Türkler oruçluyken güzel kokulu bir çiçeği bile koklamazlardı

Türk adı ile Ali Ufki Bey'in anılarını yazmış olması bugün bizler için bir şans.

Çünkü bu sayede dört yüz yıl öncesi Türk hükümdarının sarayında gündelik hayatın nasıl geçtiğine dair ayrıntılı bilgi edinebilmekteyiz. (Tabii yeri gelmişken dört yıl sonra Almanca, on dört yıl sonra da İtalyanca'ya çevrilmiş bu metnin bizde 337 yıl sonra yayınlanmasını sağlayan Ali Berktay ve yayıncı Kitap Yayınevi'ne de bir teşekkür yollayalım.)

Eserin tümünün çok ilgi çekici olmasına karşılık, ben bu hafta kitaptaki Ramazan ve yeme içme alışkanlıklarına dair bölümlere atıfta bulunmak istiyorum. Daha fazlasını merak edenler, elbette kitabı satın alıp bu ilginç tarih içindeki yolculuğu satır satır okumalı...

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı üzerine Ali Ufki Bey bilinenin ötesinde pek fazla ayrıntıya girmiyor. Kutsal ay için önce ‘‘Sabah gün doğumundan, akşam gün batımına kadar hiçbir şey yemememin şart olduğu’’nu kaydediyor.

En azından Osmanlı tarihine yabancı olanlar açısından pek bilinmeyen bir ayrıntı ile ilgili olarak ise şöyle yazmakta: ‘‘Ramazan ayında, dış sarayların içoğlanları bütün gece atıştırdıkları bazı yiyecekleri satın almak için aralarında para toplar ve büyük saraydakiler de beşli gruplar oluşturup, saray mutfağının aşçılarıyla gece taşınacak yemek sinisi başında pazarlık ederler.’’

Yazar her ne kadar sonradan Müslümanlığı kabul etmiş ise de, notlarında Hıristiyan bakış açısını korumakta. Bunu, Protestanları kast ederek sarf ettiği ‘‘Bizim aramızda da reform geçirdiği ileri sürülen dinin peşinden gidenler’’ sözünden anlıyoruz. Ramazan ayındaki İslami oruç geleneğini anlatırken de, yine Protestanlara atıfta bulunarak, Müslümanlar için de ‘‘güneş batana kadar hiçbir yiyeceğe el sürmezler ve güneş battıktan sonra da hiç ayırım yapmaksızın hem et, hem de balık yiyerek oruç tutarlar’’ diyor. Sonra yine sözü Protestanlara getirerek, ‘‘Ama onlar, Türkler gibi bu orucu bir ay sürdürmek zorunda değildir’’ diye ekliyor.

DİN REFORMU YAPTIK

Osmanlı İmparatorluğu'nda on dokuzuncu yüzyıla ait okuduğum sayısız gündelik hayata ilişkin hatıratta, oruç tutma zorunluğunun neredeyse işlemez hale geldiğini görmüştüm. Elbette Ramazan hálá en kutsal aydı ve oruç bir dini zorunluluk sayılmaktaydı. Ancak bu kutsal ay içinde oruç tutmamak da kabul edilebilir hale gelmişti ve bunun keskin bir biçimde cezalandırılması yolundan vazgeçilmişti.

Ali Ufki Bey ise 1650'li yıllara ilişkin anılarında oruç tutmanın Türklerdeki sıkılığına işaret ederek şunları söylüyor: ‘‘Ramazan'da oruçlarına öyle sıkı uyarlar ki, en uzun günlerde (çünkü bizimkinden on bir gün kısa tuttukları ay yılı nedeniyle, Ramazan kimi zaman kış, kimi zaman da yaz aylarına denk gelir) ve en kavurucu sıcaklarda bile, serinlemelerini sağlayacak bir damla suyu gün boyunca ağızlarına almaya kalkışmazlar.’’

Buraya kadarını anlamakla beraber, hatıraların aynı bölümünde orucun başka yasakları da kapsadığını okuduğumda şaşırmadım desem yeri. Bize öğretilen, Ramazan ayında orucun cinsel ilişkiyi de kapsadığıydı. Oysa yazar yasakların listesini genişletmekte tereddüt etmiyor. ‘‘(Türkler Ramazan'da) koku sürmeye veya herhangi bir güzel kokulu çiçeği koklamaya, görüntüsüyle kendilerine haz verecek herhangi bir şeye bakmaya, kulaklarını hoş sedalarla okşamaya, genel anlamda beş duyumuzdan zevk almamızı sağlayabilecek herhangi bir şey yapmaya kalkışmazlar. Güneş bizi aydınlattığı sürece, bütün dünyevi ve duyumsanabilir şeylerden uzaklaşıp, maneviyat üzerine tefekkküre dalarak, Allah'a dualarını daha büyük bir kalp temizliği ile sunacak halde olmaları gerekir.’’

Bugün yukarıdaki görüş, en azından uygulamada ortadan kalkmış görünüyor. Belki de biz dinde reformu bir biçimde yaptık da adını koyamamaktayız...

Bu köşe din meselelerinin tartışıldığı bir yer değil. Ulema ‘‘doğrusu yukarıdaki gibidir’’ diyorsa benim bu hükme şer'en itirazım olamaz. Yine de, kendilerine bütün saygımla, yaklaşık 400 yıl sonra farklı bir noktaya gelmiş olmamızdan şikayetçi olmadığımı belirteyim. Güzelliğin hiçbir şekli, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, her ne yaparsa güzel yaptığını söyleyegeldiğimiz Allah'a ulaşmaya engel teşkil edemez.

BİR DEVŞİRMENİN ANILARI: TOPKAPI SARAYI’NDA YAŞAM

Tarihin üniversitelerde ‘‘beşeri ilimler’’den sayılması yadırganamaz, çünkü insanın ve insanlığın hikayesini anlatır. Yeryüzünde kısıtlı bir zaman dilimi içinde yaşamak, insanları geçmiş ve gelecek konusunda merak sahibi kılmakta. Ayrıca günümüzü doğru anlayabilmek için de tarihi bilmeye ihtiyacımız var.

İhtiyaçtan olduğu kadar, çocukluktan beslenen bir merakla tarihe ilgi duyarım. O kadar ki, üniversite yıllarında tarihi ikinci anadal eğitimi olarak seçtim. Merakım hálá bir tarih öğrencisi olarak devam etmekte. Tarihle ilgili yayınları da ilgiyle takip etmekteyim.

Bunlardan sonuncusu, Murat Bardakçı'nın editörlüğünü yaptığı Hürriyet Tarih dergisi. İlk sayıda hayranı olduğum bir tarihçimiz, Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın bir sözü aklıma adeta çivi yazısıyla kazındı. Hoca, ‘‘Maalesef, Türk tarihinin yazılı malzemesini değerlendirme açısından eksik bir durumdayız’’ diyor. Türk tarihinin yeterince gün ışığına çıkartılamamış olmasından yakınıyor. Halbuki biz, bir anlamda tevarüs ettiğimiz Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi, köklü bürokrasi geleneği bulunan bir milletiz. Bürokratik geleneğin bir parçası olarak da kayda kuyda hep önem vermişiz.

Tarih denince, öğrenim görmüş insanların kaydadeğer bir çoğunluğunun, günümüzde olumsuz tepkiler vermesinin belki de en önemli nedeni, konunun okullarda yavanlaştırılması. Yavanlık, tarihin eğitim sistemine yön verenlerin milliyetçi bir bakış açısından tarihi yeniden yazma gayretlerinden gelmekte oluşu diye düşünüyorum. Propagandanın her türlüsü, her zaman Goebbels'inki kadar ileri gitmese bile, insana antipatik görünmekte. Endoktrinasyon -yani resmi ideolojinin zihinlere nakşedilmeye çalışılması- aydın olma sıfatıyla çelişiyor. Bir de milliyetçilik, on sekizinci yüzyıl Alman romantizmi ile yirmi birinci yüzyılın globalizmi arasında sıkışıp kalmış bir kavram.

Bütün bunlar, bir tarih öğrencisi olarak, ilgimi yabancı gözlemcilerin bizler hakkında yazdıklarına çevirdi. Elbette kaynağın yabancı olması tarafsız olması anlamına gelmiyor. İlginç olan, burada dıştan bir bakışın getirdiği farklı yaklaşımlar.

Bu hafta size bir Osmanlı devşirmesi olan santuri Ali Ufki Bey'in (devşirilmeden önceki adıyla Albertus Bobovius'un) 1665 yılında kaleme aldığı ‘‘Topkapı Sarayı'nda Yaşam’’ adlı eserinden söz edeceğim. 1610 doğumlu Bobovius, yaklaşık yirmi yaşında -muhtemelen- Kırım tatarları tarafından esir alındı ve önce Edirne Sarayı'nda, ardından da Topkapı Sarayı'nda içoğlanı olarak yaşadı. Her içoğlanı gibi Müslüman oldu ve iyi eğitimi ve özellikle müzik yeteneği ile sarayda kendisine iyi bir yer edindi.
Yazarın Tüm Yazıları