Tuğrul Şavkay

Külli cahilin cesur

12 Ağustos 2001
Araplar cahilleri ikiye ayırır. Cahil-i anud ve cahil-i munsif diye. Cahil-i munsifler bilmediğini teslim eden ve bunu söyleyen cahillerdir. Benim korktuğum cahil-i anudlar. Çünkü onlar kelimenin sözlük anlamıyla inatçı cahillerdir. Geçen hafta bu köşede bir düğün yemeği ile ilgili bir yazı yazmıştım. Konu gündemden düşmedi.

Birkaç gün önce gazetelerde, Fiba Holding'in sahibi Hüsnü Özyeğin ve eşinin, oğullarının düğünündeki ‘‘şanssız’’ olarak nitelendirdikleri zehirlenme olayı nedeniyle davetlilerden özür diledikleri haberi yer aldı.

Doğru, olay ev sahibi açısından gerçekten ‘‘şanssızlık’’tır. Ama gerçek şanssızlık olayın amatörce organize edilmiş olması. Profesyonel ortamlarda böyle şanssızlık olmaz. Çünkü şanssızlıktan ancak elde olmayan nedenlerden ötürü söz edilebilir. Burada ise olması gereken ekipman, doğru örgütlenme ve iş akışı şemasıyla çalışılsaydı, böyle bir durumla karşılaşılmazdı.

Özyeğinlerin mektubu ile birlikte düğünün yapıldığı Parkorman'daki Chefs Restaurant'ın sahibi Atilla Aksoy da bir özür mektubu göndermiş. Aksoy, zehirlenmeye sıcak ve nemli ortamda en fazla 45 dakikada ikram edilmesi gereken ıstakozların geç servis edilmesinin neden olduğunu belirtmiş. Özürlerinin kabul edilmesini istemiş.

Buna özrü kabahatinden büyük derler. Daha fazla yorum yapmayacağım...

BU İŞ BİR KAZA DEĞİL

Milliyet-Pazar'da Mehmet Kenan Kaya'nın haber ve röportajı yayınlandı. Kaya, düğünün ‘‘beklendiği gibi görkemi, başarılı organizasyonu ve dedikoduları ile değil; düğün sahiplerini ve düzenleyenleri çok üzen tatsız bir kaza nedeniyle’’ konuşulduğunu yazıyor.

Bu iş bir kaza değil. Yolda araba sürerken üzerinize yıldırım düşse bu kazadır. Ama bozuk bir yolda saatte 200 km sürat denemesi yaparken duvara toslarsanız bunun adı kaza olamaz! Ayrıca düğün sahiplerinin üzülmesini anlıyorum da, düzenleyenler niçin üzülmüş? Onlar sadece utanmalı!

Röportajda ise organizasyonun tümünden sorumlu olduğu anlaşılan Nature-Dolce şirketinin ortaklarından Nilgün Bego çiçekçilikten yiyecek işine geçişini anlatırken şöyle diyor:

‘‘Yonca Bagana (şirketin diğer ortağı) benim çok iyi müşterilerimden biriydi. Bir gün bana 'Benimle iş yapar mısın?' dedi. 'Yaparım Yonca' dedim, 'ama bir tek şey yaparım. Benim bir home-made hayalim var.' Bu Yonca'nın da çok arzuladığı bir şeydi...’’

‘‘Home-made’’ hayal nedir? Bir bilen varsa bana da anlatsın lütfen. Bu ‘‘home-made’’ (ev yapımı) lafı zaten midemi bulandırıyor. Ev-yapımı işlerle -bunlar her neyse- uğraşmayı hayal eden birileri 850 kişilik bir davet organizasyonu işine nasıl girebilir? Bunu ancak eski bir deyişimizdeki ‘‘külli cahilin cesur’’ (bütün cahiller cesurdur) deyişiyle açıklamak mümkün.

Aynı nöportajda organizatör Nilgün Bego, Özyeğin ailesinin ‘‘Bu düğünü hazırlayabilir misin?’’ diye sorduğunu naklettikten sonra, ‘‘Bir iki toplantı yapıp işin nasıl olacağını kararlaştırdık’’ diyor.

Organizasyonu yapanlara sorum şu: Arkanızdaki hangi güce, hangi altyapıya güvenerek bu cevabı verdiniz? İşin püf noktası burası. Bir lokanta içinde elli-altmış, hatta yüz kişiye yemek vermek elbette ciddi bir iştir ve önemli bir altyapı, bilgi ve deneyim gerektirir.

Arkasında hazır mutfağı olan bir yerde beş yüz, hatta bin kişiye yemek vermek ise çok daha kapsamlı bir iştir. Farklı bir mutfak ve eklerine ilişkin altyapı gerektirir.

Ama, profesyonel dilde ‘‘outside catering’’ diye adlandırılan kırın ortasında bin kişiye yemek vermek ise çok daha muazzam bir alt yapı ve bilgi birikimi gerektirir. Bu olmazsa da ortaya ‘‘ıstakoz krizi’’ gibi krizler çıkar. Bizde asıl bilinmeyen ve anlaşılmayan da tamı tamına bu.

AYVALIK’TAKİ ZEHİRLENME

Okuduğunuz yazıyı ne düğün sahiplerini, ne de kişisel olarak tanımadığım hamın organizatörleri yermek ve üzmek için yazdım. Hatta Ali Rıza Kardüz üstadımızın Milliyet'teki yazısını okuduktan sonra organizatörlere sempati bile duymak mümkündü.

Ne yazık ki, olan bitenler sempati ve antipati ile açıklanamayacak kadar ciddi. Bizde bu işler uzun zamandır çok hafife alınıyor. Üzüldüğüm bu umursamazlık. Nitekim böyle bir tutumdan ötürü iki hafta önce Ayvalık'ta bir otelde 400 kişi zehirlendi. Hastanelerde yer kalmadı.

Yiyecek-içecek konularında ustam ve patronum Sedat Zincirkıran geçen yıl bir olay anlatmıştı. Depremden hemen sonra Dünya Bankası deprem bölgesindeki öğrenciler için bir yardım kampanyası oluşturur. Bölgedeki öğrencilere öğle yemeği verilmesi için bir bütçe ayırır. Şartnameyi ise Milli Eğitim Müdürlüğü hazırlar. Bu işlerden anlayan birisinin okuduğunda tüylerini diken diken edecek bu şartname yine hiçbir altyapı ve bilgi ve deneyim talep etmez. Zaten sonuçta ihaleyi de yöredeki küçük bir lokanta kazanır. Kısa yoldan sonucu söyleyeyim: Binlerce öğrenci yapılan yemeklerden zehirlendi. Allah'tan ölüm vakası görülmedi. Dünya Bankası'nın yardımı da boşa gitti.

Kendisi endüstri mühendisi olan Mutfak Dostları Derneği Başkanı, dostum Semih Somer geçen haftaki yazım üzerine bir mektup yollamış. Keşke yerim olsaydı da mektubun tam metnini yayınlayabilseydim. Orada Somer, büyük bir isabetle, ‘‘Bu aslında bir kriz değil, yapılan yanlışlıklar zincirinin kaçınılmaz bir sonucudur’’ diyor. Somer'e göre, ‘‘düğün yemeğinin esas oğlanı olan yemek için teknik donanım uygun seçilmemiş olmalı.’’ Somer şöyle tamamlıyor cümlesini: ‘‘esas oğlan olan yemek yakışıklıdır ama hem nezledir hem de öksürmektedir.’’ Semih Somer'in bir başka tesbiti de şöyle: ‘‘Bu büyük operasyon ancak uygun mutfak, dağıtım ve servis sisteminin mevcudiyeti ile sağlıklı ve başarılı olabilirdi.’’

GARSONLARI SUÇLAMAYIN

Son olarak organizatörlerin sorumluluğu garsonlara yüklemesinin de bir haksızlık olduğunu söyleyeyim. Sayın Nilgün Bego, ‘‘Eğer garsonlar profesyonel olsaydı, (yemeklerin bozuk olduğunu) fark edip insanlara pas etmezdi’’ demiş. Bence bunu söylemekle de büyük bir yanlış yapmış. Bütün bozuk yemekler kokacak diye bir şart yok. Salatanın yeterince yıkanmamış olmasından, ev işi bir mayonezden ve daha nice gözle görülmeyip burunla hissedilemeyen özellikten ötürü de bir yemek bozuk olabilir. Garson gıda analisti mi? Kusura bakmayın Nilgün Hanım ama, profesyonel olmayan garsonlar değil, bizzat sizsiniz!

İşin acıklı yanı da ille ıstakoz adam zehirler diye bir şey yok. Kötü hazırlanmış ve sunulmuş her yemek, bazen bir çorba bazen de bir köfte insanı zehirleyebilir. Asıl sorun da bu!
Yazının Devamını Oku

Istakoz öldürür mü?

5 Ağustos 2001
Geçen hafta Edvina Sponza-Murat Özyeğin'in düğününde yaşanan ıstakoz krizi gazete manşetlerindeydi. Misafirlerin ıstakozdan zehirlendiği söylendi. Beyler, ‘‘hijyen’’ diye bir şey var. Yiyeceklerin temizliği, ortamın temizliği, kap kacağın temizliği, insanların temizliği her şey buna dahil. Yalnız temizlik de yeterli değil. Bilimin öngördüğü sağlık şartlarını da yerine getirmek gerekiyor. Dolayısıyla insanı öldüren ıstakoz değil, hijyen eksikliği.

Geçtiğimiz haftanın gazete sayfalarında geniş yer tutan haberlerinden biri de Edvina Sponza ve Murat Özyeğin'in düğünündeki 'ıstakoz krizi' idi. Sosyete haberleri benim ilgi alanıma girmez. Ama konu ıstakoz olunca düğündeki olaylara değinmeden edemedim.

Tefrikaya dönen haberleri görmeyen her ne kadar yoksa da ben yine de usuldendir diye bir özet yapayım. Finansbank'ın patronu Hüsnü Özyeğin'in oğlu ile İzmirli mücevherci Edvina Sponza Fransa Konsolosluğu'nun Tarabya'daki yazlık bahçesinde yapılan bir düğünle evlenmişler. Ancak, masallardaki gibi, 'onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine' durumu olmamış. Davetliler, koskoca banka sahibinin oğlunun düğününe gösteriş yakışır diye olsa gerek, mönüye dahil edilen ıstakozdan bir kötü zehirlenmişler.

Şüpheci bir yaklaşımla olaya bakanlar için zehirlenenler listesi abartılı gözüküyor. Çünkü mesela Sakıp Sabancı'nın zehirlenme olayı sonradan hekimlerce 'bağırsak tıkanması' olarak tanımlandı. Olsun! Koskoca zenginler, muhabirin 'ıstakozdan siz de zehirlendiniz mi?' sorusuna 'hayır' diyecek değil ya. Sonra, Allah muhafaza, adamın ıstakoz yemediği ortaya çıkar. Diğer seçkin zevat da, 'vay kıro, demek ıstakozdan anlamıyor' deyiverir adam için.

Bu son söz bazıları için ölümden de beter. Çünkü bizde zenginler ikiye ayrılır: Kıro olanlar ve kıro olmayanlar. Hemen söyleyeyim ki, bu günlerde hem rafine hem de zengin olanlar nadirattan. Kıro olanlar da kendi içinde ikiye ayrılıyor: Gizli kırolar ve açık kırolar. Gizli kırolar ıstakozdan nefret etse bile yiyor gibi yapar. Sonra gidip karnını köftecide veya işkembecide doyurur. Adını bir yerlerde duyduğu malt viskiyi ister ve içine bol buz katar. Nadide bir puroyu sigara içer gibi tüttürür, sonra da kül tablasında bir güzel ezer. Misaller çok, baş ağrıtmayayım. Öte yandan diğer kategorideki açık kırolara son günlerde giderek bir sempati bile duymaya başladım. Çünkü bunlar son model Mercedes arabalarının arkasına, 'kıroyum, ama para bende' çıkartmasını gururla takmakta. Hiç olmazsa dürüstler!

Şimdi de sosyolojiden gastronomiye yatay geçiş yapalım...

Düğünün yiyecek-içecek hizmetini veren şirketin kimliği pek açık değilse de gazetelere konuşan Chef's Gıda'nın yetkilisi Hürriyet muhabirine 'nikahın geç başladığını ve bekleyen ıstakozların bozularak zehirlenmeye neden olabileceğini' söylemiş. Istakozlar, bu yaz sıcağında kör hatta otobüs bekler gibi açıkta bekledilerse, tabii bozulmuşlardır. Acaba, 'catering' diye ille de İngilizce vaftiz edilen bu hizmet sadece yemeği pişirmekten mi ibaret? Pişmiş yemekleri servise kadar korumak için Cumhurbaşkanlığı Muhafız Taburu mu çağrılacak? Gençlerin deyimiyle 'hayret bi şey'!

Efendiler, bilmem hiç duydunuz mu ama, 'hijyen' diye bir şey var. Bu bütün sağlık kurallarını içeriyor. Yiyeceklerin temizliği, ortamın temizliği, kap kacağın temizliği, insanların temizliği her şey buna dahil. Yalnız temizlik de yeterli değil. Bilimin öngördüğü sağlık şartlarını da yerine getirmek gerekiyor. Bu hijyen denen şey daha malı deponuza yerleştirirken başlıyor, yiyeceğin pişmeye hazırlanması sırasında devam ediyor, pişmesinde sürüyor ve yemek pişmekle de bu iş bitmiyor. Dolayısıyla insanı öldüren ıstakoz değil, hijyen eksikliği. Uygun koşullarda saklanmayan yemek, ne kadar iyi hazırlanmış ve leziz olsa da, bozuluyor. Bozulan yemek de çöpçü Ahmet Mehmet, sanayici Sakıp Sabancı dinlemeden insanı zehirliyor. İlahi adalette eşitlik var! Zengin olup ıstakoz yemekle felaketten kaçış yok!

İlahi adaletten söz edince aklıma Kur'an'daki bir ayet geldi. Zariyat suresinde mealen, 'onlar cehalet içinde ne yaptığını bilmezler' buyrulur. Yine aynı Kutsal Kitap'ta söylendiği üzre, 'kör olanla gören bir olmaz' ve 'aklını kullanmayanlar gerçeği işitemezler'.

Doğru söze ne denir?

Zorunlu bir açıklama

Geçen hafta bu köşenin yanındaki bir yazı dolayısıyla çeşitli sorulara muhatap oldum. Hemen söyleyeyim ki, bu köşede müstear isimle yazan ben değilim. Şimdiye kadar ne yazdıysam altına imzamı attım.

Sorulara gelince... Beni o köşenin yazarı zanneden okuyucularım ‘‘balıkçı usulü’’, ‘‘Girit usulü’’ pişirme yöntemlerinin ne olduğunu sordu. Klasik mutfak literatüründe böyle deyimler yok. Dolayısıyla sorularının cevabı bende bulunmuyor.

Daha derin bir soru ise ‘‘bir yemekte imitasyon ana malzeme kullanılması halinde sosun bu lezzetsizliği örtüp örtemeyeceği’’ idi. Bence hiçbir sos berbat bir yiyeceği lezzetli kılamaz. Böyle bir durum ancak balkabağının muhteşem bir at arabasına döndüğü masallarda olabilir. Gerçek hayat ise masallardakinden çok farklı. Ayrıca burada söz konusu olan ‘‘pallock’’ denilen bir tür lezzetsiz mezgit benzeri balıktan çeşitli abuk sabuk katkı maddeleriyle yapılan yalancı pavurya bacağı. Sorular içinde cevaplanması en zoru ise ‘‘balıkçı usulü’’ pişirildiği söylenen ahtapot ile ilgiliydi. Yazar, balıkçı usulü ahtapot için, ‘‘Kabuğuyla kendi suyunda pişirilip servis ediliyor, bir lezzet ki sormayın gitsin’’ demiş. Bu satırları okuyunca, hemen kitaplığımdaki kaynak eserlere başvurdum. Ne yazık ki, kabuklu ahtapotla iligili bir ipuçu bulamadım! Dolayısıyla bu soruya da cevap vermekten acizim.
Yazının Devamını Oku

Gökyüzünde yemek

29 Temmuz 2001
Yiyecek-içecek üzerine bir gazetede kalem oynatmanın güzel bir yanı, insanın son gelişmelerden hemen haberdar olması, daha ötesi bunu yerinde gidip görebilmesi. Lufthansa Alman Hava Yolları'nın yakın bir geçmişteki daveti de bunlardan biriydi. Lufthansa'nın Türkiye'deki ofisi, nazik bir davetle, Lufthansa Service Gesselschaft (LSG) Sky Chefs'in Frankfurt'taki merkezini gezip görmemi sağladı. Aşinası olduğum bir sektördeki son gelişmeleri yerinde saptayabildim. İlginç görüntülere tanık oldum. Bu hafta sizlerle bunları paylaşmak istiyorum.

İ>STİKBAL GÖKLERDE
Mussolini'yi günahım kadar sevmesem de bir sözüne katılmazlık edemem. Hazret, İkinci Dünya Savaşı öncesinde -galiba biraz da fütüristlerin etkisiyle- geleceği görüp, 'İstikbal göklerdedir' buyurmuş. Siz sakın bu sözün bizim havayolu işletmelerimizde duvarlara altın harflerle yazılmış olmasına bakmayın. Sözün sahibi Atatürk değil, Mussolini'dir. Her neyse, aslolan saptamanın doğruluğu.

Uçak yolculuğu, neredeyse her toplumsal kesim için giderek daha gündelik bir gerçek haline dönüşüyor. Eğer benim gibi Uğur Cebeci'nin sayfasının da sadık okuyucularından biriyseniz, uçak yolculuğunun bugün bile en önemli sorunlarından birinin uzayan uçuş saatleri olduğunu hatırlatmama gerek yok. Concorde ile hiç uçmadım ama, orada bile okyanus aşırı dört saati bulan bir yolculuk söz konusu.

YEMEĞİN ÖNEMİ

Bütün bunlar, yemeği ve içmeyi uçuşun ayrılmaz bir parçası haline getiren bir gerekçeye işaret ediyor: Yemeğin önemi! Uçaklarda gösterilen ilginç filmler, yolcuya sunulan oyunlar, gazeteler ve dergiler ve daha nicesi bile hala yemeğin önemini azaltamadı. Bir de mesele sadece uçuş saatlerinden ibaret değil. Buna havaalanına ulaşım, bilet işlemleri, bazen uzayan bekleme saatleri de eklenmekte. Ayrıca hiçbir uçak, insanı gideceği yere dakik bir hassasiyetle ulaştırmıyor. İnişten sonra da havaalanında ve yolda geçirilen saatler söz konusu.

Türk Hava Yolları'nda çalışırken söylenen, 'asıl rekabet yiyecek-içecek ve serviste' sözünü hiç unutmadım.

THY tecrübem bana bir şey daha öğretti: Uçakta, ne kadar cömert olunursa olunsun, yemek ve içmenin belli kısıtlamaları mevcut. Size bir örnek vereyim. Bakkaldan yumurta alıp bununla omlet veya pasta yaparak yolcunun önüne koyamazsınız. Çünkü binde -hatta milyonda- bir dahi olsa taze yumurta salmonella denilen bir 'canavarı' bünyesinde bulundurabilir ve bu da ciddi bir zehirlenmeye yol açabilir. Ayağınız yere basarken bununla mücadele mümkün. Bir muayenehaneye, sağlık ocağına ya da bir hastaneye gidersiniz ve sorun çabucak çözülür. Ya gökyüzünde? Orada kötü kader neredeyse kaçınılmaz bir hale gelir.

O yüzden ısrarla altını çizeyim ki, havayolu yemeği hazırlamak birçok kişinin zannettiğinden çok daha ciddi bir iş. Birinci koşul, hiçbir kötü rastlantıya yer bırakmayacak bir düzenin kurulabilmesi. Bunun bir düzen ve disiplin olduğu apaçık ortada. 'Düzen ve disiplin' denince de nedense hemen aklıma germanik deneyimlerim girmekte. Avusturya'da okulda ilk öğrendiğim cümle, 'disiplin ve düzen' olmuştu. Nasıl unuturum?

BAL DÖK YALA ORTAMI

LSG Sky Chefs'i gezerken bu müthiş titizlik hemen ilgimi çekti. Bir Akdenizli olarak bu düzen ve disiplin işinden gerçekte çok hoşlanmamama rağmen, bunu takdir etmediğimi söylersem yalancı sayılırım. Ne de olsa can tatlı! Hani bizim 'bal dök, yala' dediğimiz ortam insanı müthiş etkiliyor. Uzman olmanız falan da bu etkinin derecesini azaltmıyor inanın.

Hijyen denince akla sadece yerlerin temizliği gelirse, gördüklerimi eksik nakletmiş olacağımı sanırım. Mesela otomatik makinelerde yıkanan sürü sepet çatal bıçak var. Normal şartlarda bunları insanların ayıracağını düşünürdüm. Oysa bu işlem otomatik bir makinede yapılıyor!

Sonra madem şu yumurta meselesini açtım, sonunu getireyim. LSG Sky Chefs'teki yetkili, malum soruyu sorunca önüme ağzı kapatılmış bir kova çıkardı. İçinde pastörize edilmiş -ve tabii bütün zararlılardan arındırılmış- yumurta vardı. Kutunun üzerinde de -diğer ürünlerin tümünde olduğu gibi üretim ve tüketim tarihini gösteren işaretler. 'İsterseniz size aynı durumda yumurta sarısı veya yumurta akı da gösterebilirim' dedi nazikçe.

ET PİŞİRME MAKİNESİ

İşin bir de teknoloji yanı var ki, bunu anlatmaktan çok görmek gerek. Çünkü çok çarpıcı. Benim dikkatimi fabrika bantını andıran bir makine çekti. Sorduğumda, 'stek pişirme makinesi' dediler. Makine çalışmaya başlamadan önce pişme derecesi ayarlanıyor. Etleri teflon -yani yağ kullanımı gerektirmeyen ve yapışmayan- bir bandın üzerine koyuyorsunuz. Böylece bir uçtan çiğ giren etler, öte yandan tam istenen kıvamda pişmiş olarak çıkıyor. Hani bir yanından dana girip öte yanından sucuk çıktığı söylenen düşsel alet gibi bir şey.

Tabii mesele sadece hijyenden ve teknolojiden ibaret değil. LSG Sky Chefs'de Lufthansa'nın yanısıra hizmet verilen -THY dahil- onlarca havayolunun yolcularını memnun etme endişesi hiç eksilmiyor. Rakipleri gibi, onlar da müşteri memnuniyetinin birinci sırada geldiğinin farkındalar. Bu çerçevede bazı İslam ülkeleri için 'helal' bir mutfak kurmuşlar. Aşçısı o ülkeden. Ayrıca her şey müşterinin taleplerine göre ayarlanıyor. Bizim durumumuzu sorduğumda, 'THY için mesela asla domuz eti kullanmayız ve bu konularda aşırı duyarlıyız' dediler. Ancak THY'nin Avrupa standartlarını öngören şirketler arasında olduğunu da eklemeden geçmediler.

Çok keyifli bir geziydi. Çünkü sadece uçak yolcularına değil, astronotlara da yemek hazırlayan ve bunun yanısıra buraya sığdırmam mümkün olmayan yüzlerce yiyecek-içecek operasyonu yapan bir dünya devini gezip gördüm. İstikbalde gökler daha da önemli olacağı için bu yazının sizin de ilginizi çektiğini umarım.
Yazının Devamını Oku

Soylu içkinin dekoru

22 Temmuz 2001
Geçen hafta Ren nehri üzerinde romantik bir geziyi anlatacağım derken ancak nehrin kenarına varabilmiştim. Yiyip içtiklerim de ister istemez bir günün öğünleriyle sınırlı kaldı. Doğrusu o gün öğle yemeğinde ne yediğimi de hiç hatırlamıyorum. 'Belki de bir şey yemedim' diyeceğim ama o da mümkün olamaz. Çünkü o kadar açlığa dayanamam. Muhtemelen kayda değer bir şey yemedim. Ama o öğleden sonra içtiğim sek Riesling şaraplarını unutmadan not etmişim. Bir de eski bir zarfın üzerinde akşam yemeğinde içtiğimiz şaraplara ait kargacık burgacık bir yazı ile tutulmuş notlar buldum.

Bu arada Alman şarap literatürü çok farklı. 'Auslase'ler, 'Spatlese'ler, 'Kabinett'ler havada uçuşuyor. Halbuki gelenek her yerde olduğu gibi Roma'ya bağlı. Buralara ilk bağları Romalılar dikmiş. Ren nehrinin batı kıyısı için bunu yadırgamıyorum. Ama öte yanda da bağlar var. 'Onlar da Romalılardan kalma' dediklerinde şaşırıyorum. Çünkü tarihten biliyorum ki Ren nehri barbarlar ile Romalılar arasındaki neredeyse ebedi sınırdı. Uygarlık nehrin öteki kıyısındaydı. Oysa bilinen birkaç kilometre farkla yanlışmış. Roma sınırı zorlamış ve bir ara da karşı kıyıya geçmiş. Barbar kabileleri bira yerine şarapla tanıştırmış. Şarap ve uygarlık elele vererek burada kök salmışlar. Romalılar sonra barbar akınları karşısında geri çekilmişler. Ama bağlar ve şarap öylece yerli yerinde kalmış. Uygarlık bir daha geri adım atmamış.

Şarabın bu kadar üzerinde durmam, yazıların yolculukla ilgili kısmının Mehmet Yaşin'e ait olmasından sanmayın. Ren romantizminin altında yatan en önemli öğe bence, romantizme adını veren nehirden bile ötede onu kutsayan şarap. Soylu bir içki ile romans öyle güzel bir uyum gösteriyor ki, inkarı çok güç. Ortaçağ kaleleri, şatoları, manastırları da bu aşk öyküsünün muhteşem dekorunu oluşturuyor. Romantizm -bence adı konmamış bir biçimde- Romalıların ilk asmayı diktikleri günden beri Ren'de yaşıyor. Ortaya çıkmak için şairlerini ve seyyahlarını beklemiş. İki bin yıla yakın bu sabırlı bekleyiş için ise sabrın karşısında saygıyla eğilmekten başka yapılabilecek bir şey yok.

ADIMBAŞI ŞATO

Romantizmin romansını bir an için kenara bırakırsak, işin gerçekçi yanını görmek mümkün. Aslında tarihi üç yüzyılı bile bulmayan sanayi devrimine kadar Ren nehri ucuz ulaşım ve taşımacılığın rantına göz dikenleri çekmiş. Nehrin iki kıyısındaki bağlardaki üzümlerin getirisi şarap ise bu çekiciliği tamamlamış. Bir yazımda soyluluk milliyet, kavim, ırk tanımaz demiştim. Ren nehrinde bunu görmek mümkün. İlk akşam Eltville'de yemek yediğimiz lokanta muhteşem bir şato yavrusu idi. Sahibi ise Alman Milli Meclisi nezdindeki Felemenk (şimdiki adıyla Hollanda) Büyükelçisi olan bir Fransız soylusu Kont Grunne de Henricourt!

Programın güzelliğine bakın ki, ilk akşamki şato bahçesindeki yemek sadece şaşırmamamız için bir uyarıymış. Çünkü Ren boyunca adım başı bu şatolara rastlıyorsunuz. Bazısı gerçekten çok eski. Mesela Umberto Eco'nun ünlü romanı 'Gülün Adı'nın filminin çekildiği bin yıllık manastır gibi. Bazısı ise birkaç yüzyıl öncesi düşlenerek sonradan yapılmış şatolar.

Ren nehri onlarca milletten soylusu, keşişi, köylüsü herkesi çekmiş. Nitekim 'Gülün Adı' ile bir kere daha ünlenen Eberbach manastırı da bir Fransız keşişin kurduğu ve çoğu Fransız biraderlerin biraraya geldiği bir tarikata ait. Kabinett şarapları ilk kez burada bir 'kabine' içinde saklandığı için bu adı almış.

Oradan geç hasat üzümlerden yapılan Spatlese şaraplarının ilk keşfedildiği yere geçiyoruz. Burası Prens Metternich'in bağlarla çevrili malikanesi. Şatonun şimdiki sahibesi, bu soylu Alman ailesine gelin gelmiş bir Rus prensesi. Bence Ren'de romantizmi destekleyen bir şey de bu kavim renkliliği.

NAZLI NEHRİN ÖPÜCÜĞÜ

Eltville'e takılıp kalmayayım diye biraz da yolculuğumuzun ikinci önemli durağı Koblenz'den söz edeyim. Bu kentte beni en çok iki nehrin buluşması etkiledi. Ren ve Mosel burada karşı kıyıdaki şatodan bakıldığında insanın gözünü alamadığı güzellikteki bir noktada birleşiyor. Ben bunda müthiş bir vuslat resmi gördüm. İki nazlı nehrin sularının öpüşmesi içimi titretti. Oysa bunun bir hikayesi falan yokmuş. Çok yazık. Hatta bence daha kötüsü o noktaya ilk Alman imparatorunun heykelini dikmişler. Yüzlerce küçük prensliğin oluşturduğu rengarenk bir Almanya'nın da sonunu simgeliyor bu heykel. Artık Reich başlıyor. Heine'nin geçen hafta Londra notlarından aldığım Almanya izlenimleri sona eriyor. Bu aynı zamanda romantizmin de sonu.

İDDİALI ŞARAPLAR

Bir son da gezimize ait. Ancak noktayı koymadan Koblenz'deki turizm ofisinin şirin bir bahçeli lokantada bize düzenlediği muhteşem bir Alman şara pları tadımı vardı ki, söylemezsem eksik kalır. Weindorf 75 yıllık geçmişi ile de Koblenzlilerin gurur duyduğu bir mekan. Dürüst davranmak gerekirse, burada lezzetli ama çarpıcı olma iddiası taşımayan yemekler yedik. Ama şaraplar! Onları da birkaç kelimeyle aktarmaya çalışayım.

İlk içtiğimiz Koblenzer Schnorbach Brückstück, Almanların deyimiyle bir 'Qualitatswein'. Bu içkinin 'sofra şarabı' kategorisini üzerinde olduğuna işaret ediyor. Çelik tankta soğuk fermantasyon yapılmış. Riesling'in o kıpır kıpır hali var. Çok az Müller Thurgau çeşidiyle kupe edilmiş. Şarap yüzde 11 alkollü. Onun arkasından bir Mosel-Saar-Ruwer 1999 içiyoruz. Bu da bir Riesling. 'Kabinett' oluşu da üzümünün olgunluk açısından çok üstlerde olmadığına işaret ediyor. Dömisek ve 9.5 derecelik alkolü çok düşük. Ama şarap güzel. Üçüncü tattığımız ise mükemmel: 1999 Moselweisser Hamm. Josef Reif adlı bir üreticinin sek Riesling şarabı. Asidite insanı çarpıyor. Kalitesiyle ağırbaşlı, yapısıyla kıpır kıpır bir şarap bu. Bir de Schwaab adlı bir şarapçının Mosel Saar Ruwer markalı 1999 Riesling'ini içtik. İnanılmaz ölçüde sek ve gerçekten güzel bir şaraptı. Tabii başka ilginç şaraplar da var. Mesela Königshof Mittelrhein şarap firmasının 1998 Bapparder Hamm'ını unutamam. Bir Riesling'in bu kadar güzel şeftali kokacağı doğrusu aklıma gelmezdi.

Almanya izlenimleri daha çok... Ama hikayenin Ren kısmını burada noktalamam gerekiyor. Haftaya size yine Almanya'dan, ama bu kez uçaklarla ilgili başka bir yemek öyküsü anlatacağım.
Yazının Devamını Oku

Balıklar Ren’e geri döndü

15 Temmuz 2001
Lufthansa'nın nazik bir davetiyle birkaç günümü Almanya'nın Ren bölgesinde romantik bir gezide geçirdim. Yerel turizm yetkililerinin çabalarıyla renklenen bu kısa ama etkileyici yolculukta mutluluğun bazen elle tutulur derecede insana yaklaşabildiğini keşfettim. Bütün keşifler gibi bu da beni heyecanlandırdı. Hayatın tekdüze akışı içinde her türlü değişikliğin ne kadar hoş olabildiğini bir kere daha anladım. Değişikliğin kendisinde bir büyü var. Ancak bu büyü çoğu insana geçit vermiyor. Çünkü kapılar korkaklara kapalı. Cesaret, keşfin ikiz kardeşi.Gezi sırasında aklıma La Rochefoucauld'nun 'en büyük ustalık, her şeyin değerini iyice takdir etmektir' sözü geliyor. Bu yazıyı da unutulmaz bir Ren gezisini takdir etmenin becerisini sınamak için yazmaya karar veriyorum. Bilmem başarabilecek miyim?

Almanlar, iyi biten her şeyin sonuçta iyi olduğunu söylerler. Yanlış değilse bile eksik bir yargı. Çünkü iyi başlayan şeyler de genellikle iyi bitiyor. Yolculuk sırasında bu yargımı sınıyorum. Lufthansa'nın 'işadamı sınıfı'nda ('Business class'ın Türkçe vaftiz adı bana ait. T.Ş.) uçmanın keyfiyle başlıyoruz güne. Güleryüzlü ve sıcak bir karşılama, bir uçakta yenebilecek lezzetli yemekler ve bunlara eşlik eden seçkin içkiler ve özellikle nefis şaraplar süslüyor yolculuğun ilk saatlerini.

Romantik Ren gezisinin ilk durağı Eltville kasabasına gitmek üzere indiğimiz Frankfurt Havaalanı’ndaki hava ise basık ve bunaltıcı. Üstelik Frankfurt tanıdık tipik bir Alman kenti. Bana müthiş itici geliyor. Allahtan yolumuz fazla uzun değil. Ama ne yazık ki biz minibüse bindiğimizde bunu bilmiyoruz!

PASTORAL ALMANYA

Kısa bir yolculuk sonunda bağlar ve güllerle bezenmiş Ren kıyısında bir kasabaya varıyoruz. Sanki kent değil, iklim değiştirmiş gibiyiz. Ren romantizminin yaratıcılarından Heinrich Heine'nin Londra üzerine bir yazısındaki sözlerini o anda yerli yerine oturtuyorum.

Londra'yı Almanya ile karşılaştıran şair, sanayi devriminin bu acımasız başkentini anlatırken şöyle demekte: 'Halbuki bizim sevgili Almanya'mız çok daha eğlenceli, yaşamaya daha uygun bir memlekettir. Orada her şey öylesine hülyalı ve öylesine bir tatil günü rahatlığı içinde hareket eder ki! Askerler sessiz sedasız, gürültüsüz nöbet değiştirirler, sakin bir güneş altında üniformalar ve evler pırıl pırıl parlar, saçakların altında kırlangıçlar uçuşur, pencerelerde şişko hakim karıları gülümser ve boş sokaklarda herkese yetecek kadar yer vardır...'

Bunlar bir başka şairin deyişiyle, şair sözünün yalan olmasından değil. 1850'lerin romantizm dolu dünyasındaki pastoral bir Almanya'dan gerçek sahneler resmetmiş Heine. Bir yüzyıl sonrasının -veya daha sonrasının- Almanyası'nı niye düşlemiş olsun ki?

Eltville'deki küçük otelimize indiğimizde bizi karşılamaya gelen Şarap Kraliçesi, Şarap Prensesi, maiyetlerindeki kişiler bu romantizme aşina olduğum için bana hiç de garip görünmüyor. Oysa hepsi iki yüzyıl öncesinin kıyafetleri içindeydiler. Olsun! Yerel yetkililer, şarap üreticileri bizi alıp gül bahçelerinde gezdiriyor. Ayrıntıları Mehmet Yaşin köşesinde yazdığı için üzerinde fazla durmayacağım. Ama Eltville'de gerçekten güzel şaraplar içtik. Nehir kıyısında küçük bir kioskta tadıyoruz ilk Riesling'leri. İyice soğutulmuş olmalarına rağmen Riesling'in o hoş parfümü burnuma tanıdık geliyor.

Bağcılığın ve şarapçılığın burada hiç de küçümsenmeyecek bir kalite tutturduğunu görmek bir çok kişi için çarpıcı olmalı. Hele Almanya denince hemen akla gelen o tatlı şaraplardan çok, sek ve daha ilk burunda çarpan meyvemsi aromaları içeren örneklerle karşılaşmak ne hoş.

İlk akşam Eltville'de Ren kıyısında çok şık bir restorana gittik. Küçücük bir kasabada bu kadar şık bir restoranın bulunması da ayrı bir hoşluk ve Almanya'nın özellikle bu bölgesinde bilenler için şaşılmayacak bir özellik. Bizim mönü önceden tespit edilmiş. Önce krepe sarılmış füme somon balığı yiyoruz. Mehmet Yaşin 'İskoçya'da mıyız?' diye sızıldanıyor. Ben renk vermiyorum, ama İskoçya'da yediğimiz meşe talaşında füme edilmiş yabani İskoç somonlarını da hayal etmeden geçemiyorum. Ahmet Örs, bakışlarıyla bizi edebe davet ediyor. İkinci yemeğimiz ise daha büyük bir sürpriz. Türklerin yoğurdun ve cacığın mucidi olduğunu bilmeyen Alman dostlarımız önümüze -hafif kremalı- bir cacık gelmesinde mahzur görmemiş! Ana yemek olarak sunulan yabani tavşana da sessizce itiraz edenler var. Tavşanı yiyemeyenler yatılı okul günlerine dönüş yapıp yanındaki mercimeği taam ediyor! Yine de yemekler çok lezzetli. Bunu kimsenin tabağında yemek bırakmamasından anlıyorum.

Şaraplara gelince... Burası bir Riesling cenneti. Yine de bağcılık konusunda cesur davrananlar eksik değil. Bunu herkesten farklı olmaktan korkmayan bir bağcının ve şarapçının Pinot Noir şarabını içince daha iyi anlıyorum. Küçük bir not olarak da Pinot Noir üzümüne burada 'Spatburgunder' (A harfinin üzerine 'umlaut' koyamadığım için özür dilerim) dendiğini söyleyeyim.

NEHİR TEMİZLENMİŞ

Yaz akşamı. Hava geç kararıyor. Yemeğe oturduğumuz nehir kıyısındaki restoranda Ren'i seyrediyorum. Çevrenin sessizliği insanı ürkütecek boyutta. Nehir de bu sessizliğe saygılı bir sükunet içinde önümüzden ağır ağır akıyor. Sularının yeşile çalan rengi dikkatimi çekiyor. Bunu yanımdaki Alman'a söylüyorum. Gülüyor. Açık sözlü birisi. Yirmi beş yıl önce nehrin renginin neredeyse siyah olduğunu anlatıyor. Kimya endüstrisinin bütün atıkları Ren nehrine boşalırmış. Sonra Almanlar da yaşanacak bir hayat ve bir dünya olduğunu fark etmişler. Düş gerçek olmuş. İnsanlar yüreklerinin sesini dinlemeyi başarmış. Bunu selamlamak üzere 1970'lerde ilk somon balığı, bir yıl önce de ilk yayın balığı dönmüş Ren nehrine. Doğanın kendine ait ve aklımızın sınırlarını aşan ihtişamlı ve büyüleyici dengesi yeniden kurulmuş. Romantizm realizmi yenmiş. Gezinin ilk gününde bunu öğrendim. Geri kalanı ise haftaya paylaşmayı öneriyorum...
Yazının Devamını Oku

Sokak yemekleri

8 Temmuz 2001
Sefertası Hareketi'nin Sultanahmet'te düzenlediği Sokak Yemekleri Festivali'ne gittim. Ben, ayakta yemek yemenin Amerikan icadı olduğu söylemini pek acemice bir yorum olarak görürüm. Kayıtlara bakılırsa balık-ekmek bizim köprüaltına gelinceye kadar uzun bir serüven yaşamışa benzer. Bu fast food belası, inanın en az insanlık kadar eski.

Yiyecek-içecek dünyasında bilinip de basında yeterince yer bulamayan bir hareket var. Öncülerinin uygun gördüğü isimle, ‘‘sefertası hareketi’’nden söz ediyorum. Hareketi yürütenler arasında dostlarım olduğunu peşin peşin söyleyeyim. Çoğunu yakından tanıyorum ve iyi niyetlerinden asla şüphe etmem. Amaçlarının, ‘‘fast food’’ denilen ayaküstü yemek alışkanlığına karşı bir bilinç uyandırmak olduğunu söylüyorlar.

SÜMERLERDE BALIK EKMEK

Ben bu ayakta yemenin bir Amerikan icadı olduğu söylemini pek acemice bir yorum olarak görürüm. Hamburgerin Amerika'da vardiya arasında ucuza ve çabucak karnını doyurmak isteyen işçilere yönelik olarak icat edildiğini bilmez değilim. Kapitalizmin işçisi varsa, Ortaçağ Avrupası'nın serfi, köylüsü; İlkçağ uygarlıklarının da köleleri vardı. Onların yedikleri bizim bugünkü ‘‘fast food’’umuzdan hiç de farklı değildi. Milattan önce 2300'lerde Sümer'de yoksulların gündelik yemeği bir tür arpa bulamacı veya ekmeği ile soğandı. Yani bugünkü dille, soğan-ekmek! Bazen ‘‘soğan-ekmek’’ yerine yoksul Sümerlilerin nehir balıklarıyla yapılmış ‘‘balık-ekmek’’i tercih ettiği söylenir. Bunu bir bardak bira ile ‘‘sulamak’’ mümkün olduğunda ise insanlar herhalde mutluluktan uçmaktaydı. Zira et o dönemde sadece din adamlarına ve yöneticilere özgü bir besin sayılmaktaydı.

Kayıtlara bakılırsa ‘‘Balık-ekmek’’ bizim köprüaltına gelinceye kadar uzun bir serüven yaşamışa benzer. Roma'da yoksul halkın en yaygın yemeklerinden birinin köşebaşlarında zeytinyağında kızartılmış balık ile ekmekten oluştuğunu yazan yine yemek tarihçileri.

Örnekleri çoğaltmayacağım. Ama bu ‘‘fast food’’ belası, inanın en az insanlık kadar eski.

AMERİKAN HAVASI

Sefertası Hareketi'ni yürütenler, bir broşürlerinde, bizim mutfağımızda da böyle bir ayaküstü yemek adetinin olduğunu yazmışlar. Örnek olarak da seyyar çorbacıları, kebapçıları, balık-ekmekçileri, pidecileri, börekçileri, muhallebicileri vermişler. Yani, ‘‘fast food ayaküstü yemek ise, bizim de bu anlamda hiç de yeni sayılmayacak bir geleneğimiz var’’ diyorlar.

Sonra yerinde bir tespitle, ‘‘Amerikan tipi fast food restoran zincirlerinin sözcüleri, zaman zaman fast food'un hızlı yemek değil, hızlı servis olduğunu dile getiriyorlar’’ demekteler. Buna yanıtları da şöyle: ‘‘Öyle ise, bu da bizim için yeni sayılmaz. Öğle üzeri arı kovanı gibi işleyen esnaf lokantalarında yemeğin müşteriye ulaşması yeterince hızlıdır.’’

El Hakk, doğru. Ama bir başka doğru tespiti de sevgili arkadaşım Holly Chase yapmıştı. Amerikalı bir yemek araştırmacısı olan Holly'nin tezi, Amerikan fast food'larının köfte ekmeğin yanısıra Amerikan havası da sattığı. Bu tespite katılan sefertası hareketçileri, ‘‘öyleyse biz de yiyeceklerimizi böyle çağdaş bir ortamda satalım’’ demekteler.

Şimdi birkaç noktayı tartışmaya açayım. Geleneksel Türk mutfağı böyle bir havayı kaldırır mı? Birinci soru bu. Üzerinde iyi düşünmek lazım. Çünkü bizim yemekle aramız zaten sabıkalı bir geçmişe dayanıyor. Birçok Batılı gözlemci, atalarımızın yemeği keyiften çok, zorunluluk olarak algıladığını kaydediyor. Zenginimiz de, yoksulumuz da böyle bir görüşte birleşmiş. Oysa fast food kepazeliğinin gerçek ilacı, yemeği bir zorunlu beslenme akti olmaktan çıkartıp bir keyfe dönüştürmek. İnsan gibi bir sofraya oturup, hakkını vererek, sindirerek lezzetli yemekler yemek. Dikkat edin, pahalı yemeklerden asla söz etmiyorum. Kastim, insan onuruna yakışan bir tavır. Kedi, köpek beslenirken biz insan olarak yemeği uygar bir çerçeveye oturttuysak bundan geri dönüş niye?

HİJYEN LEZZETİ ÖNLEMEZ

Eğer bu noktada benimle aynı düşüncedeyseniz, bir başka tartışmayı gündeme getirebiliriz. O da, fast food'un karşıtının Türk mutfağı olup olmadığı. Fast food denen salgın, ağzının tadını bilenler için ortak bir insanlık dramı. Her toplumda, her zaman fast food yani hızlı yemek de oldu, slow food, yani yavaş olanı da. Öyleyse taşları yerli yerine koyalım. Kahraman bakkal süpermarkete karşı oyunundan vazgeçelim. Bu iki.

Gelenek ile geleceğin mutfak dünyasındaki yerleri ayrıdır. Sefertası hareketçilerinin Sultanahmet Meydanı'ndaki gösterisine gittim. Açık söyleyeyim, hepsinde değil, ama bazı standtlarda hijyen falan sizlere ömürdü. (Oysa eleştirdikleri fast food'çuların çoğunda bu hususa inanılmaz bir önem atfedilir.) Bir de yeri gelmişken söyleyeyim ki, hijyen -yani sağlıklı bir ortamda üretim- lezzete engel değil. Nitekim Sokak Yemekleri Festivali'nde öyle güzel şeyler yedim ki, tatları damağımda kaldı. Ama hijyen yine çağdaş dünyada inkar edilebilecek bir nokta olarak asla görülemez. Öte yandan konuşmalar sırasında hepsi de bunun önemini çok iyi kavramış görünüyordu. Sağlıklı ortamda yiyecek üretmek için ciddi girişimlerde bulunduklarının tanığı benim. Öyleyse bunu inkar eder bir görünümü kamuoyuna sunmak niye? Bunu anlamış değilim.

EV YAPIMI YEMEKLER

Bir de amatör yemek yapımı moda olmaya başladı. Sultanahmet'teki sefertası hareketçilerinin festivalinde bu tür standlar vardı. Ev kadınları amatör olarak evlerde yemek pişirip satmaya getirmişler. Bu devirde ev bütçesine katkı yapmayı çok ciddiye alıyorum. Kadınlara karşı olmak gibi bir sapkınlık ise asla aklımdan bile geçmez. Ama ev şartlarında yemek pişirip, yine hijyenik şartlarda bunları üretip satmak arasında uçurum var. Üstelik bu sektör öyle hafife alınacak bir boyutta asla değil. Sonra bu işlerin vergisi, algısı, istihdamı ne olacak?

Eleştirileri belli bir çerçevede tutabilmek için böyle bir festivalde peynircilerin, sucukçuların, Pizza Max gibi bir kuruluşun işi neydi diye sormayacağım. Festivalin resmi adı olan ‘‘Birinci Geleneksel Sokak Yemekleri Festivali’’ndeki ‘‘birinci’’ ve ‘‘geleneksel’’ sözcüklerinin çelişkisine de girmeyeceğim.

Ağzının tadını bilme iddiasında birisi olarak fast food'tan pek hoşlandığım söylenemez. Ama taşları yerli yerine oturtmazsak çok ciddi bir zaman ve para kaybının önüne geçemeyeceğimizi düşünüyorum. Bu festival bana İngilizlerin, ‘‘Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarından döşenmiştir’’ sözünü hatırlattı.
Yazının Devamını Oku