Her büyük organizasyon bir takım kademelerle şekillenmek zorundadır.
Bu çerçevede, kritik konularda daima bir nihai karar vericinin varlığına gerek vardır.
Aktif konumunda kalmayı tercih eden “patron” daha ötesine talip olmamalıdır.
Bu makamı yönetim şemasının bir parçası olarak görmek, onu değersiz kılmak değildir.
Aksine bu konum “en kritik post”tur.
Bu sebepten, işletmenin menfaatleri gereği “açık yıpranmaya” karşı dikkatli bir şekilde korunmalıdır.
Patron’nun “adil” bir imajının olması iyidir.
Yani, “dikkat” diyoruz.
Efendim, simite “gevrek”, domatese “domat” demek; şaşılası, aklı başından alıcı, müthiş bir ayrıcalık falan değildir.
Tamam, İzmirliyiz, Ege’de yaşıyoruz, mutluyuz, kendimizi özel hissediyoruz.
Ama bu hissiyatı apayrı bir “zümreyiz” seviyesine yükseltmemizin de bir alemi yok.
Burası “Özgürlükler Ülkesi” de diğer yerler sanki hepten karanlıklar içinde mi?
Dört milyon İzmirli bir yana, kalan 75 milyon diğer yana mıdır?
Yaşam sevinci, demokrasi, sadece bizim mi iliklerimize işlemiştir?
Tepkiler artınca yanlış anlaşıldığını ifade edip özürler diledi.
Ama kimi çevreler bir türlü tatmin olmadı.
Garip bir “linç” kültürü ile holdingin ürünlerine yönelik top yekün boykot çağrıları örgütlemeye çalıştılar.
Hani, demokratik tepki herkesin anasının ak sütü kadar helaldir.
Ama hedef, tüm Yaşar çalışanlarını ve İzmir ekonomisini tehdit eder boyutu gelince işin tadı kaçıyor.
İşte, tam bu aşamada sivil toplumculuğun duayen ismi Uğur Yüce, “Kentimiz İzmir Derneği” adına düşüncelerimize tercüman olan bir mesaj yayınladı.
Sayın Yüce’ye aynen iştirak ediyoruz. Hatta, kişilerin siyasi tercihlerini açıklamalarına neden bu kadar sert tepki verildiğini de anlamakta zorluk çektiğimizi ifade etmek istiyoruz.
Belki de 150 yıllık “batılılaşma” macerasının en kritik üç-beş tarihinden biriydi.
Dışa açılma, zenginleşme, dünyaya entegre olma, demokrasiyi yaygınlaştırma derken, Özal hatta Menderes’le başlayan süreç, neticede tüm bu beklentileri ikinci plana alan bir başka türlü “otoriterleşmeye” dönüştü.
ABD, başlangıçta “çok sesli” bir Türkiye’yi desteklemişti.
Ancak 1 Mart tezkeresinde yaşadığı sorunlar, hayati meselelerinde tek muhatap arayışına yönlendirdi onları.
Bugün 16 Nisan Türkiye’sinden en fazla ABD mutludur.
Avrupa, hiç şüphesiz demokratik bir Türkiye’yi çok daha tehlikesiz bulur ve desteklerdi.
Ama bu “sevgi” bizi AB üyesi yapacak boyutta değildi.
Yüksek mevduatlara %14’leri aşan faiz veriliyor.
Ancak Merkez Bankası, hala gecelik borç verme faizini %9,25, haftalık repo faizini %8’lerde tutuyor.
Tutuyor da faizler buralarda mı teşekkül ediyor.
Tabii ki etmiyor, koca Merkez Bankası işlemlerinde Geç Likidite Penceresi denilen ve hesaplarını saat 16.00’ya kadar kapatamayan bankalar için öngörülmüş cezai mahiyetteki %11,75 oranını kullanıyor.
12 Ocak’tan beri reel faiz bu. Merkez Bankası, bankalara verdiği borcun %95’inde geç likidite penceresi faizini kullanıyor, diğer faizleri ise hiç kullanmıyor, ihale açmıyor adeta “paslandırıyor”.
Böyle saçma sapan bir sistem dünyada yok.
Her gece değişen “dalgalı faiz”imiz ile Merkez Bankamız literatüre katkı yapıyor.
Üç yıllık bir dönem için yönetime Fadıl Sivri ve ekibi seçildi.
Yine aynı dönem için Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığını Mehmet Ali Kasalı yürütecek.
Bilindiği gibi, sivil toplum kuruluşları uzunca bir süredir ülkenin “yeni normal” ikliminde, eskisine göre daha “apolitik” tavra çekilmişlerdir.
Bu durum, şüphesiz “iyi bir şey” değil.
Hani, “iş derneklerinin siyasetle ne işi var” diyemezsiniz.
Zira ekonomi, siyaset, hukuk, birbirlerini etkileyen, hatta aynı taban üzerinde oturan bir prizmanın değişik yüzleri gibidir.
Hiçbir şekilde tansiyonu yükseltmiyorlar.
Esasında doğru yapıyorlar.
Geçmiş seçimlerde nalına mıhına bir söylem onlara yaramamıştı.
AK Parti, muhafazakar tabana hitap ediyor.
Muhalefet “tırmandırıcı” bir üslubu benimsediğinde, zaten iktidarın tarzı belli, aradaki renkler kayboluyor, sağ parti olarak algılanan rakip karşısında “hüsran” kaçınılmaz oluyordu.
Şimdi “alçaktan uçuşu” tercih ediyorlar.
Bir anlamda AK Parti seçmeni kendi haline bırakılıyor ve daha sakin bir değerlendirme yapmalarına imkan sağlanıyor.
“Dağdaki çobanın oyu” diye başlayan, “göbeğini kaşıyan bidon kafalı” adamlara uzanan bu talihsiz tutum hep bir mesnetsiz “üsten bakış” olarak algılanmıştır.
Ancak son dönemlerde, hayatın her alanında “vasat altı”nı yücelten bir anlayışın toplumda giderek yaygınlaşması, bu kitlelere yönelik eleştirisel bakışı yeniden gündeme getirmeye başladı.
Zülfü Livaneli’den Etyen Mahçupyan’a “köyden kente göçle başlayan, ne köylü ne kentli olabilen, bütün değer ölçülerinden kopmuş, vahşi bir yaratık haline gelmiş, talandan yalandan pay kapmaya çalışan...” kitlelerin varlığına dikkat çekiliyor.
Şüphesiz mevzuyu irdeleyenler, sıradan, kendi halinde, dindar insanları asla kastetmiyorlar ve onları incitmek istemiyorlar.
Mevcut iktidarın muhafazakar insanların yanı sıra bu güruhtan da birinci derecede oy alan parti konumunda olduğu ifade ediliyor.
Toplumda kalitesizleşme hali bir vakaadır.
Ancak bu durumu bir siyasi partiye yapıştırmak çok yüzeyseldir.