Öncelikle belirtelim ki, bu proje olmayacak bir şey değil. Türkiye zaten otomotiv yan sanayinde çok mesafe almış bir ülke. Örneğin Ali Koç, Ford Cargo’nun nerede ise tamamen yerli olduğunu ifade etmişti. Binek otoda dünya bambaşka bir teknolojik evreye geçmek üzere. Yakın bir gelecekte araçların tamamı elektrikli olacak. Benzinli ve dizel teknolojiler ekolojik açıdan da istenmiyor. Silikon vadisi ürünü olan Tesla’nın elektrikli otomobilleri 600 km’ye kadar tek şarj ile gidebiliyorlar. Otomobilleri adeta bir yazılım idare ediyor. Tüm dünya devleri de “hibrit” araçlar üretmeye başladılar. Hatta “tekerleğin” olmadığı teknolojik otomobiller için çok uzun bir tarih verilmiyor. Yine, “şoför” olgusunun tamamen terkedildiği “über” tarzı gelişmeler, bu sektörün yakın geleceğe dair bilinenleri.
Basından izlediğimiz kadarıyla elektrikli araç üretimi planlanıyormuş. Zaten inavotif bir ürün yaparsanız bu iş anlamlı olur. Otomobil sektöründe dev fabrikaların kapılarına kilit vurma öykülerine sık sık tanık oluyoruz. Ana sebep “pahalıya” maletmeleri ve ölçek ekonomisine uyum sağlayamamalarıdır. Yine bu projenin en önemli başarı parametrelerinden biri de bir “marka” oluşturabilmek. Alman, Japon, Kore, İtalyan, Fransız, ABD markalarıyla, bu markaların tüketicide yarattığı alışkanlıklarla boğuşup rekabet edebiliyor olmanız gerekir.
Hani, milli hislerle kimse kalitesine ikna olmadığı bir otomobile yönelmeyecektir. Ha kamu için alımı mecbur kılarsanız ya da vergisel teşvik getirerek bir suni talep yaratabilirsiniz. Ama, bu denli bir “haksız rekabet”in düzenleyicisi, herhalde olunmaz. Mevzu dünya çapında bir araba tanıtımı ve bilinirlik yaratmak ise, milyar dolarlık bütçeler yetmeyecektir. Zorlukların listesini uzatmak mümkün.
Hiç şüphesiz Babayiğitler bu sıkıntıları herkesten iyi biliyor. O halde neden bu işe soyundular? Siyasetçinin ağırlığını koymasının tabii ki rolü büyük. Ama ciddi teşvik sözleri olmadan da yola çıkmazlardı, diye düşünüyoruz. Macerayı heyecanla izleyeceğiz. İnşallah başarılı olurlar.
Oda seçimleri
HATIRLARSANIZ “Oda” seçimleri ertelenmişti. Muhtemelen gelecek nisanda yapılması planlanıyor. İzmir’de Ticaret, Sanayi, Esnaf, Borsa yönetimleri başta olmak üzere, seçim dönemlerinde bir heyecan ve hareketlilik yaşanır. Hep söyleriz, oda başkanları bulundukları makamdan güç alan değil, kişilikleri ve özverileri ile o makama saygınlık kazandıran kişilerden olmalıdır. Yanısıra, bu görevlerinde çok başarılı olsalar dahi makul bir sürenin sonunda devretmeyi bilmeleri gerekir. Bu postlar sosyal sorumluluk kapsamında talip olunacak yerlerdir. Hani, sürekli seçilebilecek potansiyeliniz olsa bile ısrarınızı “demokratik işgal” noktasına getirmemeniz icap eder.
Osmanlı, Ulus Devlet modeline, Batılı değerlerle bezenerek adapte edildi ve genç bir Cumhuriyet yaratıldı.
Ümmet toplumundan millete geçiş kolay olmadı.
Laiklik anlayışının devletin omurgasına yerleştirilmesi ve bu değerlere uyumlu bir “insan” yapısının inşası, mecburen disiplinli yönetim anlayışı gerektiriyordu.
Neticede “demokrasi” ikinci plana alınarak, Türkiye Cumhuriyeti “muasır medeniyete” havalanmak üzere bir zemine kavuşturuldu.
Bu çerçevede 1950’den itibaren çok partili hayat başladı.
Ancak, 60, 71, 80 darbeleri ile bu işin kolay olmayacağı anlaşıldı. Derken, Turgut Özal dönemi başladı. Ülke dışa açılma sürecine girmişti.
Kurun yükselmesini faizleri arttırarak dizginleyebilirsiniz.
Bu izleyişi tersine çevirip, faizleri düşürürseniz, bağlı olarak kur ve enflasyon yükselişe geçer.
Tüm ciddi iktisatçıların ittifak ettiği bu husus, faizlerin bir “sonuç” olduğu hükmünü bize vermektedir.
Sayın Cumhurbaşkanı ise yüksek faizin maliyetleri etkileyerek enflasyona yol açtığını, yatırımları engellediğini ifade ederek, ekonomide dengenin re’sen faiz düşürülmesi ile sağlanabileceğini savunmaktadır.
Bu yaklaşımda, büyüyebilmek için “dış açık” verme durumunda olan tasarruf fakiri bir ülkenin ihtiyaç duyduğu yabancı para için düşük faizle nasıl cazibe yaratabileceği sorusu “açıkta” kalmaktadır.
Mamafih belirli bir noktadan sonra, faiz - enflasyon sarmalı birbirlerinin sebepleri olmaya başlar.
Çeşme ve Alaçatı... Biliyorsunuz, aldı başını gidiyor.
Urla, özellikle İstanbullular için adeta bir “hayaller ülkesi”.
Seferihisar, “sakin şehir” atağından sonra yaşam yorgunlarının gözdesi olma yolunda.
Tüm bu yerler hoyrat bir imar anlayışına aşırı ölçüde kurban olmadıkları için şanslılar.
Özellikle Çeşme en başından hep disiplinliydi.
Kuşadası’nın yanlışlarına düşmedi.
Herve Abajoli’den söz ediyoruz.
Kentin en eski sakinlerinden, Laventen bir aileden geliyor Herve.
1962 doğumlu...
Geçmişte çok parlak bir işadamıydı, şimdilerde ise içe dönük bir yaşamı var.
Son birkaç yıldır bir roman üzerine çalışıyordu.
Yakın çevresi, onun bu süreçteki çabalarına şahit...
Her şeyi ile bir Anadolu insanı olan bu özel ve aykırı adam, bu aralar yine Türkçe etimolojik sözlüğü çalışmasına konsantre olmuş.
Kendisini sosyal medya üzerinden takip ediyoruz.
Yine savunduğunu provokatif bir tarzda ifade ediyor.
Her daim, dik, huysuz, korkusuz ama hep lezzetli bir mizaç.
Sürekli resmi ideolojiye kafa attığından, “müesses nizam” tarafından hiç sevilmedi.
Sevan Nişanyan, kalıplara yaslanan, hamasetten prim yapmaya çalışan insanlara karşı, onların sinir uçlarına basmaktan daima hınzır bir haz almıştır.
Gençler için değil.
Onlar yeni ve zorlu bir periyoda başlarlar bu ayda.
Yaşları ilerleyenler için ise bir “itirazdır” eylül.
Yaz güzelliğinin bu denli çabuk bitişine...
Kalan ömür için stokların bu denli hızlı tükenmesine...
Ekim sonuna kadar kimseye laf söyletmeyiz biz.
Bakın, rüzgar durmuştur, balık mevsimi açılmıştır, güneş ışınları gümüşi kırılmalar içindedir, deniz ılıktır, pastırma yazı kasımın ilk haftasına saklamıştır kendisini, bayıltıcı sıcaklar çok şükür yoktur, akşamları ince hırkalar zamanıdır...
Öncelikle belirtelim ki, bahse konu olaylarda Kocaoğlu’na haksızlık edildiğini düşünüyoruz.
Aziz Bey’in konuşmasının sık sık muhalif sloganlara kesilmesine AK Partili yöneticiler seyirci kalmışlardı.
En hafif deyimiyle “siyasi nezaketi kaale almama” olarak addedebilecek bu duruma Aziz Bey öfkeli bir tepki gösterince muhataplarını “eksiklendirerek mahcup etme” fırsatını kaçırmış oldu.
Sayın Başbakan’ın Aziz Kocaoğlu’nun tepkisini “Recep Tayyip Erdoğan sevgisini içine sindirememek” şeklinde değerlendirmesi, açık söylemek gerekirse kitleleri kışkırtan bir tercihti.
Esasında İZBAN’ı kim yaptı tartışması bize hiç anlamlı gelmiyor.
Neticede harcanan kamu parası.