Gerçek şu ki, yok bunun bir sonu. Şu saatten sonra isteseler bile duramazlar. Tarihte hiçbir radikal değişim operasyonunun geri vitesi yoktur.
İktidarı ele geçirenler onu kaybetmemek için sürekli ileri gitmek zorundadır.
Cumhuriyet Devrimi’nin öncüsü Atatürk bile ne demiştir: “Durmayalım, düşeriz!”
“Yeni Türkiye” mimarlarının buna cevabı ne peki: “Durmak yok, yola devam!”
Yaptığınız ister devrim olsun ister karşı-devrim, bir kere başladınız mı dibine kadar gitmeniz gerek. Durup “ne yapıyoruz biz?” dediğiniz anda kaybedersiniz.
Ayrıca, hareketin içindekiler rekabet halindedir. Birbirlerinden geri kalmamak için eli sürekli büyütürler.
Bu da işi freni olmayan devasa bir makineye dönüştürür. Haliyle, durmasını beklemek hayaldir.
En çok bağıranın en doğru sayıldığı bir çağdayız.
Ne kadar bağırırsak karşımızdaki de o kadar bağırıyor ve volümü sürekli artırmak zorunda kalıyoruz. Ta ki kimse kimseyi anlamaz hale gelene kadar.
Can’ın favori yazarlarından Behiç Ak’ın “Uyurgezer Fil” diye harika bir kitabı var. Bugünlerde onu sık sık okuyoruz.
Aşırı gürültülü bir şehir anlatılıyor. Herkesin bağırarak konuştuğu, kornasına asıldığı, televizyonun, teybin sesini köklediği...
Günün birinde şehre bir sirk geliyor. Tel cambazı fil ahalinin sevgilisi oluyor hemen.
Sonra anlaşılıyor ki bu filin bir hastalığı var: Kendisi tam bir uyurgezer. Çalışmadığı zamanlarda uyuyarak şehrin damlarında dolaşıyor.
Çok sevdikleri filin aniden uyanıp şok geçirmesinden korkan şehir halkı, o uykuda dolaşırken sessiz kalmayı öğreniyor. Fısıldayarak konuşmaya, araba yerine bisiklet kullanmaya, televizyonun sesini açmamaya başlıyorlar.
Hayatta her şey değişirken bir şeyin sabit kalması delikanlı bir huzur veriyor.
Seyrederken çocukluk günlerimi, annemle babamın genç ve sağlıklı olduğu yılları, kız kardeşimin yürütgecini falan hatırlıyorum.
Yoksa Eurovision kazanıp da hayatımda yer etmiş şarkıları toplasak iki elin parmaklarını geçmez.
Belki bir “What’s Another Year” vardır Johnny Logan’ın söylediği, kızların etekleri uçunca ilk cinsel heyecanımı yaratan Bucks Fizz grubu vardır belki, ha bir de Lena’nın geçen yılın şampiyonu şarkısı var.
Ama dedim ya, asıl Eurovision’un hissiyatı hoşuma giden.
“Değişmeyen” şeylerden biri de, yarışmanın değerli sunucusu Bülent Özveren tabii. Bülent Bey’in ezelden beri içine sindiremediği olay, komşu ülkelerin birbirine puan vermesi.
Özellikle Kuzey ülkeleri bu tavırlarıyla onu çok kızdırıyor.
Bir tarafta Başbakan’ın âlây-ı vâlâ ile açıkladığı “Çılgın Proje”, diğer taraftan doğal kaynaklarımızın gaspına karşı çıkan “Büyük Anadolu Yürüyüşü” olayı...
Akla GAP’ı getirmiyor mu? Hani şu artık telaffuz etmekten kaçınır olduğumuz en büyük ulusal projeyi?
Yalçın Doğan yazdı bile: “GAP gibi koca bir bölgenin hayatını değiştirecek ekonomik, aynı zamanda siyasi bir projenin 30 yılda bitmediğini görünce, Kanal İstanbul’u üfleyerek yemek gerek.”
Yalçın Ağabey’in bıraktığı yerden sürdürürsek, 30 yılda bitmeyen bir şey daha var: Güneydoğu’da akan kan.
Hani şu GAP’ın temeli atılır atılmaz bir “zamanlama harikası” olarak Eruh’ta başlayan ve bitmek bilmeyen kan.
GAP o günden sonra hatırlamaya korktuğumuz, çünkü her hatırladığımızda başımıza iş getiren bir projeye dönüştü ve tamamlanamadı.
Oysa ulus olma yolunda attığımız en büyük adımdı: Batıyla doğunun çıkarını bir daha ayrılmayacak şekilde birleştiriyordu.
Burası önemsiz bir laboratuvardır ve çalışanlar pek titiz değildir.
Kullandıkları malzemeyi temizlemeyi sık sık unuturlar. Bu da bazen tüplerin içinde kâinatların oluşmasına neden olur.
Kâinatımız da oluşmak için onların öğle yemeğine çıkmasını beklemiştir.
Laboratuvarın yegâne çalışanı olan kadınla erkek sevgilidirler ve aralarında bazı sorunlar vardır.
Onlar restoranda ilişkileri üzerine hararetle tartışırken kâinatın parametreleri şekillenmek için gereken zamanı bulmuştur.
Sıra tatlıya geldiğinde güneş sistemi doğmuş, kahve söylediklerinde ise gezegenimizde hayat başlamıştır.
Daha çalışkan insanlar olup yemeklerini yer yemez işlerinin başına dönselerdi içinde bulunduğumuz deney tüpünü musluğa tutacaklardı ve ne Kleopatra, ne Sultan Süleyman ne de Bill Gates olacaktı.
1998 yılının üzüm buğusu gibi nemli yaz akşamı.
Fransa’nın Atlas’a açılan kapısı La Rochelle. Yurtdışına ilk kez çıkmış bir kopil olarak bulunuyorum, film festivalinin kapanış partisinde.
Olay yeri, demirli bir vapurun güvertesi, DJ ha bire Dead Can Dance çalıyor.
Derdimiz, Boşnak ve Sırp öğrenciler arasındaki husumet. Dile kolay, Yugoslavya savaşı dün bitmiş ve çocukların arasında henüz kan var.
Nenad ne zaman yanıma gelse Cevat müsaade isteyip kalkmış masadan. Radomir’in arkadaşlık teklifi Selma tarafından sert bir şekilde reddedilmiş.
Kalbi kuşatma günlerinden hasta Cevat’ın. Savaş yetimi Alma ise “Saraybosna’nın yeniden imarı” programında çalışmak için sonbaharda Londra’ya gidecek.
Bense tüm bunları yıllar sonra “Yolda Üç Kişi” romanında anlatacağından habersiz bir şair.
Geçenlerde “2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü” için internetteki “Kuraldışı Dergi”ye inceliklerle dolu bir yazı yazdı.Müsaadenizle bugün Sedef’in “Dağ ve Ağaç” yazısını paylaşmak isterim. “Otizm Farkındalık Ayı” olan nisan bitmeden.
Dağ ve Ağaç
Düşündüm de, otizmle tanışalı iki buçuk yıl geçmiş. Bana bazen iki buçuk asır gibi bazen iki buçuk gün gibi gelen bir zaman dilimi.
Zaman ne kadar göreceli. İnsanın biyoritmi ile dünyanın dönüşü arasında nasıl da garip bir paralellik ve ayrılık var aslında. Bir gün bazen bir ömür gibi gelir insana, bazen bir ömür bir an kadar kısa.
Otizmle tanışalı beynimdeki kimyam değişti. Bakıp görmezmişim, duyup anlamazmışım meğer bazı şeyleri. Bedenimin içine yeniden girmeye çalışıyorum şimdilerde. Oğlumla okul yoluna çıkıyoruz, giderken de dönerken de çocuklar ve anneler her yerde.
Beden dili gerçekten çok şey anlatır ya bazen.
Gözüm yoldaki annelerin bedenlerine takılıyor. Tüm sevgileriyle yavrularının ellerini avuçlarının içinde sarmalayan şefkatli anneler. Bedenlerinde hayatın telaşı, zihinlerinde her gün yeni ilaveleriyle büyüyen bir yapılacaklar listesiyle yol alan anneler.
Gazetecileri-yazarları hapse tıkanlara alenen “bu iş daha bitmedi” mesajı vermişler.
Hiç kendilerini sansürlemeden, “başımıza bir iş gelir mi” diye düşünmeden öfkelerini haykırmışlar.
Böyle müdanasız bir tavra artık dünyada bile az rastlıyoruz.
Görüşlerine katılın ya da katılmayın, bir rock grubunun bu devirde bu cesareti gösterebilmiş olması bence müzik tarihimize geçecek bir olaydır.
Üstelik benim bildiğim Redd sansasyona falan ihtiyacı olmayan bir grup. Konserlerini dolduran, albümlerini alan yeterince takipçileri var.
En son Çağan Irmak “Prensesin Uykusu” şarkıları üzerine kalkıp koca bir film çekti.
Bu durumun kaymağını yiyip havuzlu villalarda oturmak varken ellerini taşın altına sokmuşlar.