Tayfun Timoçin

Gençliğin peşinde yılanın izinde

25 Temmuz 2020
Yılanlar neden hep genç görünür? Otu yemişlerdir de ondan!

Yılan ananta, Vişnu’yu taşıyor ve onu dinlendiriyor. Mehrangarh Müzesi

Malum, temmuz ayı boyunca “yılanlarla ilgili” konuşacağımızı söylemiştik. Yılanın, sevmeyenlere inat, şifayla ilişkili bir tarafı var. (Bunu 17 Nisan 2020’da yayımlanan “Tüm Dünyaya Şifa Dağıtan Yılan” başlıklı ele almıştım. İlgilenenler için https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/tum-dunyaya-sifa-dagitan-yilan-41496442) Orada konunun başka boyutlarını ele almıştım, zira kültür dediğimiz şey öylesine çok katmanlı ki, hep birbiriyle ilişkili ama birbirinden neredeyse habersiz. Ama tüm tıp ve eczacılık simgelerinin içinde yılanın başrolde olması da tesadüf değil. Yılan, gerçekten çok önemli bir figür insanın kültür tarihinde.  Sadece şifa kaynağı olarak değil, sonsuz veya çok uzun yaşamın da sembolüdür yılan. Kendi kuyruğunu yutmaya çalışıyor gibi duran yılan figürü kadim kültürlerde kullanılmış, sonsuz yaşam döngüsünü sembolize etmiştir. Hele bu yılanı bir de yan yatmış sekiz gibi kullananlar, artık sonsuzluk simgeselliğini zirveye taşımışlardır kuşkusuz. 

EN ESKİ DESTAN

Dünya yazılı edebiyatının (böyle diyoruz, çünkü çok daha eskisi ve köklüsü olan sözlü edebiyat da var) en eski, en önemli, en bilinen ve hatta birçok kavramın “ilk”ini barındıran örneği, hiç kuşku yok ki Gılgamış Destanı’dır. Uzmanlar, Gılgamış Destanı’nın, yazıya geçirilmeden önceki binlerce yıllık sözlü geleneğin bir aktarımı olduğu konusunda hemfikirler. Zaten böyle bir yargıya bizim varmamız da mümkün. Elimizdeki yazmaların tarihi bile çok şey anlatıyor: Sümerce yazma, MÖ 2000’lerden, Eski Babil yazması denilen Akkadca tabletler MÖ 1800’lerden ve yine Akkadca olan son Babil yazması MÖ 1250’lerden kalma. Aynı destanın farklı yazmaları -ki elimize geçmemiş veya henüz bulunamamışlar da var mutlaka- arasında en az 750 yıl var. En yeni Gılgamış yazması tablete işlenirken, Tevrat adını verdiğimiz İbrani kitabından henüz eser yoktu dünyada. İlk tufan öyküsü de yine Gılgamış’tadır. Gılgamış’tan size en son 10 Temmuz 2020’de, “Öldür Öldür Bitmeyen Ejderha” başlıklı yazımda söz etmiştim. Gılgamış, ejder Huvava’yı öldürüyordu. İşte o olaylardan sonra Gılgamış, Utnapiştim’e gider. Utnapiştim, ya da bizim daha iyi bildiğimiz adıyla Nuh, Gılgamış’a, uzun yaşam veya gençlik çiçeğinin yerini söyler. İşte bizim yılan da burada ortaya çıkacaktır.

GILGAMIŞ’IN HAYAL KIRIKLIĞI İLE BİTEN ÖYKÜSÜ

Muzaffer Ramazanoğlu’nun, konunun otoritelerinden Alman Asurbilimci Ord.Prof. Benno Landsberger’in (1890-1968) kontrol ettiği çevirisiyle Türkçemizde yayımlanmış Gılgamış’tan okuyalım: “(Utnapiştim konuşuyor) Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!” Ayaklarına taş bağlayarak yeraltı tatlısu denizinin dibine dalan Gılgamış, otu alıp yüzeye çıkar. Yanındaki gemiciye, bu otu yiyenin gençliğine döndüğünü, onu alıp kendi şehrinde sevdiklerine yedireceğini ve son olarak kendisinin yiyeceğini, bu şekilde çocukluğuna geri döneceğini anlatır. Sonra Gılgamış’ın şehri Uruk’a doğru yola çıkarlar, dere tepe düz giderler, yorulup bir su kenarında dururlar. Gılgamış, soğuk suya girip yıkanmak ister. Haliyle otu bırakıp suya girer. Geri döndüğünde otun yerinde yeller esmektedir ve orada, bir yılan derisi durmaktadır. Çünkü otun kokusunu alan bir yılan, Gılgamış’ın suya girmesini fırsat bilerek gelip otu yemiş ve hemen o an, otun etkisiyle deri (gömlek) değiştirmiş, gençleşmiştir! Gılgamış o otu kaptırmasaydı, bugün trilyonlarca doların harcandığı bir gençleşme sektörüne gerek kalmayacaktı belki de! 

GENÇLİK OTUNU YİYEN GENÇLEŞİR

Yazının Devamını Oku

Şu bizim şahmârân

18 Temmuz 2020
Yakındoğu ne kutlu bir yer. Yılanı bile şifa dağıtıyor. Hele yılanların şahı, yani Şahmaran öyle bir figür ki, evlerimizde, oturma odalarımızda bize gülümsemeyi sürdürüyor. 

Efsaneye göre Şahmaran burada, Adana’daki Yılan Kale’de öldürülmüştür.

Eskiden masallar vardı hayatımızda. Masallar hâlâ var ama artık hayatımızda değiller. Orada bir yerde duruyorlar. Kitaplarda mesela. Öylece… Sessiz… Okuyan olursa… Ama eskiden anlatılırlardı. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılırlardı. Bilinirlerdi. Hayal gücümüz beslenirdi, üzerlerine çeşitlemeler yapardık. Artık anlatan da, dinleyen de olmadığı için ne hayal gücümüz besleniyor ne de bir şeyin üzerine çeşitlemeler yapıyoruz. Ya da belki günlük birkaç laf, hepsi o.

HAYATIMIZIN BİR PARÇASI O

Güzel olan, hatırlayan nüfus yaşlanmakta olsa da, bir yerlerde kültürümüzün çınarlarının izlerini görebiliyor olmamız. Bazen bir duvar halısında, tozlanmış bir çerçevenin içinde, bir dükkânın tezgahının üzerinde, bir çini tabak veya kül tablasının orta yerinde, bir kilimde, şalda, el oyasında… İşte bu çınarlardan biri de hiç kuşku yok ki Şahmaran efsanesidir. Size sözüm vardı, bugün sıra onda. (Şahmeran da denir.)Efsanenin doğal olarak farklı versiyonları var. Gerçek olaylar bile kuşaktan kuşağa aktarılırken çeşitlenirken, uydurulmuş bir öykünün çeşitlenmeden kalması mümkün mü? Değil. Biz, Şahmaran için, farklı anlatıların ortalamasını alıp başlayalım. 

ADANA’DAN YAYILAN SICAKLIK

Cihan kâfir iken (bu ifade, Anadolu’nun pagan, yani çok tanrılı olduğu zamanları ifade ediyor olmalı) Allah Adana’ya (evet bizim Adana, 01) peygamber olarak Hazreti Danyal’ı gönderir. Hz. Danyal pek çok bilimde üstün olduğu gibi gaipten haber vermek ilminde de (ilm-i remil) üstattır. Hz. Danyal bir gün, insanın, kıyamete kadar yaşamasını sağlayacak ilacı bulur. Bu dâhil pek çok bilimsel verilerini bir deftere kaydetmektedir, bu ölümsüzlük ilacının sırrını da deftere yazar. İlacın formülü gereği bazı otlara ihtiyacı vardır ve bunları bulmak için Ceyhan Nehri’nin öte tarafına geçmesi gerekmektedir. Köprüye giderken, masal bu ya, Allah, Hz. Cebrail’i yanına çağırıp, “Derhal git şu Danyal’ı durdur, ecele derman olan çiçeği bulmak üzere, ben onu kullarıma bildirmeyecektim. Git defterini nehre at” der. Cebrail, köprüde yaşlı bir adam kılığında çıkar Danyal’ın karşısına. Biraz laflarlar. Danyal, “Bu ilacı insanlara vereceğim, yaşasınlar kıyamete kadar” der, Cebrail ise, “Rızık ömre göre taksim edilmiştir. Eğer insanlar ölmezse, kim kimin rızkını yer? Bu Allah’ın iradesine aykırıdır” der. Açtığı kanatlarının biriyle vurduğu gibi defter Ceyhan Nehri’ne karışır gider, pek az sayfası köprüde kalır ve inanılır ki, kimya bilimi, işte o köprüde kalıveren sayfaların ışığıyla ortaya çıkmıştır! Fakat defterin düştüğü sular, bir arpa tarlasına akar ve bu nedenle arpa çok şifalıdır, doktorlar hastalarına arpa suyu vermişlerdir ve peygamberler hep arpa ekmeği yemişlerdir. (Kim nereden biliyorsa…)

BİRAZ TUHAF BİR OĞLAN

Yazının Devamını Oku

Öldür öldür bitmeyen ejderha

11 Temmuz 2020
Her kültürde bir “ejderhayı öldürme” öyküsü var. Yakından bakınca, öykülerin ana hatları bile aynı.

Öldür öldür bitmez bu ejderhalar. Francesco Zuccarelli. 1765

Malum temmuz ayındayız ve temmuz, yılanla özdeşleşmiş bir aydır; bu nedenle de geçen hafta yılanlar ve onların hayali projeksiyonları olan ejderhalar hakkında sohbete başlamıştık, devam edelim.
Hep konuşuruz ya, hemen hemen bütün mitolojik anlatılar, Sümer’de ortaya çıktı. Belki ortaya çıktıkları yer orası olmayabilir ama en azından ilk kez orada yazıya aktarıldıkları için “Tarih Sümer’de Başlar”. (Otorite S.N.Kramer’in bir kitabının adı.)
Tabii, hep altını çizdiğimiz gibi kültür, zincirleme ilerlediği için, bir bakmışız, Babil Yaratılış Destanı’ndaki ejderha, İskandinav fiyortlarından birinde altınların üzerine çöreklenmiş, onları bekliyor! Böyle bu işler. Ama kültürel alışveriş, “O ondan çaldı, bu bundan yürüttü” anlamına da gelmiyor. İnsan düşünüşü aşağı yukarı hep aynı; görünen o ki binlerce yıldır da pek değişmemiş.

Marduk Tiamat'ı öldürür

KIZDIRMAYIN TİAMAT’I

Yazının Devamını Oku

Ejderha zamanı

4 Temmuz 2020
Hiç var olmadılar ama herkes onları biliyor! Bu nasıl oluyor?

Şenliklerde ejderha. Dragon. Martin Woortman

Korona Çin’den çıkıp tüm dünyaya yayıldı ya hani, bu Çin’in ilk vukuatı değil. Ne zaman olduğunu tam bilmediğimiz ama çok çok eski olduğundan emin olduğumuz bir de “ejderha” salgını var. Evet evet, bildiğiniz ejderha! Ağzından alevler çıkartan, çoğunlukla uçan, yılanımsı, kulaklı, koca dişli ejderha.
Hiçbir zaman yaşamadığı, var olmadığı halde ne diye bütün kültürlerde bir ejderha figürü var? Yoksa bir zamanlar sahiden de ejderha var mıydı? Olabilir mi böyle bir şey? “Tufan” öyküsünü örnek seçelim. Dünyanın neredeyse bütün kültürlerinde bir tufan anlatısı var ve bilim artık kanıtlayabiliyor ki, belirli dönemlerde sular ciddi anlamda yükselmiş, mevcut yaşam alanları tahrip olmuş, özellikle boğaz veya benzeri yerleri aşan sular, büyük travma yaratmış ve tufan kavramı yerleşmiş. Yani evet tufan var. Farklı coğrafyalarda farklı şekillerde ortaya çıkmış da olsa var. Acaba ejderha da böyle olabilir mi?

FOSİLLERDEN DOĞAN MİT

Bilim henüz bir ejderha kanıtı bulamadı. Zaten çok olası da görünmüyor, bir canlının ağzından alevler çıksın, aynı zamanda uçsun… İyi de nereden çıktı bu meret? (Meret sözcüğünün bir anlamı da “uğursuz”dur) Benim de inandığım, tahminlerin ağırlıklı kısmının dayandığı, dinozor fosillerinden! Hiçbir kutsal kitap dinozorlardan söz etmez. Hiçbir kadim metinde de yoktur. Çünkü insan hafızasının, ortak belleğin tanık olmadığı zamanlarda (iyi ki de öyle) yaşayıp yok olmuş dinozorlar. Bu nedenle hiçbir şekilde anlatılarımızda, sözlü edebiyatta, yazılı metinlerde yok. Ama… Ama bugün bulunduğu gibi dün de bulunmuş olmalı dinozor fosilleri. Yazının olmadığı eski zamanlarda. Bugün de örneğin Gobi Çölü’nde gezen birinin ayağına dinozor omurgası veya dişi takılabiliyor. Bu mutlaka dün de olmuştur. Nasıl bugün bir dinozorun milyonlarca yıl önce ölüp kaldığı haliyle kemikleri bulunabiliyor bütün olarak, mutlaka dün de aynen böyle bulunmuştur.
Şimdi hayal edelim. Mesela Göbi Çölü’nde yürüyen bir Çinli askerin ayağı bir şeye takılıp tökezliyor, dikkat ediyor onun ne olduğuna… Şöyle bir bakıyor, eşeliyor falan, derken ortaya dev bir canavar çıkıyor. Dişleri var, belki uçan dinozor fosiliyse kanatları var… Ama ne öyle bir hayvan görmüş, ne de duymuş! Fakat işte kemikleri ayağının altında! Gelsin öyküler, gitsin masallar.

HER YERDE VAR ÇÜNKÜ…

Yazının Devamını Oku

Herkül sütunları gerçeği

27 Haziran 2020
Herakles (Herkül) Sütunları dendiğinde Cebelitarık Boğazı geliyor aklınıza değil mi? Evet ama yanlış!

Malum, Herkül, Yunan mitolojisindeki Herakles’in Roma’daki adı. Farklı isimler kafa karıştırmasın diye Herakles diyeceğim ben bu fantastik şahsa. Ama başlığa Herkül’ü çıkarttım çünkü daha popüler. Ne de olsa biz “Cep Herkülü” olan bir ülkeyiz. Huzurla uyusun Naim Süleymanoğlu.
Yunanların coğrafi öykülerinin ardında, çok büyük çoğunlukla kendi deneyimleri vardır. Örneğin, daha önce yazdığım Argonotlar Efsanesi, Yunan anakarasından Karadeniz’in doğusuna uzanan gerçek ticaret ağının varlığı ile ortaya çıkmıştır. Yunanların ticaret kolonileri vardı Karadeniz’de. Durup dururken gelip Pontus Rum Devleti diye bir şey kurmaya yeltenmediler yani, zaten son birkaç bin yıldır orada yaşıyorlardı. Mithradates, Roma İmparatorluğu’na direnen son Anadolulu kral, Trabzon’da yaşıyordu, vatandaşımızdır.

Sur'da İskender'in alınmadığı, adı sonradan Herakles'e dönüşmüş Melkart Tapınağı'ndan bugüne kalanlar.

HERAKLES BİLE!

Fakat Herkül Sütunları diye bilinen Cebelitarık’a kadar gittiklerine, oralarda koloni kurduklarına dair bir veri yok. Yunan kolonizasyonu, İtalya, Yunanistan, Ege, Marmara, Karadeniz ile sınırlı. İtalya’dan batıya gittiklerine dair pek bir veri yok. Peki ne var? Herakles’in oralara gittiğine dair mitolojik öyküler. Herakles’in meşhur On İki İşi vardır mitolojide. Detaya gerek yok, kralın biri Herakles’e birbirinden imkânsız gibi görünen on iki görev verir, Herakles de tabii ki hepsini yerine getirir. (Görevimiz Tehlike’nin antik versiyonu diyebiliriz.) İşte bunlardan birinde Herakles, dünyanın en batı ucuna gidecek, Okeanos Irmağının içindeki bir adadan sığır sürülerini alıp Yunanistan’a getirecektir. Okeanos, son birkaç yazıdır ele aldığımız, dünyadaki tüm karaları sarıp sarmalayan büyük denizin Yunan’daki adı. Arapçası Bahr-i Muhit, yani “çevresel deniz”. Antik çağda hayatın sürdüğü kara, insan zihninde sahiden de Cebelitarık Boğazı’nda biterdi, ileride ne var bilinmezdi. İşte Herakles gider Boğaz’a, biraz geçer orayı ve anı olarak oraya iki sütun diker. Sütunlar hem anıdır, hem de “bu noktadan sonrası tehlikelidir, çünkü bilinmezdir, koskoca Herakles bile ancak buraya kadar gelebildi” gibi bir uyarı anlamını taşırlar.

YUNAN’IN ADI BİLE YOKKEN...

Bu öyküye binlerce yıl inanıldı, halen de inanan var, biliyorum. Oysa işin gerçeği çok daha eskilere dayanır. Bırakın Herakles’i, Yunan adının (Helen) bile olmadığı zamanlara gider o sütunların öyküsü. Ama önce daha yakın tarihli başka bir önemli şahsiyeti konuk edeceğiz sayfamıza: Büyük İskender’i. Yine.

Yazının Devamını Oku

Işıklar içinde uyumak mı?

20 Haziran 2020
Genel olarak ışıkla uyunmaz. Peki o halde neden ölenler için böyle dilekte bulunuruz?

Tünelin ucundaki ışık. Allah gecinden versin.

Uyurken ışıkları kapatır mısınız? Büyük olasılıkla evet, kapatırsınız. Işıkta uyuyabilenler vardır ama ben onlardan değilim. Kapatırım. Bana karanlık lazım. Fakat onun da dozu var. Gözümü kapattığımdaki karanlığı açtığımda da hissediyorsam, orada bir tuhaflık vardır. Yıllar önce Adana’nın bir yaylasında dostlarımızın evinde konakladığım ilk gece öyleydi. Etrafta hiç ışık olmadığı için gözüm açık mı, kapalı mı anlayamamış ve uzun süre uyuyamamıştım. Hiç olmazsa gözümüzü açtığımızda, ayağa kalkıp tuvalete gidebilecek kadar bir loşluk olsa iyi olur bence. En azından, insan gözünü kapattığında onu rahatsız etmeyecek bir ışık dozundan söz ediyorum. Bir mum ışığı, zayıf bir gece lambası vb. mesela. Tabii bu benim hissettiğim. Sizin için durum farklı olabilir ama sanırım çoğumuz pırıl pırıl aydınlıkta uyumakta zorluk çekeriz. Zaten uyku uzmanları da ışıkları kapatarak uyumanın, uykunun kalitesini yükselttiğini söyler.

YANITLAR HEP ESKİLERDE

Peki burada sormak istediğim bir soru var: Madem çoğumuz aydınlıkta uyuyamıyoruz, ne diye hayata veda edenlerimiz için “ışıklar (veya nurlar) içinde uyusun” deriz? Bir de çoğul üstelik! Işık+lar, nur+lar… Yani ortalığın pırıl pırıl olmasını dileriz açıkça. İyi de nasıl uyuyacak mevta o aydınlıkta? Elbette bunun normal bir uyku olmadığını, hiçbir ışığın artık onu rahatsız etmeyeceğini biliriz ama ne diye böyle eciş bücüş bir dilekte bulunuyoruz dersiniz?
Cevabı bulmak için sizi yine çoook eskilere götüreceğim dostlar. Ne yapalım, her şey o zamanlar başlamış, bugünü anlamak için geçmişe bakmak lazım, benim bir kabahatim yok.

YOK CANIM! HİÇ OLUR MU ÖYLE ŞEY?

En başından bu yana, insanın çözemediği tek derdi var: Ölüm! Aslında öleceğimizi bile bile yaşıyor olmak, çok zorlayıcı bir şey. “Nasıl olsa öleceğiz, ne diye bu kadar uğraşıyoruz, ne diye bu kadar dert ediniyoruz?” diye düşünmemek güç. İşin felsefesine de inanç boyutuna da girmeyeceğiz. Ancak kesin olan şu ki, en başından beni yanıt aradığımız bir sorudur ölüm. “Sonrasında ne var?”

Yazının Devamını Oku

Kayın şeyler mitolojisi

13 Haziran 2020
Mitoloji, ille de tanrıların tuhaflıklarını anlatacak değil. “Kaynım geldi” diyen biri de hiç farkında olmadan bir parça mitolojiye dalmış oluyor.

Kayın ormanı. Karsız.

Evli olanlarımız yaşar, olmayanlarımız da bilirler ki evlenince insanın bir sürü “kayın” akrabası olur. Kayın annemiz olur, ona kayınvalide veya kayın ana deriz, ki kayın ana, ağzımızda “kaynana” biçimine dönüşür; kayın babamız olur kayınbaba veya kayınpeder deriz. “Geçen gün kaynım geldi” deriz mesela. “Kaynım geldi” lafını sadece erkekler için söyleriz, ana dışındaki kadınları kapsamaz “kayın” nedense. Kayın kız kardeş veya kayın bacı yoktur, ona görümce veya baldız denir. “Nedense” dediğime bakmayın, nedenini biliyorum, yazı bitince, anlatmayı becerebilirsem, siz de biliyor olacaksınız umarım.

BU KEZ TÜRK MİTOLOJİSİNE BAKIYORUZ

Bu uygulama, Türklerin binlerce yıldır sürdürdüğü bir şey.

Biliyorum, sık sık mitolojideki şeylerden söz ediyoruz ve bu nedenle Yunan’ın ve Sümer’in bolca adı geçiyor. Çok normal tabii. Ancak unutmayalım ki (sık sık söylediğim gibi) bugün mitoloji dediğimiz şey, bir zamanlar insanların inançlar sistemiydi. Bugün, Yunan’dan, Roma’dan önce Türk mitolojisine uzanacağız. Malum, Orta Asya’da yaşayan, İslam ile henüz tanışmamış Türklerin kendilerine göre inançları, töreleri, öyküleri, sözlü de olsa gelişmiş bir edebiyatı vardı. Türk dendiğinde ha bire at üstünde yaşayan, at üstünde gezinen bir grup insan hayal edenler yanılıyorlar. Öyle kavimler de var tarihte ancak Türkler, tarım ortaya çıktıktan sonra yerleşik düzeni sevmiş bir topluluk ama hayvancılık yapan grupların mevsimlik göçleri terk etmeleri elbette mümkün değildi, aksi halde hayvanlar telef olurdu.

BOZKIRIN ORTASINDA

Yazının Devamını Oku

Kahinler ve peygamberler

6 Haziran 2020
Sözlüklerde aynı kavramı karşılayan sözcükler bunlar. İyi ama nasıl olur?

 

Geçen yazılarımızda, Haçlılarla ve seferleriyle ilgilenirken, kaçınılmaz olarak Hristiyanlığın kutsal yerlerinden de söz etmiştik. Bazen akla takılır: “Hz. İsa Kudüs’te ve civarında yaşamış, Kudüs’te çarmıha gerilmiş ama Hristiyanlığın merkezi Roma’daki Vatikan! Hz. İsa’nın rüyasında bile görmediği İtalya’da Hristiyanlığın ne işi var?” Çok yerinde bir soru bu. Ama benden size garanti, işin yanıt faslında epey şaşırtıcı ve keyifli şeyler var. 

Efendim, biliyorsunuz Hristiyanlık bir din olarak ortaya çıkmadı. İsa’nın kendisi Yahudi doğdu, Yahudi öldü (ya da göğe yükseldi, inanca göre). Ardından havarileri, öğrencileri İsa’nın isteği üzerine dağılarak onun mesajını insanlara ilettiler. Bu iş, Hz. İsa’nın zaten bir avuç olan öğrencilerine veya takipçilerine verdiği görevdi. Göreve misyon denir, yani hepsi misyonerdi. İlk dönemde misyonerlerin İsa’nın mesajını ilettiği kitlenin tamamı da Yahudilerden oluşuyordu. Bu nedenle bu misyonerler, onların varlığından ve anlattıklarından hoşnut olmayan Yahudilerin hışmına uğradılar. İtilip kakıldılar, yargılandılar, soruşturuldular. Sonra da zaten, bütün bunların bünyesinde gerçekleştiği devlet olan Roma İmparatorluğu devraldı bu zulmü, birkaç asır böyle devam etti. Her neyse, konumuz Hristiyanlık tarihi değil, çok başka yerlere gideceğiz.

SAUL, PAUL, ROMA ...

İlk büyük misyoner, aslında Yahudiler adına İsa’nın takipçilerine zulüm edenlerden biri olup İsa ona görününce dönen Pavlus (ilk adı Saul olan Paul) idi. Pavlus da pek çok takibata uğradı, hapisler yattı vs. Son yargılanmasında, kendisi de bir Roma vatandaşı olduğu ve Roma hukukuna göre öyle bir yasal hakkı olduğu için, davasının, imparator tarafından görülmesini talep etti. Bunun üzerine, başka bir yazıda ele alabileceğimiz çok maceralı bir deniz yolculuğuyla Roma’ya götürüldü, orada birkaç yıl kaldı, epey İsa taraftarı topladı ki o sırada onlara hem Hristiyan (bunun tam Türkçesi ile Mesihçiler) hem de Nasranî Tarikatı deniyordu ve Roma’da bolca Mesihçi oluşmasını sağladı. Sonra da bir şekilde yargılanmış olsa gerek ki boynu vurularak idam edildi. Tüm mezheplerden bağımsız “Hristiyan Kilisesi”nin Pavlus (ve Petrus) tarafından kurulduğu kabul edilir. Eh, kilisenin kurucusunun öldüğü yer de herhalde doğru bir yerdir. Zira Tanrı’nın oğlu kabul ettikleri İsa öldüğünde (ya da göğe yükseldiğinde) ortada yeni bir din yoktu ama Pavlus öldüğünde artık o yeni bir dindi. Dolayısıyla Hristiyanlığın kurucusu da Pavlus olarak kabul edilir kimilerince. (Bir de Aziz Peter/Petrus var ama o kadar detaya gerek yok şu an.)
Şimdi... Bu kadar lafı ne diye ettik, oraya gelelim.
Günümüz dünyasının Hristiyanlık merkezi ve Roma kentinin bir mahallesi olmasına rağmen bir devlet olan Vatikan’ın altını, gizli tünellerini, saklı odalarını falan bilemem ama adının içinde nelerin gizli olduğu konusunda birkaç kelime sarf edebilirim. Ama bunun için önce hem birkaç bin yıl önceye hem de Vatikan’dan kuş uçuşu 3 bin kilometre kadar doğuya gitmemiz gerekiyor.

Yazının Devamını Oku