Sahnede gelenekselle moderni birleştirmenin yollarını arıyorlar.
Ama bana sorarsanız, öncelikle yazarlar.
Hem de yazar geçinen pek çok kişiden daha çok. Kitaplarının tiyatro rafında durması bunu değiştirmiyor.
Biri Ali Poyrazoğlu, diğeri Ferhan Şensoy...
Sofya’ya İstanbul’dan daha erken gelen baharın ilk günü aldım ikisinin de son kitaplarını, vaktiyle Nâzım’ın ıhlamur ağaçlarına baktığı parktaki banka oturup okudum.
Bir ondan, bir bundan...
Okurken de anladım ki, şu dünyada 3 tür yazar var: Ikınarak yazanlar, sıkılarak yazanlar ve bizim için yazanlar.
Bir kere slogan basit: “Türkiye daha iyisine layık!”
Basit olduğu kadar da gerçekçi. Bugüne kadar genellikle “AKP memleketi batırdı, biz gelip kurtaracağız” dediler.
Seçmen çoğunluğunu ırgalamadı. Çünkü işin aslı, millet “battığımızı” falan düşünmüyor. İşine bakıyor.
Türkiye 90’larda dibe vurduğu ve karanlık şeyler yaşadığı için, ondan sonra gelen dönem fena görünmüyor Anadolu’ya.
Haliyle, CHP’nin sırf iktidar eleştirisiyle kazanmasına da imkân yok. Ama “daha iyisini” vaat ederek oyunda dengeyi kurabilir.
Daha iyi sağlık reformu, daha iyi sosyal adalet, daha iyi istihdam, daha iyi üretim, daha iyi eğitim, daha iyi dış politika...
Kimsenin ulusalcılığına ya da Atatürkçülüğüne halel gelmez. Ama söyleyenin özgüvenini gösterir.
“Salıdan sonra çarşamba gelir” misali.
Sandık ki bu yüzden fazla söylenmez entel muhabbetlerde. Herkes zaten bildiği için. Yanılmışız, geç anladık.
Meğer artık telaffuz edilmemesinin nedeni klişe olması değil, unutulmasıymış. Daha doğrusu unutturulması.
Şimdi söylemeye kalktığınızda Çince konuşmuşsunuz gibi oluyor meclislerde.
Oysa batılı aydına söyleyin, “Evet biliyoruz, ne olmuş?” der.
“Ulusal olmayan evrensel olamaz” sözünün sessizce unutulmasının nedeni, kafalarımızın çorba olması.
Kemal Tahir’i, Sultan Galiyev’i ya da Oğuz Atay’ı nasıl unuttuysak, bu söz de öyle silinmiş hafızamızdan.
İnsan sevdiğini öldüremez. Çünkü sevdiğimizle karşılaşmadan önce zaten ölüyüzdür.
Kalbimiz ölüdür, beyin, duygular ve kanatlar ölüdür. Sinir sistemi çoktan ruhunu teslim etmiştir.
Farkında olmamamız durumu değiştirmez.
Aslına bakarsanız, ölü olduğunu fark etmiş çok az ölü vardır. Ölülerin çoğu yaşadıklarını sanarak şirket koridorlarında ve alışveriş merkezlerinde dolanır dururlar.
Yaşadıklarını sanmalarının nedeni, henüz kimsenin bunu onlara söylememiş olmasıdır. Kimin gönlü elverir birine çoktan ölmüş olduğunu söylemeye?
Günün birinde âşık olurlar.
Bu hayatlarının en güzel şansıdır. Ama altın günler çabuk geçer. Sevdikleri tarafından öldürüleceklerini düşünmeye başlarlar er geç.
Böylece 90’lı yılların Kadıköy muammalarından biri, tam unuttuğumuzu sanırken hayatımıza döndü. Kimdir Erol Egemen ve ne iş yapar?
Mı6 disipliniyle çalışıp “arkadaşın arkadaşı” müessesesinden yararlanarak edindiğim birkaç done: Kendisi grafik tasarımcıymış ve gençken feyz aldığımız pek çok kitabın kapağını yapmış. Ben diyeyim Roland Barthes, siz deyin Enis Batur. İkinci olarak da, meğer ben hariç herkes bir yerden tanımaktaymış Erol Egemen’i.
Bense o şerefe nail olamadığımdan mıdır nedir (herhalde 2000’lerde bir ara mallaştığımdan olacak), filmi seyrederek kimliği hakkında çıkarsamalarda bulundum.
Onun Kadıköy sokaklarındaki bir yalnız olabileceğini düşündüm mesela. Bahariye’den Moda’ya elleri ceplerinde yürüyor ve efendice takılabileceği bir yalnızlar partisi arayışında.
Sonra aklıma bir Cem Akaş romanı kahramanı olabileceği geldi. Bir akşam Beşiktaş İskelesi’nde karşılaşıyoruz ve yazarı hayırsızın teki olduğu için resmen özür diliyor.
“Bırak Allah’ını seversen” diyorum: “Seninki yazar olmuş vefalı olamamış. Aradığı sorduğu yok.” Tabii aklıma Kargo şarkılarından birinin söz yazarı olabileceği ihtimali de geldi. Ne de olsa “Kadıköy Sound” altın yıllarını yaşarken ben de Bahariye’deki iki göz evimde bakır yıllarımı yaşıyor ve sadece radyomla sevişiyordum.
Bizim zengin olduktan sonraki halimiz olabileceği ihtimalini de düşünmedim değil. “Zengin olmak” ne demekse, işte ondan bahsediyordu, Altıyol’daki boğaya kırmızı mendil sallayarak.
Aslantepe tıklım tıklımdı. Gözler sahada, kulaklar Eskişehir’deki Kasımpaşa maçında. Bu bir hayat-memat günü. Beraberlik halinde Galatasaray 17 kez şampiyonu olduğu Süper Lig’e resmen veda edecek.
Düşmesi haftalar önce kesinleşen Konya eleğini çoktan asmış. Bu yüzden rahat oynuyorlar. Galatasaraylılarsa yay gibi gergin. Kasımpaşa 2-1 önde.
Beklenen gol geciktikçe 50 bin seyircinin baskısı kâbus gibi çöküyor omuzlara. Çakmak çaksan tribün alev alacak.
Hele son dakikalarda iyice paniğe kapılıyor, şuursuz bir doldur-boşalta bağlıyor Galatasaray.
Sağlı-sollu ataklar günün formda ismi Orkun Uçar’ın elinde eridikçe ayakları titriyor oyuncuların. Çiçeği burnunda başkan Ünal Aysal soğuk terler döküyor.
Daha da fenası, 89. dakikada gelişen bir kontratakta Musa’nın pasına koşan Mehmet Batdal topu alıyor, kalesini terk eden Ufuk’un üzerinden aşırıp atıyor Konya’nın golünü.
Maç bitiyor ve birer birer çimlere devrilen futbolcular çocuk gibi ağlamaya başlıyorlar.
Uzun uzun bakar delikanlıya, sonra nemli gözlerle gidip eşine sarılır: “Kim ne ara bizim mis kokulu minik bebeğimizi alıp yerine bu kıllı adamı koydu?”
Yasemin bana Can’a aldığı yeni ayakkabıları gösterince bu soruyu hatırladım: 32 numara, bildiğin basket ayakkabısı. Yahu bu adam daha dün el kadar şeyler giymiyor muydu?
Kim ne ara bizim bebeğimizi alıp yerine bu ayakkabıların sahibini koymuştu?
Daha doğrusu, küçük oğluma bu ayakkabıları giydiren zaman kim bilir bize fark etmediğimiz hangi “güzellikleri” yapmıştı.
Ayşe Arman’ın yazıları benim için bu konuda mihenktir: Alya’nın doğumuyla Can’ınki yakın olduğundan, Ayşe’nin naklettiği diyaloglar karşısında dalar giderim bazen.
“Nasıl geçti zaman, anlamadık?” deriz hep ama aynı zaman diliminde yaşadıklarımızı tek tek düşündüğümüzde anlarız Cemal Süreya’nın sözünü: “Akan zaman değil mesafelerdir.”
Çocuklarımızdaki değişimler herhalde bu yüzden sarsıyor bizi: Ne de olsa nostalji dediğimiz kendi gençliğimizin özleminden ibaret.
Oldu olacak adını da koyalım: Artık 1923 Cumhuriyeti’nde yaşamıyoruz.
Kendisi 80 darbesiyle felç edildi, 90’larda mafya-terör-enflasyon üçgeninde bitkisel hayata sokuldu, nihayet 2001 kriziyle de ruhunu teslim etti.
28 Şubat faslında da millici Müslümanlar tasfiye edildi, “Küreselleşmeci” kadroların önü açıldı.
Sonra Ak Parti yeni konseptin inşasına başladı. Adına ister Graham Fuller gibi “Yeni Türkiye” diyelim ister Mehmet Altan gibi “İkinci Cumhuriyet”, işte bu konseptin içinde yaşıyoruz.
Yani bir nevi “2002 Cumhuriyeti”nde.
“Yeni Türkiye” kendi sanayicisini, esnafını, yazarını parlatıp kalanı tasfiye etti. Yeryüzündeki her aklı başında insanda olan ulusal bilinç tu kaka sayıldı.
Bu yüzden bir batılı aydının asla düşmeyeceği tuzağa düşüp kendi milletlerinin aleyhindeki işlere alet oldu kafası karışık aydınlar.