Şu İstanbul resminde her milletin ve dinin insanı var. Bu, güzellikten başka ne olabilir ki.
Paskalya çöreği
İnsanlara rahat batar! Bildiğiniz batar. O yüzden rahat durmak zordur. Huzurla yaşa, yediğin önünde yemediğin ardında, karnın tok, sırtın pek, uyan şükret, yaşa, insanlarla neşelen, şarkı söyle, doğayı hisset, dans et, sanatla ilgilen, bilime kulak ver, oku, yaz, nefes al… Yok! İlle de batacak o rahat. Harika bir evlilik yapar, gider başkasının peşine düşer; borcunu harcını öder, gider beterine saplanır; önümde yemeğim var diye sevineceğine neden bunun tuzu eksik diye celallenir; sahip oldukları her şeye yeter iken başkasınınkine göz diker vs. Bunlar bireysel davranışlar gibi gelebilir ama ne yazık ki toplumlar da aşağı yukarı böyle. Fark ettiyseniz, bu davranışlar çoğunlukla erkeklere özgüdür ve toplumların/milletlerin de bireylerle hemen hemen aynı olmasının ardında, çoğunlukla erkekler tarafından yönetiliyor olmaları yatar! Konumuz kadın-erkek değil ama yeri gelmişken kendi öngörümü altını çize çize söyleyeyim: Eğer ülkeleri kadınlar yönetiyor olsaydı, bu kadar acı, bu kadar saçmalık, bu kadar rezalet yaşanmazdı dünyada. Bana göre iki kere ikidir bu. Geçelim…
MİLLET-İ SÂDIKA
İnsanlara rahat batar evet. Toplumlara da batıyor işte. Nedir bu “Ermeni meselesi” adı verilen tuhaflık öyle? Üzerinden 106 yıl geçmiş, hâlâ 1915 olaylarının ne olduğunu anlayamamış olan ya da anlamıyormuş numarası yapanlara gülmek gerek. Belli ki rahat (barış, ittifak vs.) batmış. Tıpkı bundan 1,5 asır önce olduğu gibi. Çünkü her şey, bütün dünyada milliyetçilik akımlarının başladığı 19. yüzyılda başladı.
Geçtiğimiz hafta Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mızın “ulus” faslıyla ilgilenmiştik, dileyenler için linkini buraya alalım. (https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/en-buyuk-bayram-41794664) Bu hafta ise “çocuk” kısmına yakından bakacağız. Dünü hatırlamak, bugünü aydınlatır derler; kim der bilmiyorum, belki de şu an ben demişimdir.
İnsanın, insan olma tarihinde “inanç” en önemli unsur. İnancı önemli yapan, o dönemin inanç sisteminin insanlara söylediği “kutlu” şeyler değil. İnanç önemli, çünkü insan, gerçekten merak ettiği her şeye yanıt arayan bir varlık ama yanıt bulabilmek için gereken bilgiden uzak ve bilginin “b”sinin olmadığı dönemlerde inanarak her şeyi çözdüklerini sanmışlar. Ya da şöyle diyelim: Her şeyi çözdüklerine “inanmışlar”.
“Neden deprem oldu?” “Tanrılar bizi cezalandırdı! Kesin bir suç işledik.” “Gökyüzünden inip şu ağaçları yakan büyük ışık da neyin nesi?”, “Bize kızan tanrıların attığı mızrak olmalı. Işıklı tabii, tanrıların mızrağı tahtadan olacak değil ya!” gibi gibi… İnsanı korkutan ne varsa, hiçbirinin nedeni henüz bilinmediği için yanıt bilerek değil inanarak verilebiliyordu ancak. İnanmakla bilmek bu yüzden çok farklıdır. Hepsinde yanıt vardır ama bilginin yanıtı ile inancın yanıtı farklıdır.
BİLMEK İLE İNANMAK
Basit bir örnek… Dünyanın çekirdeğinde Güneş’ten parça olduğunu biliyoruz. Milyarlarca yıl kendi kendine dönüp dışı soğuyan Dünya’nın içi soğumadı. Güneş’ten gelen “özü” orada duruyor ve Güneş’in dışı ile hemen hemen aynı sıcaklıkta. Ve tabii katı değil. Sıvı gibi. Jel gibi. Akışkan. Lavlar fışkırıyor ya yeryüzüne. Onlar işte. Akışkandır yani Dünya’nın içi. Akışkan bir merkezin etrafındaki soğumuş, katılaşmış yerkabuğu, sabit bir yerde kazık çakıp durmadığı için, hareket halindedir. Tabakaların hareket ediyor olması da doğal olarak üzerinde yaşayan bizleri tedirgin ediyor. Çünkü harekete deprem deniyor ve biz ona tam uyumlu olamadığımız için korkuyoruz. Şimdi… Buraya kadar olan şey bilgi. Deprem olduğunda, “Allah insanları günahları yüzünden cezalandırdı” diyenlerin dile getirdiği şey ise inanç. Böyle düşünenlerin hâlâ var olmasına şaşırıyor olabiliriz ama varlar. Ne yazık ki on binlerce yıllık inançların koşullanmışlığı ile konuşuyorlar.
KURBAN VE KEÇİLER
Peki binlerce yıl öncenin bilgisiz insanları onca korkuyla nasıl başa çıkabiliyorlardı? Elbette onları cezalandırıp duran tanrıları sakinleştirmeye çalışarak. Yani kurban vererek! Kurban, insanın bildiği ve uyguladığı en eski kefaret yöntemidir. Bugün dilimizde halen var olan “günah keçisi” lafı şaka değil gerçektir mesela ve neredeyse dünyanın birbirinden çok uzak tüm kültürlerinde vardır. Bir köyün, bir topluluğun, her neyse onun, bütün günahlarını bir kişiye, bir canlıya (keçiye mesela ya da bir ağaca) yüklerlerdi ve onu insansa “törenle” öldürürler, hayvansa keser ya da kovarlar, ağaçsa keserlerdi! Pek çok kaynakta bunları bulabilirsiniz ama önerim, antropolojinin babalarından James George Frazer’in Günah Keçisi adlı kitabıdır. (Pinhan Y. 2019) Okuduğunuzda gözlerinize inanamayacak, insanlığın geride bıraktığı süreçlere dehşetle hayret edeceksiniz. Günah keçisi konusuna başka bir yazıda döneceğim.
Salgın nedeniyle bu yıl böyle olamayacak belki ama bu millet, her fırsatta sevgisini gösterir. Ulus, egemenliğinin kıymetini bilir. Foto Ahmet Demiroglu - Unsplash
Bayram yazısının tam da bayram gününe denk gelmesi ne büyük mutluluk benim için. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, “en büyük bayram” olarak geçiyor literatürümüzde çünkü öyle. Neden “en büyük bayram” olduğunu, kendimce anlatmaya çalışayım.
Bunu yapabilmek için “ulus” nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, ona bir bakmamız gerek. Yaklaşık 2 milyon yıldır yeryüzünde “var” olan insanın hayatında “ulus” denen kavram, son birkaç yüzyıldır bir şey ifade ediyor. Ondan önce ulus diye bir şey yoktu. İnsanlar kendilerini, sondan başa giderek, dinleriyle, Krallıklarıyla, kabileleriyle ve köyleriyle ifade ediyorlardı. Ondan öncesindeyse muhtemelen kimse bir şey ifade etmeye çalışmıyor, karşısındakini döven, onun sahip olduklarına konuyordu. (Bu taş devri yöntemi hâlâ kısmen geçerli denebilir.)
TOPLARKEN BAŞIMIZA GELENLER
Efendim, insan, küt diye şehirlerde yaşamaya başlamadı tabii. Tarım bile yokken, atalarımız doğanın verdiklerini topluyor ve avlanıyorlardı. İnsanın bu durumuna avcı-toplayıcı dedik ama onların bundan haberi yoktu tabii. Avlanmak ve doğanın verdiklerini yemek dışında bir seçenekleri yoktu zira. Bazen bulduklarından zehirlenip ölüyorlar, bunu görenler de o öldüren şeyi bir daha yememeye dikkat ediyorlardı. Muhtemelen “cıss!” anlayışı da o sıralarda gelişti!
KEŞİF VE İCAT
ESKİDEN TV’lerde arada sırada da olsa halk oyunları ekiplerini görürdük. Epeydir göremiyoruz ya da ben denk gelmedim. O ekipler ekranda belirince birbirimize, “Folklorcular çıktı” derdik. Yanlış söylerdik. Onlar folklorcu değildi, dansçıydı! Nereye gitti onlar?
Siz hiç oynadınız mı halk oyunları? Ben oynadım. Gaziantep, Silifke, Elazığ, Adana oynadığımı hatırlıyorum. Çocukluğum Adana gibi muhteşem bir yerde geçti; doğal olarak oynadıklarımız da komşu yörelerin oyunlarıydı. Davul-zurnacılarımızı hatırlıyorum ama isimlerini hatırlamıyorum ne yazık ki. Bahsettiğim 82-85 arası, hatırlaması kolay değil. Fakat esmerlerdi, onu hatırlıyorum. Çok hoşsohbet insanlardı, gösteri için gittiğimiz her yerde bize büyük yardımları olurdu. Zurnacımızın yanaklarını unutmam mümkün değil, nasıl şişerdi, öyle bir yanak formu nasıl mümkündü, çok şaşırırdım. Bir yandan oynar, bir yandan da onu izlerdim. Yanaklarını, tıpkı tulum ya da gayda gibi havayla doldurduktan sonra zurnayı çalmaya devam ederken bir taraftan da burnundan yeni nefes aldığına hayranlıkla tanık olurdum. Güzel zamanlardı.
HAYDİ ANTROPOLOJİ OYNAYALIM!
Biz de kendimiz için aynı hayatı yapar, “folklor oynadığımızı” söylerdik. Ama sonraları bu sözcüğü tartıştığımızı da hatırlıyorum. Oysa folklor oynanabilen bir şey değildir. “Folklor oynamak” demekle “antropoloji oynamak” veya “tarih oynamak” demek arasında hiçbir fark yok aslında. Anlatayım.
Bu sayfayı bilimsel bir makale kıvamına getirmemek, pek çok cümlenin nereden alıntı olduğunu dipnotlarla, parantezlerle belirtip ortalığı kalabalıklaştırmamak için en baştan söyleyeyim ki çalışmalarından yararlandığım dev isimler var. Bu işlere ömür vermiş Metin And, Tahir Alangu, Cemil Demirsipahi, konuya ilişkin en önemli rehberlerimdir. Elbette daha onlarca yazar ve eser var ama buraya sığdırmak olası değil. Saydığım isimleri tanımayanlar, internette küçük bir gezinti ile onların büyüklüklerine tanık olacaklardır, anlatıp yerimizi doldurmayalım.
Bunu görünce hepimiz ne olduğunu anlarız. Utanacak bir şey yok yani. Foto Tim Mossholder -Unsplash
Bir süredir dilimiz tuhaflaştı. Kimi nesnelerin veya tanımların adını söyleyemiyoruz! Bir acayip utanma duygusu sardı ki anlaşılması güç. Kadın diyemiyoruz mesela! Onun yerine “bayan” veya “hanım” gibi hitap sözcüklerini kullanıyoruz yanlış olarak. Erkek derken hissetmediğimiz şeyleri neden kadın dediğimizde hissediyoruz, ilginç! (Bunun nedenini Erkek Denizinde Kadın Gemiler kitabımda anlattım uzun uzadıya.) Kısaca söylemek gerekirse “kadın korkusu” diyebiliriz! Kadın şeytandır, kadın günahtır veya günahkârdır, kadın insanı baştan çıkarır, kadın şudur, kadın budur!.. Uydur uydur söyle! “Peki neden öyledir kadın?” diye sorsak, ortada elle tutulur gözle görülür tek neden bulamıyoruz. Bazen birileri, Tevrat’ın öyküsüne başvurup, Cennet’ten kovulma öyküsüne sığınır ve kadını günahla ilişkilendirir. İşin kolayına kaçmaktır bu. Erkeklerin kadın korkusu, öyle bir işledi ki içimize, kadınlar bile kendilerine kadın diyemez hale geldi. Bu konuyu çok uzatmayacağım şimdilik ama şunu ısrarla tekrarlayayım: Erkek diyebiliyorsak, ki diyebiliriz tabii neden demeyelim, kadın da deriz. Kadına kadın denir çünkü. Bayan ve hanım, hitap sözcükleridir. “Adamın biri…” diye başlayan cümlenin diğer cinsiyet için karşılığı “Bayanın biri” veya “Hanımın biri” değildir, “Kadının biri”dir. Kendilerine kadın diyen diyemeyen tüm kadınların, şöyle bir oturup, neden siyasi partilerde, iş yerlerinde vs. bir “kadın kotası” olduğunu da derin derin düşünmelerini rica ederim. O zaman bu lüzumsuz utancın ve saçma dilin nedeni daha iyi anlaşılacaktır. Erk meselesi. Geçtik.
UTANÇ VERİCİ TUVALET! ŞAKA ŞAKA.
Bir diğer yok yere utanç duyduğumuz laf da “tuvalet”. Onun yerine lavabo denir oldu. Ve aslında bu yaptığımız son derece iğrenç bir şey. Anlatayım. Ama önce tuvaleti bir açalım.
Küçükken çok uçuklardım. Benim uçuk ilacım da annemdeydi tabii. Bazen mutfakta meşgulken, “İlaç tuvalet masasının üzerinde, getir de sürelim” dediğini hatırlıyorum. O lafı başka bir sürü vesileyle de duydum elbette. “Tuvalet masası!” Çocuk aklımla düşündüklerimi hatırlıyorum: “Çişimizi, kakamızı yaptığımız yerin adı da tuvalet, annemle babamın yatak odasında, üzerinde krem, makyaj malzemeleri, saç fırçası gibi şeylerin durduğu, kocaman aynası olan masanın adı da tuvalet. Neden, nasıl, niye?” Bugünkü yaşımın diliyle, “Makyaj masası ile hela, nasıl aynı isme sahip olur kardeşim?” diye de sorabiliriz bu soruyu.
MAKYAJ YAPACAKSAK EĞER
Efendim, tuvalet, Fransızcadan geçmiş dilimize. Ve evet, “makyaj masası” veya “makyaj odası” anlamına geliyor. Onun da kökü, üzerine resim yapılan kumaş veya bez anlamındaki “tuval”. Bu sözcüğün türetildiği zamanlarda makyaj bugünkü gibi değildi. Hem erkekler hem kadınlar, yüzlerini önce bembeyaz bir fonla (pudra – tene sürülen fon:fon-dö-ten) kaplar, ardından kırmızılıklar verilirdi ki kırmızının Fransızcasıdır “ruj”. Makyajın “tuval” ile ilişkisi buradan geliyor. Beyaz bir zemin üzerine renk çalışması. Pekâlâ.
Bir bülbül. Bir nachtigall. Bilimsel adı Rossignol Philomele. Philomele'yi biliyoruz artık.
Artık pek kullanıyor olmasak da geleneksel takvimlerimiz halen çok işe yarar. Nisan ayının başında, hatta doğrudan ayın üçü için Anadolu takvimleri şunları yazar: “Çiçeklerin açması, bülbüllerin ötmesi.” Elbette bülbüller takvime bakarak, “Hadi bakalııım, ötme zamanımız da geldi, dalın bağa bahçeye, başlayın ötmeye yiğitler!” diye başlamazlar bu işe. Yiğitler derken seçici davrandım, zira o sesine hayran olduğumuz muhteşem ötüşler, erkek bülbüle aittir. Fakat bu durum, erkekleri hemen sevindirmesin. Çünkü erkek bülbül, bu güzel ötüşleri hem dişileri cezbetmek hem de alanlarını belli etmek için kullanırlar. Çiftleşmek için dişi bülbül, ötüşüne göre erkekler arasından seçim yapar. Yani seçme hakkı dişidedir, erkek, önüne gelen tüm dişilere şarkı söyler. (“Erkek değil mi, hepsi aynı bunların!” demiştir birileri, eminim.)
ERKEK BOZUKLUKLARI KÜLLİYATI
Erkeklerle ilgili doğru tespitler yapmış tüm kadınların biraz daha canını sıkayım o zaman. Yunan mitolojisi dediğimiz şey, birkaç istisna hariç neredeyse bütünüyle erkeklerin olumsuz davranışları, haydi daha açık olalım, kadın peşinde koşmaları üzerinedir. Yunan mitolojisinin baş tanrısı Zeus efendi uçkuruna sahip çıkabilseydi, mitolojik öykülerin büyük kısmı olmayacaktı bugün! Sadece Zeus mu? İmam kötü bir şey yaparsa cemaat daha beterini yapar misali, yarı gerçek yarı masalsı öykülerin büyük kısmında erkekler tam bir çirkinlik abidesidir! Mesela Argonotların öyküsünü daha önce anlatmıştım size (ilgilenenler, “Kadınların Baş Belası Pabucumun Kahramanları” başlıklı yazıyı şu linkten okuyabilirler: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/kadinlarin-bas-belasi-pabucumun-kahramanlari-41462546)
KORKUNÇ BİR İNTİKAM ÖYKÜSÜ
Tereus, Philomela'ya tecavüz ettikten sonra dilini kesmeye çalışıyor. Ovidius'un Dönüşümler'inin 1562 yılına ait baskısında Virgil Solis tarafından yapılan bir kabartma. (Wikipedia)
İçinde insan yoksa, kumaş, tahta ve taştır tiyatro. Foto Paolo Chiabrando - Unsplash
Yarın Dünya Tiyatrolar Günü. Uzun süredir perdesine, sahnesine, koltuğuna, kokusuna, bilet gişesine, vestiyerine, antraktına, oyun sonunda alkışlamasına hasret kaldığımız tiyatroların günü. Işığıyla, akustiğiyle, rahat koltuğuyla, sahne zeminindeki ahşabın gıcırtısıya bambaşka olsa da, tiyatrolar, oyuncular olmadan ne işe yarar ki? Oyuncular, bir tiyatro binası olmadan da oyunlarını sahneleyebilir, izleyicileri büyüleyebilirler. Yani bir başka deyişle tiyatro denen şey, oynayanla izleyen arasındaki bağ değil midir? Dünyanın en güzel tiyatro binasını yapsanız, oyuncusu ve izleyicisi olmadan taş, tahta ve kumaştır o sadece. Tiyatro, insanla vardır, çünkü tiyatro, insan için vardır.
HER SANAT VARDIR ONDA
Ama çok özledik sahiden. Foto Fatih Kilic - Unsplash
Bütün sanatlarla iç içedir tiyatro. Dans vardır, müzik vardır, resim vardır, heykel vardır, elbette yazı vardır, hitabet vardır, şan vardır. Örnek mi? Tamam. Mesela bir resme bakarken uzun uzun düşünürüz değil mi? Gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışırız. Resmedilmiş bir insan, bir vazo dolusu çiçek, bir sepet meyve, kumsala çekilmiş kayıklar, yıldızlarla dolu bir gece… Her ne ise, gördüklerimiz bize bir şey (bazen çok şey) anlatır. Herkes kendi anlayacağını anlar elbet ama kuşkusuz sanatçı, resmederken duygularını açık veya örtülü şekilde yansıtmıştır mutlaka. İşte biz resmi izlerken, sanatçının düşündüklerini veya yansıtmaya gayret ettiklerini dillendiririz. “Ressam, burada diyor ki…” diye konuşmaya başladığımızda, gördüğümüz şeyi seslendiririz. İşte o an ne olur biliyor musunuz? Tiyatro!
BİR AN VE HER AN
Yazısız şiir olur insan bu zamanlarda. Foto Arno Smit - Unsplash
Ölüm hakkında hepimizin bir fikri, tüm kültürlerde onun için geliştirilmiş bir bakış açısı, bir düşünce sistemi var. Çünkü öleceğimizi bile bile yaşıyoruz ve aslında herkes için kabul edilmesi çok da kolay olan bir şey değil. Yardım gerek ve bu yardım da kültürel gelenekten geliyor. Kimine göre aslında bitiş değil bir başlangıç, kimine göre bu hayat aslında rüya, gerçeği ölünce başlayacak, kiminde dertlerin sonu, kiminde mutluluğun başı… Gidiyor böyle. Hangi anlatımın gerçek, hangisinin uydurma olduğunu bilemiyoruz çünkü gidip dönen ve bunu kanıtlayan hiç olmadı bugüne kadar. Tahminlere göre bugüne kadar 110 milyar insan yaşayıp öldü ama bir teki bile dönüp “öbür tarafı” anlatmadı. Ki zaten, bu nedenle o düşünce sistemlerine “inanç” diyoruz, bilmeyiz ama inanırız. Huzuru kim, hangi inançta bulursa bulur, olay tamamen kişiseldir, tamamı saygıdeğerdir.
ÖLÜM YAS, YAŞAM BAYRAM
Sevinç, sevinç, sevinç... Foto Ash From Modern Afflatus - Unsplash
Ölümün karşısındaki şeyse, en sevdiğimiz: Yaşam. Ölüm zihnimizde ne kadar karanlık, ne kadar kederli, ne kadar üzüntü verici ise yaşam da tam tersine o kadar renkli, o kadar sevinçli, o kadar mutluluk verici bir şey. Ölümden sonrasını bilmiyoruz ama doğumdan sonrasına bolca tanığız. Bir bebeğin hepimizde, tüm canlı türlerinde yarattığı güzel duygular, yaşama saygı duruşundan başka nedir ki? Bir çiçek açmaya başladığında, bir tohum yeşerdiğinde, susuz kalmış toprağa yağmur damlası düştüğünde hissettiklerimiz, yaşamın bizde yarattığı coşku değil midir?O yüzden yaşam karşısındaki anlatılarımız çok daha net, çok daha bilinçli, çok daha güzeldir. Ölüm ve sonrasıyla ilgili tonla mitoloji varken, kültürel geleneklerimizin yaşamla ilgili her sayfası gerçeklerle, gerçeği algılayışımızın izleriyle doludur. Ölüm yassa, yaşam bayramdır.
KORONA DA DOĞADAN ELBETTE