Ne Var Ne Yok?

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

İSTANBUL’a döneli birkaç gün olduğu halde, daha doğru dürüst sokağa çıkabilmiş değilim. Evde birikmiş gazeteleri okumaktan gözlerim ağrıdı. Daha koca yığın bitmeden ertesi günün gazeteleri üzerine eklendi. Gündemi büsbütün kaçırmamış olmak için neredeyse tümünü satır satır okudum. Böylece o fıkralardaki bilgisayarları deli eden 'ne var, ne yok' sorusunun cevabını bulmaya çalıştım.

Anlaşılan o ki, İstanbul her zaman bildiğimiz, iyisi ve kötüsü bir arada o renkli İstanbul. Olan oldu, kaçan kaçtı. Yine de bazı haberler bana diğerlerinden daha ilginç geldi.

Çok gerilere gitmemek kaydıyla, burada olmadığım sırada gazetelere yansıyan ilginç olaylardan, gelişmelerden ve tartışmalardan bazılarına değinmek istiyorum...

Kaldırımlar

Başlığı görünce aklınıza Necip Fazıl’ın şiiri gelmesin. Kaldırımlar bir süredir zihnimden kovamadığım bir fikri sabit, yeni dildeki deyimiyle bir tür 'takınak'.

On gün kadar önce New York ile ilgili bir yazımda kentin alçak kaldırımlarından söz etmiştim. Bunlar araçların asla tecavüz etmediği, bütünüyle yayalara terk edilmiş yol kenarlarıydı.

Barselona’da da gözüm kentin kaldırımlarına takıldı. İnanın doğruyu söylüyorum, bir süre yolun nerede bitip kaldırımın nerede başladığını anlayamadım. Göz ucuyla şöyle bir ölçtüm ve kaldırımın yüksekliğinin bir karışı bile bulmadığını fark ettim. Üstelik kaldırımların geçit noktalarında burası adeta yolla aynı düzeye indirilmişti. Özürlü insanlar sandalyeleriyle kolayca geçebilsinler diye!

Uygarlıkla kaldırımlar arasında vazgeçilmez bir ilişki olduğunu o anda daha iyi anladım.

Aklıma ister istemez Necip Fazıl’ın iki mısraı geldi:

'Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,

Ne senin anladığın kadar kaldırımları....'

İstanbul’un Fethi

İSTANBUL’un fethi kutlamaları basında epeyce gürültü koparmışa benziyor. İyi de olmuş. Tartışmak, düşünce hayatının en yararlı egzersizi hiç şüphesiz. Yalnız tartışmak denince akla ilk gelen düşüncelerin alel acele kağıda dökülmesi olmamalı. Eskiler böylesi davranışı, 'işkembei kübradan atmak' olarak nitelerdi. Akılla değil, mide ile ne kadar düşünülürse, işte o kadarlık bir değer atfedilirmiş bu tür düşüncelere.

Bu konuda birçok önemli söz edilmiş. İçlerinde Doğan Hızlan’ın yazısını döne döne okudum. Fethin bir kırım, bir işgal olmaktan çok öte yanları bulunduğuna işaret edişi ne kadar isabetliydi. Fatih’in büyüklüğü İstanbul’u fethetmesine indirgenemez. Aklı başında hiçbir tarihçi de zaten Fatih’e böyle yaklaşmış değil. Sevgili dostum Nedim Gürsel’in romancı duyarlığı ile yazdığı kitap bile gerçek bir tarihçinin Fatih’i algılaması gerektiği ölçüde renkli bir Fatih portresi çizemedi. Fatih, İstanbul’un fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun tahtına çıktığını düşünüyordu. Doğu’yu Batı’ya eklemliyordu. Tarihin en büyük sentezlerinden birini oluşturuyordu.

Siyasal kaygılarla değil, sadece bu büyük boyutu karikatüre indirgediği için yıllardır özellikle İslamcı kesimin fethe atfettiği önemi ifade etmek üzere düzenlediği törenlere ilgi duymuyorum. Hatta bunlardan kaçıyorum.

Yeri gelmişken Fatih konusunda çok garipsediğim bir tutumu dile getirmek isterim. Fatih’e ait bazı defterler son zamanlarda sözü edilir kaynaklar oldu. Bunların yeni baskılarında bazı bölümlerin neden ısrarla yayınlanmadığına ve gözden uzak tutulmaya çalışıldığına bir türlü akıl erdiremiyorum. Bir de acaba niye kimse Fatih’in annesinin dinini merak etmiyor? Ya da Fatih’e boyuna İslami yakıştırmalar yapanlardan birisi, bana annesinin nerede ve nasıl öldüğünü söyleyebilir mi?

Bütün bunlar, sağdan veya soldan İstanbul’un fethi ve Fatih Sultan Mehmet hakkında yazılıp söylenenler beni tedirgin ediyor. Tarihi algılamak ve değerlendirmekten çok, tarihi verileri istediğimiz gibi çekip çekiştirme izlenimi uyandırıyor.

Bu arada tartışmalar sırasında bana en önemli noktalardan birinin yeterince altı çizilmemiş gibi geldi. Erdoğan Aydın’a böyle bir tartışma açtığı için teşekkürler... Ama onun Cumhuriyet’teki yazısında söylediklerine katılmıyorum. 550 yıl önceki bir olayı, 550 yıl sonraki değer yargılarıyla yargılamak hiç doğru olur mu? Böyle bir tavra kargalar bile güler.

Tartışalım, ama tartışırken de belli bir düzeyi muhafaza edelim!

Boğaziçi Festivali

İSTANBUL’a daha dönmeden uçakta Hürriyet’i okurken gözüm bir ilana takıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 15-29 Haziran tarihleri arasında Üçüncü Uluslararası Boğaziçi Festivali’ni yapacağını duyuruyor.

Festival bana biraz garip göründü. 'Ne ararsan bulunur' türünden bir programla karşı karşıya buldum kendimi. Yine de Büyükşehir Belediyesi’nin kültüre gösterdiği ilgi hoşuma gitmedi desem yalan olur.

Programda Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’ndaki Gloria Gaynor konseri, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda 22 Haziran’da dinlenecek olan Yannis Saoulis’in Rebetiko’su ile Yıldız Sarayı’nda 18, 24 ve 26 Haziran tarihlerinde oynanacak Wolfgang Amadeus Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma adlı ünlü şarkılı oyunu ilgimi hemen çekti.

Festival bu etkinliklerle sınırlı değil. Mesela İrlandalı dansçıların 'Sound of Dance' (Dansın Sesi) temsilini merak etmiyor değilim. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım, nedense kendilerine İngilizce bir isim seçmiş olan Golden Horn Ensemble (Türkçesi, Haliç Topluluğu) adlı grubun 'Sultan Bestekarlar' konserini izlememi salık verdi.

Bu festivale mutlaka gideceğim. İnşallah her şey iyi olur ve ben de olumlu izlenimlerimi aktarırım.

Yazıyı şimdiden yazmamın nedeni ise, izlenimlerimi aktardığımda artık geri dönülmez bir noktaya gelineceği. Çünkü o konserler veya oyunlar, sözünü ettiğim yazılar yayınlandığında geçmişte bir seda olarak kalacak. Bence doğrusu bütün bunları meraklılarına şimdiden haber vermekti. Ben de öyle yaptım. Sevaplar ve günahlar festivali düzenleyenlere ait. Memnuniyetinizi bana, şikayetlerinizi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bildirin!

Yazarın Tüm Yazıları