Paylaş
HAZİRAN ayının ilk günleri İstanbul’da okulların çoğunun mezunları için düzenlediği özel günlerle geçiyor. Pilav, aşure, sosis, boza ve daha akla gelmedik nice yiyeceğin adıyla anılıyor bu günler. İstanbul’un gözde liselerinin neredeyse tümünün böyle bir günü var.
Geçen pazar günü mezun olduğum yatılı okulun, Galatasaray Lisesi’nin böyle bir gününde okul arkadaşlarımın bir kısmıyla buluştuk. Okulda hasret giderdik. Okulun aşçıları yerine Sodexho’nun aynı lezzette hazırlayıp sunduğu klasik cumartesi öğle yemeğimiz olan kuzu fırın, iç pilav, salata ve tulumba tatlısından oluşan nefis yemeğimizi yedik. Okulda gezindik. Sekiz on yıl her yılın sekiz ayı boyunca aşındırdığımız koridorları yeniden gezdik. Sınıflara girip eski yerlerimize oturduk. Grand Cour’a gidip yeni tribünlerde oturduk. Arka bahçeden komşu evin penceresine nostaljik bir bakış gönderdik.
Bizden birkaç dönem küçük olanlar ise bir gece önceden okula gidip o akşam önce okuldan kaçmış, Beyoğlu’nda eski aşina mekanları gezmiş, üstelik bir de içip parmaklıklar yerine açık bırakılan kapıdan sabaha karşı içeri süzülmüş ve gizlice yatakhanelere çıkıp son yatakbaşı sohbetleri yaptıktan sonra sabaha karşı uyuya kalmışlardı.
Sabahleyin yatak başlarına anahtarıyla vuran ve 'kalkın, Almanya’da ikinci vardiya başladı' diyen Mehmet Ali hocamız artık aramızda olmadığından ve onun ardından son yıllarda böyle mezun gecelerinde onun yerini alan ve bir yıl önce gönüller ve anılardaki değişmez yerini alan sevgili A. Ramazan’ın 'kalkın miskinler' diye bağırması da artık ulaşılamaz bir hayale dönüştüğü için sabahleyin ne oldu bilemem.
Tek söyleyeceğim geçen pazar günü hepimizin birer çocuk gibi şen olduğuydu.
Unutulmaz Bir Anı
Bu yılki pilav gününün unutulmaz anısı, bahçede bir köşeye yerleştirilen takımımızın bu yıl kazandığı dört kupaydı. Alttan üste doğru spor yazarları, kupa, lig ve UEFA kupaları dizilmişti. Hemen hepimiz bu kupaların önünde birer anı fotoğrafı çektirdik. Ben de Cemiyet başkanımız sevgili ağabeyim Cengiz Nayır’la birlikte böyle bir fotoğraf çektirdim.
Bu arada Cengiz Nayır, Galatasaray Liselilerin okulumuzun spor kulübüne mezunların şükranlarını bildiren iki plaket hazırlatmış. Duygusal bir havada geçen bir törenle bu iki şilt kulübümüzün başkanı Faruk Süren’e verildi. Şiltlerden biri yönetim kurulu için, diğeri ise eski futbolcumuz, hocamız ve kulübümüz üyesi Fatih Terim’e idi. Faruk Süren de doğrusu çok hoş bir konuşma yaptı. Galatasaray Lisesi ile Galatasaray Spor Kulübü’nün birlikteliğini vurgulayan sözler söyledi.
Galatasaraylı Ünlü Siyasetçiler
HER okul ünlü mezunları ile övünür. O nedenle böyle günlerde eski yeni ünlülerin adları anılır. Bizde bunları yazmak mümkün de ancak bunun için bir cilt kitabı okumayı göze almak gerek. 550 yıl içinde okuldan mezun olan o kadar çok ünlü sima var ki!
Ancak yine de son Galatasaray dergisinde 'Onlar da Mektep’te okudu' başlığı altında bazı siyasetçi isimleri anılmış ki, gerçekten ilginç. Galatasaraylı ünlü siyasetçiler denince, en üst düzeyde görev yapmışlar arasında, aklıma hemen iki başbakan, Suat Hayri Ürgüplü ve Nihat Erim gelirdi. Meğer gerçekte çok daha ilginç isimler varmış. İşte bunlardan bazıları...
1928-1939 yılları arasında Arnavutluk tahtında oturan Arnavutluk Kralı Ahmet Zogo
1932 yılında Suriye Cumhurbaşkanı seçilen Mehmet Ali El Abid
1952-1963 yılları arasında İsrail Cumhurbaşkanı olan İshak Ben Zvi
1872’de Bulgaristan Başbakanı olan İstanbuloff
1953-1955 yılları arasında İsrail Başbakanı olan Moşe Şertok
Tarihini bilemediğim bir dönemde Suriye Başbakanı olan Suphi Bereket...
Bu arada birkaç da eski sadrazamı anayım. Çorlulu Ali Paşa, Melek Ahmet Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa da eski birer Galatasaraylı.
İğde Kokusu
SEVGİLİ dostum Mustafa Kutlu, Yeni Şafak’taki bir yazısında 'Gecenin bir vaktinde, balkona çıktığımızda, nereden geldiği belli olmayan bir iğde kokusu bize de ulaşıyor' diye yazmış. Kendisini ne kadar kıskandım bilemezsiniz.
Ben İstanbul’un nispeten açıklık bir yerinde oturuyorum. Arka penceremden üç karış çim görüyorum. Cümle kapılarımızın önündeki çiçek tarhlarında da küçük bitkiler çiçek açmak için debelenip duruyor. Eğer başarırlarsa evin cümle kapısının önünü de onlar varlıklarıyla şenlendirecekler.
Bu kadarı bile artık İstanbul’da neredeyse bir lüks oldu. Ancak çok zenginler göz alabildiğine yeşil ve ağaçlı yerlerde oturuyor. Ya da şehrin adı İstanbul, kendi gerçekte bambaşka bir yer olan köşelerinde oturanların bu tür şansları var.
Oysa ünlü Fransız mimar Le Corbusier’nin anlattığı, çizimlerini yaptığı yüzyıl başı İstanbul nasıl bir bahçe şehirmiş! Hala sağda solda kalan birkaç küçük bostan bunun tanıklığını yapmakta. Bir de semt adlarına birer nostaljik etiket gibi yapışmış birkaç sebze meyva adı var. Arnavutköy çileği, Çengelköy salatalığı gibi. Sanki hoyrat birileri, ellerinde birer bıçak, İstanbul’un doğayla bağlarını her gün inanılmaz bir vahşet duygusu içinde kesiyor.
Mustafa Kutlu’nun İstanbul’un bir yerinde iğde kokusunu duymasını bu nedenle hem garipsedim, hem de kıskandım.
Yazısının bir yerinde, 'Aaa.. İğde değil mi bu.. Vay be.. Demek iğdeler çiçek açtı. Bahar önümüzden geçmiş gidiyor da haberimiz yok diyoruz' diye yazmış. Bahar gelip geçti bile. Ben iğde kokusunu duymadığım gibi manavların tezgahlarında bile rastlamadım iğdeye.
Ne hüzün verici bir manzara. Sizce de öyle değil mi?
Paylaş