Tayfun Timoçin

Hüznün çiçekleri

30 Mayıs 2020
Kandamlası çiçeği adını nereden alır? Gülün kırmızısı nereden gelir? Ah işte, bunlar hep hüzünlü öyküler!

Mardin'den Adonis çiçekleri

Daha önce çeşitli vesilelerle üzerinde konuştuğumuz ve benim için de büyük öneme sahip kültürel alışverişin en eski kalemlerinden biri hiç kuşkusuz halk söylenceleri ve onların da bağlı olduğu mitolojik öyküler. Biz bugün mitoloji deyip birbirimize masallar anlatıyoruz belki ama unutmayalım ki bugün mitoloji olan şey, bir zamanlar dindi. Binlerce yıl öncesinin insanları o öyküleri masal diye değil, inanç diye birbirlerine anlatıyorlardı. Ve inanç, kuvvetli savunucuların eli ve diliyle, geniş coğrafyalara kolay dağıldı. Yayılma hızları ve etkinlikleri bu nedenle büyük. Sıradan halk öyküleri ya da dedikodu değildi onlar, inanç sisteminin unsurlarıydı. Bunun altını çizdikten sonra, yolumuza devam edelim.

Aphrodite'nin bütün gülleri. Foto Jessica Lewis.

SÖZLÜ GELENEK ÇOK HIZLIDIR

Yine çeşitli vesilelerle konuştuğumuz, yarın da konuşmaya devam edeceğimiz gibi, bu kavimler ve uluslararası kültürel alışverişin en yoğun yaşandığı yer, kuşkusuz Akdeniz. Bugün bütün dünyada üzerine ciltlerle kitap yazılan, film üstüne film çekilen Yunan mitolojisi denen şey, neredeyse tamamen Doğu’dan ödünç alınmış anlatıların üzerine kurulu. Ve Doğu dediğimiz sistemin ise üç ana kaynağı var: Mısır, Hindistan ve en önemlisi Sümer. Yazının da ortaya çıktığı yer olduğu için Sümer’in önemi bir başka büyük. Onlar sadece anlatmakla kalmamış aynı zamanda inandıklarını, yazıya da geçirmişler çünkü. Ancak konu inanç ve ona bağlı anlatılar olduğunda, sözlü gelenek her zaman yazılı geleneğin önünde gider. Kulaktan kulağa anlatılanların hızına hiçbir şey erişemez. Okuyanı yazanı azdır bu işlerin ama anlatanı çoktur. Bugün bile öyle değil mi? Siz de duyuyorsunuzdur mutlaka, birileri bir şeyi anlatır anlatır, “nereden biliyorsun?” diye sorunca da,. “Kuran’da yazıyormuş!” deyiverir. Bu mışlı muşlu anlatımlardır işte doğru-yanlış demeden anlatıları, öyküleri yayan. Bu durum, binlerce yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle. Keşke herkes, en azından bu çağda, elindeki telefonla dünyanın en büyük kütüphanelerine bile erişme olanağı varken bulup doğru kaynakları okumaya vakit ayırabilse. Neyse, biz hüznün çiçeklerini koklamaya başlayalım yavaştan.

İTİCİ BİR BAŞLANGIÇ

Yazının Devamını Oku

Haçlı seferlerinin iyi tarafları

30 Mayıs 2020
İki asırlık Haçlı dönemi, Doğuda olmasa da Batıda epey olumlu etki yarattı. İşin kutsal tarafı ise fiyaskodan öteye gidemedi. 

Haçlı dönemine ait bir gemi

Geçen hafta “Bu Haçlılar Neden Sefer Etti?” başlıklı yazımın sonuna doğru söz vermiştim Haçlı Seferlerinin Avrupa’ya olan katkılarını anlatmaya, sözümü tutuyorum.  Diyebilirsiniz ki, “Taktın mı kafayı kardeşim sen Haçlılara?” Bazı olaylar, tarihin bazı dönemleri, insanlığı şekillendirirler. Mesela şu aralar yaşadığımız koronavirüs günleri. Birşeyler değişiyor ve tam olarak neyin nasıl değiştiğini, belki çok sonra, tam ve net olarak görebileceğiz. İşte Haçlı Seferleri dönemi de böyle bir dönem ve kafa takılmayacak gibi değil.Peki neden “Avrupa’ya katkıları” dedim? Doğrusu Doğu’ya pek bir katkısı olmamış. Uğraşılsa bulunur tabii ama asıl katkıyı Avrupa almış zira kalkıp Doğu’ya geldiklerinde, ne doğru düzgün bir bilgi birikimleri vardı, ne de ufak tefek detaylara dair ince zevkleri. Batı’nın Doğu’dan aldıklarını görünce siz de hak vereceksiniz bana.

İLLE DE LİLA

Lila ya da leylak. Foto Sinziana Susa

Hoş bir örnekle başlayalım sohbete. Mesela bugün dilimizde “lila” diye bir renk var. Nedir o renk diye sorunca mor, açık mor, koyu pembe gibi yanıtlar alıyoruz. İyi ama “lila” ne? Tıpkı fuşya gibi. Hayır rengi tamam da, fuşyanın kendisi nedir? Fuşya isimli bir kelebek mi var, bir balık mı, bir böcek mi acaba? Fuşya da bir çiçeğin adı. Kırmızı-mor arası bir renge sahip. Lila ise bizim bildiğimiz “leylak”tan başka bir şey değil. Arapçası “lîlak”, Farsçası “nîlak”. Haçlı seferleri için gelen Avrupalılar (ki önemli bir kısmı Fransız’dı) görmüşler bu çiçeği, demek yokmuş Batıda o zamanlar, yazılışını da aynen almışlar, “lilac” yazmışlar ama Fransızca harf savurganı dildir, her yazılanı okumaz, sonunda “c” ile yazılan “k” sesini çıkarmamışlar ve “lila” diye okumuşlar. Sonra, bizim kaç bin yıllık leylak isimli çiçeğimizin rengini, onlardan sanki başka bir şeymiş gibi alıp “lila” demişiz! İşte size bir Haçlı seferi öyküsü! Devam edelim mi?

KIRMIZ BÖCEĞİNDEN İNGİLİZCEYE

Yazının Devamını Oku

Karşılıksız aşkın yankısı

28 Mayıs 2020
Adı yankı anlamına gelen nympha Ekho’nun aşktan yana hiç şansı olmamış doğrusu. Onun bu şanssızlığı veya karşılıksız aşkı, bugün bir çiçekle yaşıyor.

John W. Waterhouse’nin 1903 tarihli Ekho ve Narkissos isimli tablosu

Faal müzik yaptığım yıllarda grup arkadaşlarımla birlikte çalışırken en sevdiğim şeylerden biriydi ses efektleriyle oynamak. Herkes de duymuştur mutlaka, “Şu ekoyu biraz açar mısınız?” veya “Şu ekoyu biraz kısar mısınız?” der kimi zaman sahnedeki birileri, bazen sadece bir konuşmacı için de geçerli olabilir bu. İşte o eko var ya, yankı yani, en çok onunla oynamayı severdim. Çok insan sever zaten. Elinde eko sağlayan bir ses efekti cihazı, bir mikrofon, bir de hoparlör olan birisi için eğlence büyüktür. Fakat bir süre sonra eko, yani yansıyan ve tekrarlanan ses, insanı farklı bir boyuta sürüklemeye başlar. Gerçeküstü bir dünya algısı doğmaya başlar. Kendi sesinin yansıması ve uzayıp gitmesi insana hayal kurdurur ve hayal, bazen ölümü çağrıştırır. Çünkü ortada bir ses vardır ama gerçeği çoktan susmuştur ama taklidi peşi sıra çınlamaktadır boşlukta. Değişik bir ruh durumuna sebep olur eko. Biraz hüzünlüdür. Doğrusunu söylemek gerekirse, ekonun kendi öyküsü de son derece hüzünlüdür ve bugün doğaya baktığımızda, hiçbir ses duymasak bile ekonun öyküsüne tanıklık edebiliriz. (Gizemli konuştuğumun farkındayım. Ama sabır lütfen. Hemen anlatıyorum.)

MASALLARIN PERİLERİ

Size daha önce ‘nympha’lardan (nimfa okunur) söz etmiş miydim, emin değilim; olsun pekiştirmiş oluruz. Yunan mitolojisinde, kırlarda, sularda (pınar, göl, nehir, deniz kıyısı vs.) ve ormanlarda yaşayan doğal ve tanrısal varlıkların dişi olanlarına verilen addır. Doğu kültürüne uyarlayacak olursak dişi cinler, çocuk masallarına adapte edersek periler diyebiliriz onlara. Nympha sözcüğünü hem yazmak hem de okumak zor olduğundan, gelin peri diyelim, yazması da okuması da kolay olsun ama siz nympha anlayın lütfen. Homeros’a göre Zeus’un kızlarıdır periler. İşte bu perilerden birinin adı Ekho. Ekho, bir dağ perisi. Dağlarda ormanlarda gezinip duruyor. (Sonuçta baban tanrılar tanrısıysa boş boş gezebilirsin.)

SOKAK SERSERİSİNİ BOŞVERİN

Ekho, tüm periler gibi çok güzel bir genç kız. Sesi muhteşem. Şakır bülbül gibi. Börtü böcek bile susup onu dinler şarkı söylerken. Ve tabii çevrede kim varsa duyar bu güzel sesi ve aslında daha sesin sahibini bile görmeden, etkilenirler ister istemez. 14 Şubat Sevgililer Günü yazımda size anlattığım bir Pan vardı, yine Yunan mitolojisinden. Hani, keçi bacaklı, flüt çalan, çirkince bir tip. Dağ yamaçlarının ve çayırların tanrısı. İşte o Pan da Ekho’nun muhteşem sesini duyanlardan biri. Sese hayran olur bir gün, sahibini arar ve görür Ekho’yu. Keçi bacaklı çirkin, cennet sesli ve güzellik timsali Ekho’ya âşık olur. Fakat bir imkânsız aşktır bu Pan’ın hissettiği. Güzeller güzeli peri, hiç cevap verebilir mi keçi bacaklı, boynuzlu çirkin Pan’ın sevdasına? Reddeder tabi Pan’ı. Ama Pan’ın içi pek aydınlık değildir. Evlenme teklifini reddeden genç kıza kin beslemeye başlayan sokak serserisi gibi Pan da kin gütmeye başlar Ekho’ya. Bir tarafı çok sevmektedir ama bir tarafı, onu reddettiği için korkunç duygularla azap çekmektedir. Âşıktır ama dokunamaz aşkının güzelliğine. Kendisi gibi dağın diğer çobanlarını galeyana getiren Pan, hepsini saldırtır Ekho’nun üzerine. Amacı onu parçalatmaktır. Şimdi burası farklı hikayelerle dağılıyor. Biri diyor ki, Ekho’yu parçalarlar ama hâlâ şarkı söyleyen sesi ormanda asılı kalmıştır; bir diğer öykü de diyor ki evet onu fena hırpalarlar ama öldürmezler, Pan, Ekho’yu lanetler ve eskisi gibi şarkı söyleyemez olur. (Ben bu erken ölümü ve kadına şiddeti köklendirmeye yarayacak bu iğrenç hikâyeyi reddedip ölümün olmadığı öykünün peşinden gidiyorum.)

TEKRARLAMAK..MAK..MAK..MAK..

Yazının Devamını Oku

Bu haçlılar neden sefer etti?

23 Mayıs 2020
 Haçlı seferlerinin motivasyonu sadece dinsel değildi.

Uğruna çok canların yok olduğu Tapınak Tepesi. Bugün Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa ile derli toplu bir hali var.

638 yılında Halife Hz. Ömer, beyaz bir deve üzerinde Kudüs’e girince, kentin rütbece en büyüğü olan Partik Sophronios onu karşıladı. Halife, ilk iş olarak Hz. Muhammed’in göğe yükseldiği (miraç) Tapınak Tepesi’ni görmek istedi. Elbette o dönemde Mescid-i Aksâ ve Kubbetü’s Sahra henüz yoktu. Aslında hiçbir şey yoktu çünkü Süleyman Tapınağı olarak bilinen, yüksekçe bir platformda inşa edilmiş, tarihin en önemli mabetlerinden biri olan tapınak, en son MS. 70’te Romalılar tarafından taş taş üzerinde kalmayacak şekilde yıkılmıştı. Hz. Ömer’in gördüğü, işte bu yıkık manzaraydı. Hz. Ömer burada dua etti.
Halife bunun ardından, geçen hafta yapım öyküsünü paylaştığımız, Hz. İsa’nın ilk defin yerinin üzerine inşa edilmiş Kutsal Mezar Kilisesi’ni ve yine Hıristiyanlarca kutsal olan diğer yerleri görmek istedi. Kutsal Mezar Kilisesi’ni dolaşırken namaz vaktinin geldiğini fark eden Halife, namaz kılmak istedi ve Partik’e, seccadesini nereye serebileceğini sordu. Patrik de, bulunduğu yere serebileceğini söyledi. Hz. Ömer’in yanıtı çok anlamlıdır (mealen): “Adamlarımız arasında mutaassıp olanlar var. Burada namaz kılacak olursam bu kiliseyi İslâm adına sahiplenip camiye döndürebilirler. En iyisi namazımı başka bir yerde kılayım.” Birkaç metre öteye gider ve namazını orada kılar halife. İşte tam o namaz kıldığı noktada bugün mütevazı Ömer Camii yükselir. İnternette Ömer Camii diye aradığımızda karşımıza Kubbetü’s Sahra çıkar. Bunun nedeni, Hz. Ömer’in Muallak Taşı’nı bulup ardından oradaki döküntüleri temizlettikten sonra sazlardan bir camii alanı oluşturarak ilk kez on bin kişi ile namaz kılmasıdır. Ancak Kubbetü’s Sahra’nın inşasına yaklaşık 50 yıl sonra başlanacaktır.

ÇOK ŞEY OLDU

1337’de çizilmiş bir resim. Haçlılar Doğu’ya gidiyor.

Bunu neden anlattım? Sevimli bir Ramazan yazısı olsun diye değil, Haçlı seferleri denen döneme bakış açımızı biraz değiştirebilmek için. Çünkü Haçlı seferlerini dinler savaşı olarak görme eğilimi çok güçlüdür ancak Hıristiyanların kutsal kentinin İslâm’ın eline geçmesi (638) ile Hıristiyanların Kudüs’ü (sözde) geri almak için yola çıkmaları (1096) arasında 458 yıl vardır. Yani, 4,5 asır Kudüs’ü Müslümanlar’ın eline bırakanların, bir anda celallenip, “Yetti gari, gidip geri alalım Kudüs’ü” demiş olmaları pek olası değil. Hele hele onca zaman istedikleri gibi ellerini kollarını sallaya sallaya Kudüs’e girip çıktıkları, kutsal şehirde zaten birçok Hıristiyan’ın yaşadığı biliniyorken… Hıristiyan’ın yaşadığı biliniyorken… O halde soralım: Ne oldu da bu adamlar Avrupa’dan Kudüs’e kadar onca yolu göze aldılar?

Yazının Devamını Oku

İstanbul olmasa olmazlardı

16 Mayıs 2020
Kudüs ve Venedik’in en büyük ortak yanları, hamurlarında bolca “İstanbul” olması.

Biliyorum, başlık çok iddialı geldi. Elbette içinde biraz abartı var. Olurlardı ama bugünkü gibi olmazlardı. Farklı olurlardı, başka türlü olurlardı. Yani Kudüs ve Venedik’in İstanbul’a borçlu oldukları, var oluşları değil belki ama kesinlikle bugünkü halleri. Evet evet, gayet ciddiyim. E haydi gelin konuşalım o zaman.

KENAN’DAN İSA’YA

Kudüs’ten başlayalım konuşmaya. Zira Kudüs kutsal bir şehir kimliği kazanmaya başladığında, Venedik’in olduğu yerler henüz sadece bataklıktı. Bizim buraların eskiden hep zeytinlik veya dutluk olması gibi. Kudüs’ün bulunduğu arazinin bugünkünden çok da farklı olmadığını söyler bilim insanları. Yani gene kurak, gene toz-toprak. Ama Kudüs’ü önemli kılan, bayındırlığı değil tabii. Bölgenin toprağı tarımsal açıdan verimli olmasa da dinsel açıdan bir verimli ki sormayın. Sormayın çünkü zaten hikâyeyi biliyorsunuzdur. Biz yine de şöyle bir toparlayalım: Her şeyden önce Kudüs’ün MÖ 2600’de organize bir yerleşim yeri olduğu biliniyor. Bölge, daha önceki bazı yazılarda bahsettiğim gibi “Kenan” diyarının bir parçası. (Kendilerine “Kenanîler” diyen insanlara dünyanın kalanı “Fenikeliler” der.) Daha sonra kendilerine vaat edilmiş topraklar olduğunu söyleyen Musevîler gelir, 12 kavim olarak bölgeye yerleşir. İşte Davud, Süleyman derken asırlar geçer ve kutsal Yahudi kenti Kudüs, Hz. İsa’yı ağırlar. 30’lu yaşlarında Roma İmparatorluğu’nun yerel otoritesi ve Yahudi cemaatinin önde gelenlerinin çabalarıyla çarmıha gerilen İsa, Yahudi doğmuştur, Yahudi toplum kurallarına göre yaşamıştır ve Yahudi olarak ölüp gömülmüştür. Göğe yükselişi ve yaşarken söylediklerinin nasıl olup “ayrı bir din haline geldiği” bir yazı dizisi konusudur, geçelim.

KAFATASI TEPESİNDE

Hz. İsa’nın Kudüs’te çarmıha gerildiği yerin adı yerel inanışta “Golgota” olarak geçer. Golgota, İbranî dilinde kafatası demekmiş. Ancak bu ismin, tepenin şekliyle ilgili olduğunu söyleyenler de var, Romalıların infazları hep bu küçük tepede gerçekleştirmesinden dolayı etrafın iskeletle dolu olmasıyla ilgili olduğunu söyleyen de. Şahsen, ikinci olasılığa pek yüz vermiyorum çünkü Yahudiler ortada ceset bırakmazlar, gömerler. Kimsenin sahip çıkmadığı cesetler olduğunu düşünsek, onların da orada iskelet oluncaya kadar bırakılması hangi dönem olursa olsun saçma. Ayrıca, öyle bile olsa, neden “kafatası”? Neden mesela “Ölüm Tepesi” falan dememişler de kafatası demişler? O da ayrı bir tuhaf. Bana göre tepenin bir şekilde kuru kafayı andırması daha mümkün geliyor bana. Eğer öyleyse bile bunu bugün artık görme şansımız yok. Çünkü Kudüs, gerçekten de iğne atsanız yere düşmeyecek bir şehir. Açıkta ne tepe kalmış ne de bir karış toprak.

Çoğu sokağın bile üstü kapalı, yürürken gökyüzünü görmek zor. Her ne ise… Hz. İsa çarmıha gerilip ruhunu teslim ettikten sonra çarmıhtan indirilmiş, akşama doğru, yakınlarda bir yerde, başkası için yapılmış bir mezara geçici olarak konmuş. Ertesi gün Sept günü (cumartesi) olduğundan ve Yahudiler Sept günlerinde iş yapmadığından, geçici olarak kefenleyip bırakmışlar orada. Pazar günü hazırlık yapıp mezara gittiklerinde kefen bezlerini bir kenara atılmış halde bulmuşlar ama İsa’nın bedeni orada değilmiş. Bundan sonra inanç mevzuudur ve yeri burası değildir. İşte bu mezar, İsa’yı sevenler tarafından bellenmiş, ziyaret edilmiş, dua merkezi haline gelmiş. Mezar dediğimiz de, o dönemki Yahudi geleneğine göre, kayaya oyulmuş küçük bir mağara. Bizim alıştığımız gibi yere kazılmış bir çukur değil.
Bir zaman sonra Roma İmparatoru Hadrianus (hani şu Türkiye’nin ve pek çok yerinde ismine kapı, tapınak, bina vs. olan Hadrian) sırf hıristiyanlara gıcıklık olsun diye, İsa’nın mezarının üstüne Venus Capitolina için bir pagan tapınağı inşa ettirmiş. Aklı sıra İsa’ya dua eden Hıristiyanların, pagan tanrıça Venüs’e hürmetlerini sunmasını istemiş olacak. Fakat İsevîler, neyin ne olduğunu bilerek ibadete devam etmişler ve üç asır boyunca, dünyanın farklı coğrafyalarından da gelip bu noktayı ziyaret etmişler.

YASADIŞI BİR DİN

Yazının Devamını Oku

Kutsal Akdenizli: Zeytin

9 Mayıs 2020
Zeytin ağacı kutsaldır. İnanmayan Kitap’a baksın. Ve biz, çatır çatır kesiyoruz onları!

 

Ağaçtan henüz toplanmış zeytinler. Foto John Cameron.

İçimiz kıpır kıpır. Pencerenin dışı bahar. Çıkmakla çıkmamak arasında arafta ruhumuz. Düşük de olsa, cennet görüntüsünün peşinden tedbirsiz koşturup cehennemi yaşamak ihtimali de var bu nedenle insan kendisini zapt etmeli. Ama sokağa çıkabildiğimiz zamanlarda iyice çekmeli baharı ciğerlerimizin en ücra köşelerine. Bu aralar çiçek açan açana. Çiçekli olsun olmasın, tüm bitkiler başka bir coşku veriyor insana. Baharda yeşiller de başka yeşil doğrusu. Ne şanslıyım ki, penceremden zeytin ağacı görebiliyorum. Penceresinden ağaç, bitki vs. görebilen herkes şanslı tabii. Ama benim için zeytinin yeri bir başka. Meyvesini hapır hupur yediğimden değil, ayrı bir havası var zeytinin. Bilge bir hali var zeytin ağacının. Hani sanki dile gelse, kafamızdaki pek çok soruya yanıt verebilecekmiş gibi, çok şey biliyormuş gibi bir hali var.

DENİZ YOKSA ZEYTİN DE YOK

Anadolu’muzda ortaya çıktığı biliniyor ve sonra da bir şekilde bütün Doğu Akdeniz’e yayılmış. Ancak Anadolu’da ortaya çıkan, rahat rahat yenebilen türü değil, bilen bilir, “delice” derler yabanî zeytine, Latincesiyle oleo europea oleaster. Yediğimiz halini sonradan ehlileştirilmiş insanlık. Doğu Akdeniz’e yayılıp oradan yenebildiği için, zeytin Ortadoğulu kabul edilir. Akdeniz geneline, daha çok denizciler sayesinde yayılmıştır. Belki de bu yüzdendir zeytinin Akdeniz iklimine olan tutkusu. Akdeniz iklimi olmazsa yetişmez, rüzgârda tuz olsun ister zeytin, dalgaların köpüğünden beslenmek ister. Akdeniz, sılasıdır zeytinin. Denizi görmezse yaşayamaz.

AKIP GİDEN BİR TARİH

Antik dönemde zeytin toplayanlar

Yazının Devamını Oku

Korona saltanatı

2 Mayıs 2020
Koronası olanın bir dediği iki edilmez, eli sıcak sudan soğuk suya sokulmaz. Çünkü korona güçtür.

Taca benzediği bu isimle anılan virüs. Hayatımızı berbat ettin ama!

İnsan, baktığı şeyin veya kişinin ne olduğunu bilmek ister. Kime baktığımızı, baktığımızın kim olduğunu bilmeliyiz. (Davetli gittiğimiz bir düğünde mesela, kapıdan girdiğini gördüğümüz iki tanımadığımız kişiyi hemen yanımızdakine sormaz mıyız, “kim bunlar?” diye. Bize neyse!?) Düşünelim şimdi. Bundan binlerce yıl önce yaşayan bir grup insanız ve içimizden birini kral seçtik ya da biz seçmedik de o kişi kendini kral ilan etti. Hepimiz birbirimize benziyoruz. Saçımız, başımız, kıyafetimiz (üzerimize geçirdiğimiz post vs.) aynı. Kralın kral olduğunu nasıl anlayacağız? Hadi diyelim biz onu tanıyoruz, dışarıdan gelen birisi nasıl anlayacak kralın kral olduğunu? İster uzaktan ister yakından tanınmasını sağlayacak bir işaret koymak lazım bir tarafına. Görünmesi için herhalde en uygun yer başı olacaktır. Başına bir şey koyalım. Koyalım da ne? Hem orada kolay duracak, hem de adama ne taraftan bakılırsa bakılsın (yani 360 dereceden) anlaşılacak bir işaret olmalı bu. Evet evet, bir halka olmalı bu. Zaten tapınmakta olduğumuz şeyler de halka şeklinde değil mi? Güneş, Ay, yıldızlar?.. Bir şeylerden yuvarlak yeni bir şey yapmalı. Çiçekler, dallar, ne bulursak… Ama güzel olmalı ve kralımızın asaletine yakışmalı. Yaptık. İşte oldu. Artık kralımızın bir… şeyi var... nasıl desek? Bir… Çember! Evet evet, bu bir çember! Ya da Pers dilinde söylendiği haliyle, bir taç.

GÜNEŞ DİSKİ

Mısır’da hep kullanılmıştır Güneş diski.

Tabii kişiyi kral yapan o basit çember midir, ayrı bir tartışmanın konusu olabilir. Fakat “neden çember?” sorusuna yanıt arayabiliriz. Aslında bu “çember” takıntısı, yukarıdaki paragrafta kısaca değindiğim gibi Güneş’e taptığımız zamanlardan geliyor. Güneş ve Ay, henüz hiçbir şey bilmeyen insanın, en kolay tapınabileceği nesnelerdi elbette. Halen bütün kültürlerde izleri duruyor o eski inanışların ama yeri burası değil, başka bir yazıda belki ele alırız. Mısır’ın ünlü soldan sağa iki harfli Güneş Tanrısı Ra, kafası bazen kartal, bazen insan belki ama her zaman Güneş diski ile birlikte resmedilmiş. Sonra da bütün antik dönem boyunca, “yöneten” veya “güç sahibi” kim varsa, hemen bütün tasvirlerde kafalarında bir yuvarlak yer almış.

HEP TANRILAR, HEP TANRILAR!

Yazının Devamını Oku

Komşu kardeşler

25 Nisan 2020
Hayvanlar yok etmeye çalıştığımız düşmanlarımız değil, komşularımızdır.

 

Dubai’nin görkemine görkem katmaya çalışan bir tavuskuşu.Foto Karim Sahib - AFP

Farkında mısınız, biz ortalıkta pek dolaşmadığımız için, yaşlı gezegenimizin diğer sakinleri, daha rahat ve daha keyifli bir hale geldi. İstanbul Boğazı’nda hem mutur (burunsuz küçük yunus türü, zıplamaz) hem de şişe burunlu yunuslar (klasik yunus, burunlu, zıplar, neşeli) cirit atar hale geldi. İnternette şöyle bir gezinin lütfen, bolca videolarını görürsünüz. Hele çok yakın zamanda gördüm, buraya da telefonumdan ekran görüntüsü aktarmaya çalıştım, Ortaköy’de rıhtıma çıkacaklar neredeyse… Neşe içindeler çünkü bütün dünyayı kendisine ait zannederek onları rahatsız edenler, yani bizler ortalarda değiliz.
Sadece yunuslar mı?.. Japonya’da, İngiltere’de geyikler sokaklarda, tilkiler, ağızlarında peynir olan kargaları metropollerde aramaya başladı bile, ördekler, kazlar kaldırımların tadını çıkartıyor, Dubai’de bir tavuskuşu çalımla gezinirken görüntüleniyor, Şili’de bir puma yiyecek aramak için indiği kentin otoparkında objektiflere yakalanıyor, Galler’de dağkeçileri şehir turları düzenlemeye başladı.

ORTAĞIZ ZATEN

Hayvanlar dünyanın her yerinde şehirlerimize ortak olmaya başladı. Eh, çok normal değil mi? Biz onların yaşam alanlarına ortak bile olmadık, doğrudan gelip kestik, yaktık, düzelttik, betonladık, asfaltladık. Dünyaya ve yaşama ortak olduğumuzu unutup her şeyin ve her yerin tek efendisi olduğumuzu sandık. İşimize yarayacak hayvanları besledik, esir ettik; hayvanları bıraktık birbirimizi bile esir ettik. Hayvanları kendi yaşam alanlarından atmak bir yana, birbirimize karşı bile sınırlar çizip duvarlar çektik. Belki tüm bunlar kaçınılmazdı, büyük olasılıkla kimse bunları planlamadı bile, biz de doğamızın gereğini yaptık ama sonuç olarak, hayvan komşularımızın haklarını epey bir çiğnedik. Şimdi ne çıkar biz ortalıkta yokken onlar da şehir hayatının tadını çıkarsa? Bakarsınız yakında konuşmaya da başlarlar! Umarım da başlarlar. Çocukluğumdan beni bayılırım konuşan hayvanlara. (Canım, gerçekte konuşan hayvan olmadığını biliyorum ama masallarda ve kitaplarda bolca yok mu?)

BEN DEMEDİM, O DEDİ!

Yazının Devamını Oku