’ın bakışıdır.
Arabesk şarkıcılarının filmlerinde de esas oğlana “hallenen” bir küçük burjuva kızı olur hep. Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmindeki Melike Demirağ misali.
İşte o “küçük burjuva” günümüzde “Beyaz Türk” olarak nüksetmiş bulunuyor.
“Beyaz Türk” lafını icat edip yaygınlaştıranlara baktığımızda da zaten eski solcuları görüyoruz.

Yazının Devamını Oku

Selanik’te ilkbahar

9 Mayıs 2011
Kaderin cilvesi; “Selanik’te Sonbahar”ın yayınlanacağı hafta yine Selanik’teyim. Yunanca’ya çevrilen “Yolda Üç Kişi” hakkında konuşacağım.

Makedonya çiçeği burnunda bir baharın keyfini sürüyor. Bisikletli bir kadın geçiyor önümden, rıhtıma doğru. “Nirvana” tişörtlü iki genç, hızlı geçmiş cumartesi gecesinin ardından mahmur.
Geçen yıl bu vakitler, roman için araştırma yapmaya gelmiştim Selanik’e. Aklımda yıllardır kurtulamadığım bir hikâye ve onun kahramanları.
Ama henüz Latife o vapura binip babasının hayaletiyle adaya gitmemişti. Atilla da Paris’teki otelin lobisinde Fikriye’yle tanışmamıştı.
Şimdiyse daha siz okumadan geçmişten bir yaprağa dönüştüler bile.
Hayalimde onları son kez toplayıp veda yemeği verdim.
Beraber geçirdiğimiz yılın dedikodusunu yaptık biraz, biraz da insanların kitap hakkında ne düşüneceğini tahmin etmeye çalıştık.
“Merak etme, meramını anlayacaklardır” dedi Fikriye, düşünceli olduğumu görünce: “Bu dünyada hâlâ egoizme teslim olmamış insanlar var. Onlara bir şey ifade edecektir.”

Yazının Devamını Oku

Aşk 30’unda biter

7 Mayıs 2011
Bugün yaşı 35’i geçmiş olan kuşak “Logan’ın Kaçışı” dizisini mutlaka hatırlar.

Olay 23. yüzyılda geçmektedir. Büyük bir savaş sonrasında, kapalı ekolojik dengeye dayalı bir uygarlık kurulmuştur. Burada yaşayanlar 30 yaşına geldiklerinde, törenle idam edilirler.
İdam edilenlere “yeniden doğdukları” söylenir.
Oysa olay aslında yetersiz kaynaklardan dolayı nüfus planlamasından ibarettir.
30 yaşındaki kahramanımız Logan yeniden doğmaya hazırlanırken tanıştığı Jessica’ya âşık olunca fikir değiştirir. İdam edilmemek için kaçmaya karar verir. Şehrin polisleri çiftin peşine düşer ve olaylar gelişir.
O sıralar 7-8 yaşlarında olduğum için gözümde 30 ile 100 arasında pek fark yoktu.
Haliyle, 30’unda ölmenin sorun olacağını sanmıyordum.
Ama zamanla anladım ki aslında 30 yaşına gelince başka bir anlamda da olsa ölüyor insan. Hem de bile isteye. Çünkü âşık olmaktan vazgeçiyoruz.

Yazının Devamını Oku