Tuğrul Şavkay: Eskişehir’de bir hayal dünyası







Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Benim gibi İstanbul'da yaşayanların sık düştüğü yanılgılardan biri de, Türkiye'yi sadece bu şehirden ibaret sanması. İstanbul'un önemini de, zenginliğini de, güzelliğini de inkar etmiyorum. Söylemek istediğim, İstanbul dışında güzelliklerle dolu yerlerin sayılmayacak kadar çok olması. Üstelik sadece doğayla sınırlı olmayan güzellikler bunlar. Ruhlarını süslemeyi başarmış insanlar çoğu zaman doğal güzelliklerden daha etkileyici geliyor bana.

Geçenlerde, bir davet üzerine gittiğim Eskişehir'de böyle güzelliklere tanık olmak öylesine heyecan vericiydi ki, bu yazıda o heyecanı olması gerektiği gibi yansıtamazsam, bunu benim eksikliğime vermenizi dilerim.

Düne kadar Eskişehir, adını çok duyup görmediğim Anadolu kentlerinden biriydi. Galiba bir kez, otobüs terminalindeki kısa bir mola sırasında, Porsuk nehrinin kıyısında kısa bir gezinti yapmıştım. Anılarım da kalın bir pus perdesi ardında kalmış. Oysa Eskişehir Anadolu'nun kalp atışlarının yakından duyulabileceği yerlerden biri. Tarımıyla, sanayisiyle, ticaretiyle bunu hissediyorsunuz. Yine de eğri oturup doğru konuşacak olursak, beni büyüleyen bu kentteki sanat ve eğitim oldu. Yılmaz Büyükerşen'in adını bilmeyen yoktur. Kendisine sıfat gerekmese de ben söyleyeyim: Yılmaz Hoca, Eskişehir'deki o muazzam Anadolu Üniversitesi'nin bir fidan halinden koca bir ağaca dönüşmesi sürecinin yaratıcısı olan bir kültür bahçevanı. Şimdi ise kentin Büyükşehir Belediye Başkanı. Üniversiteyi ise yine bu okulun yönetiminin içinden gelen bir başka Eskişehirli, Prof. Engin Ataç yönetiyor. Ağaç da giderek daha gürleşiyor, dal budak salıyor.

Bir yiyecek-içecek yazısına üniversite ile başlamanın anlamı ne? Soruyu kendim dillendirdiğim halde, haksız saydığımı da gizleyemem. Eskişehir'de üniversite, aynı zamanda sanatın da yuvası. Rektör Engin Ataç kampus içindeki küçük gezimizde en çok bu yanı vurguladı. Sinemalar, tiyatrolar, konser salonları, resim galerileri gerçekten göz alıcıydı. Sakın abarttığımı sanmayın. Unutmayın ki, İstanbul'da bir modern sanat müzesi hala bulunmuyor. Eskişehir'deki üniversitenin içinde -küçük de olsa- böyle bir yer var!

Sanat Eskişehir'de üniversiteyle de sınırlı değil. Prof. Büyükerşen Büyükşehir Belediye Başkanı olunca Eskişehir'e sürekli bir tiyatro etkinliği kazandırmış. Şimdi Eskişehir'de bir şehir tiyatrosu var. Salonu her gece dolu. İnsanlar televizyon karşısında hipnotize olacaklarına tiyatroya gelmeye başlamışlar. Ne güzel!

Sanat bir kere gönüllerde taht kurmaya başlamasın. Tepebaşı Belediyesi -ki kentin iki yerel belediyesinden biri- bu etkinlikleri bütün gücüyle destekliyor. Belediye Başkanı -rektörün kardeşi- Ahmet Ataç, bu girişimlerin önünde yol açıyor.

Böylesi bir ortamda, bir başka girişimci, Orhan Kesikoğlu tiyatronun tam karşısına bir İngiliz pub'ı açmış. Adını da, tiyatroya saygısından Shakespeare koymuş. Bu da bir başka hoşluk tabii.

Dikkat ettim, işin püf noktası, bütün bu insanların Eskişehirli olmasında gizli. Bu kentte doğup büyümüş veya ömürlerinin büyük bir kısmını burada geçirmişler. Tek istisna, Orhan Kesikoğlu'nun Shakespeare'deki ortağı Başar Şen. Ama o da gayrette diğerlerinden geri kalmıyor. Herkesin ağzındaki söz de aynı: ‘‘Bu şehir bizim yuvamız ve biz kendimizi ona hizmetle mükellef sayıyoruz.’’ Bence bu kadirbilir olmanın en güzel kanıtlarından birisi.

Orhan Kesikoğlu, iki gün içine adeta tıkıştırdığım bu gezide bana sahibi olduğu Hayal Kahvesi'ni de gezdirdi. Hayal Kahvesi, Shakespeare'den önceki tesis. Her iki mekanda da son derece uygar bir ortam yaratılmış. Şık düzenlenmiş masalarda aynı şıklıkta yemekler görüyorsunuz. Servis ise pırıl pırıl Eskişehirli gençler tarafından yapılıyor. Başta üniversite öğrencileri misafir olmuş. Şimdi gördüğüm kadarıyla, uygar bir yer arayan her Eskişehirli buralara uğramakta.

Ben Hayal Kahvesi'nde de, bir İngiliz ‘‘pub’’ı olan Shakespeare'de de kendimi çölün ortasında bir vahada gibi hissettim. Buraları artık cumhuriyetin ilk yıllarındaki romanlarda anlatılan Anadolu olmaktan çok ötede. İnanmıyorsanız Reşat Nuri'nin ‘‘Anadolu Notları’’nı okuyun. Ne demek istediğim o zaman çok daha iyi göreceksiniz.

Uygarlık bence büyük bir proje. Böyle bir projenin de mutlaka bir master proje mimarı oluyor. Ama yerel uygulamaların hayata geçirilememesi halinde bu master projenin gerçekleşmesi imkansız. Yerel projeler ise, yerel mimarlar istiyor.

Orhan Kesikoğlu'nun ve ortağı Başar Şen'in yaptığı işleri o yüzden çok önemsedim ve yapılanlardan ötürü müthiş bir heyecan duydum. Üniversitenin eski ve yeni rektörleri Yılmaz Büyükerşen ve Engin Ataç'ın ve bir yerel örgütün sınırlı imkanlarını sonuna kadar zorlayan Tepebaşı Belediyesi'nin Başkanı Ahmet Ataç'ın yaptıkları işler karşısında da aynı heyecanı yaşadım. Bunlar görülesi, yaşanası projeler.

Dikkat ederseniz yazının sonuna geldiğim halde yemeklerden, içkilerden hiç söz etmedim. Servisin ayrıntılarına da girmedim. Sebebi var. Çünkü uygar yiyecek-içecek mekanları yaratmak ve bu havayı bir Anadolu kentine solutmanın çok daha önemli olduğuna inanıyorum. İşin heyecan verici yanı burada. Yenilip içilenler, bu muhteşem tablonun içinde küçük bir ayrıntı olarak kalıyor.

Yazarın Tüm Yazıları