Hasan Küçükkurt...
Hasan Bey, kardeşleri ile birlikte Türkiye’nin en büyük yemek fabrikalarından olan “Bortar”ın patronu.
Ayrıca İZSİAD’ın uzun yıllardır başkanlığını yürütüyor.
Hasan Küçükkurt, içinden enerji fışkıran, herkesin derdine derman olmaya çalışan, sosyal sorumluluk projelerinde “hesapsız ve kalbi” yapısıyla hep en önlere atılan sevgi dolu bir insandır.
Bu yazının konusu Hasan Bey’i anlatmak değil...
Zaten İzmir onu tanıyor, seviyor ve saygı duyuyor.
Dış gözler
Hani, para kazanma hırsının insani özellikleri törpülediği bir gerçek olsa da bu durumu genellememek gerekir.
Pek tabii, entelektüel kesim diye tanımladığımız insanların da sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez.
Hele düşük tüketim kalıbı içine sıkışmış, vakti bol, yarı emekli olanları hemen her şeye nizam vermeye bayılırlar.
Esasında ne iş insanlarının çoğu vicdansızdır ne de kanaat önderlerimiz kompleksli kişiliklerdir.
Ancak, azınlığın yarattığı sıkıntılı örnekler maalesef can sıkar ve hak ettiğinden fazla ciddiye alınır.
Kültürpark, İzmir yangını sonrasında oluşturulmuş 400 dönümlük yeşil bir vahadır.
Kentimizin en değerli yerinde, iyi korunmuş ve sonsuza dek korunması konusunda herkesin mutabık olduğu cennettir Kültürpark.
Buna rağmen bazılarımız bu güzel parkın ranta kurban edilmesinden hep tedirgindir.
O sebeple nerede ise ağaç bile dikilmesine karşı çıkarlar.
Oysa, parka zarar vermeden potansiyelinden istifade etmek mümkündür.
Parkın Basmane’den Kahramanlar’a kadar olan kısımları kentin çöküntü alanlarına yakın yerlerdir.
Bu nedenle özellikle geceleri gönül rahatlığı ile dolaşılan yerler değillerdir.
Ara verilen harekâtın iki ana amacı olduğu anlaşılıyor. Birincisi; sınırımızda bir ‘Kürt oluşum’ istenmiyor. İkincisi; ülkemizdeki yaklaşık dört milyon Suriyeli PYD’den boşaltılan yere yerleştirilerek, kalıcı bir Sünni özerk yapı hedefleniyor. Bu iki amaç Suriye ile ülkemizin kaderini ‘lehimlemek’ anlamına geliyor.
‘Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız’ deklarasyonumuzun özerk yapılara imkân sağlayan yeni anayasa bağlamında ifade edildiğini zannediyoruz. Türkiye’nin hali hazırda ‘Şii Esad’ yönetimine saygı duymadığı ve onun Suriye’nin tamamı üzerinde kalıcı otoritesini kabule yanaşmayacağı çok açık anlaşılıyor. Esad rejiminin hem Kürtleri hem de Türkiye destekli Sünni oluşumu, aynı anda merkezi otoritesi altında tutabilmesi mümkün gözükmüyor. Zira güneye püskürtülmüş Kürtler, ABD ve İsrail desteği ile özerk bir yapı oluşturmaya çabalarken, Sünni oluşum Türkiye’nin koruması altında olacaktır. Suriye merkezi yönetiminin her iki kesimle mücadelesi zor olacağından taraflardan birine yaklaşması makul senaryo gibi duruyor.
Mezhepsel çelişkinin çok daha derin olması sebebiyle Kürtlerle koalisyonu daha yüksek ihtimal olarak görülebilir. Nitekim bu konuda emareler oluşmaya başlamıştır. Bu yakınlaşma Kürtlere Kuzey Suriye’de tutunma imkânı sağlar. Böyle bir birliktelik ABD, İsrail, Rusya, İran, hatta AB desteğini elde eder, Mısır ve Suudi Arabistan itiraz etmez.
Türkiye 4 milyon Suriyeli ile güney sınırında kimsenin kolay söküp atamayacağı Sünni (İhvanı) toprakların hamisi olarak uzun yıllar devamlı mücadelesini vereceği bir koruyuculuğa etiketlenir. Hani ‘siyasi’ olmasa da ‘ekonomik’ ilhak mukadder gözüküyor. Bu operasyon sonrasında PYD, hatta PKK, batılı devletler tarafından daha aleni bir şekilde muhatap alınmaya başlar.
Duruma göre Türkiye şeytanlaştırılırken, Kürtler’in mazlum ve mağdur konuma sokulacağı kesindir. Bu hal, sınırlarımız içindeki Kürt nüfusun yaşadığı yerlere dair huzursuzlukların çoğalması anlamındadır. ABD ile varılan mutabakat güney sınırlarımızı 32 kilometrelik derinlik boyunca PYD’den arındırıyor. Ama onların yerine Esad rejimi ve Ruslar geliyor.
Yani eskinin Baas yönetimleri ile oluşturduğumuz dengeye dönüş yaşanıyor. Gözden kaçmasın, anlaşmada Kobani ve çevresindeki diğer yerleşim yerlerinin demografik yapısı aynen korunuyor. Dolayısıyla bahse konu mutabakatın uzun vadede kalıcı olması mümkün durmuyor. Türkiye’nin askerleri geri çekmiyor olması bir müddet sonra Rusya ve Esad rejimi ile karşı karşıya gelme sorununu ortaya çıkartacaktır.
Ekim ayından itibaren baz etkisi bitecek ve enflasyon yine çift haneye gidecek. Enflasyon oranı (+) CDS, faizin indirebileceği alt limittir. Şayet indirimler devam ederse, döviz fiatları yukarıya doğru hareketlenecektir. Bu sebeple ekim PPK’sı önemli. TCMB politika faizi 16.50, CDS ise 3.50 ile 4.00 arasında gidip geliyor. Yıl sonu YEP enflasyon hedefi 12’dir. Yani indirim marjı (15.50 – 16.00) pek yoktur. Tabii, negatif faiz bir politik tercihe dönüşmüyorsa.
Tüm ekonomistlerin üzerinde mutabık olduğu “imkânsız üçlü” diye isimlendirilen bir kural vardır. Buna göre bir ekonomi yönetimi “kambiyo serbestisi uygularken, hem faiz hem de döviz kuru eş anlı kontrol edilemez.”
Oysa özellikle son dönemlerde Merkez Bankası politika faizini adeta talimatla aşağıya çekerken, devlet kuruluşları tüm imkânlarını seferber ederek döviz kurunu baskılamaya çalışıyor, üstelik herhangi bir kambiyo kısıtı getirilmeksizin bu süreç yaşanıyor.
Diyeceksiniz ki, teori çöktü mü?
Bu soruya doğru yanıt verebilmek için bu halin “sürdürülebilirliği”nin daha bir müddet test ediliyor olması gerekiyor.
Umarız bahse konu üçlüden biri “berhava” olmaz.
Bozulan kamu finansman dengesini düzeltmek için kamu zamları mecburen devreye girmeye başladı.
Çok sayıda genç üniversite eğitimlerini aşçılık mekteplerinde yapıyor.
Buralardan mezun olanlar hayata atıldıklarında aceleci davranmıyor.
Önce isim yapmış mekânlarda meslek büyüklerinin rahle-i tedrislerinden geçiyorlar.
Gerekirse, bulaşıkçılıktan başlıyorlar, dört gözle işin inceliklerini öğrenmeye çalışıyorlar.
Sonra, belirli bir olgunluğa geldiklerini hissettiklerinde kendi kanatlarını çırpıyor ve butik ölçülerde mekânlarını açıyorlar.
Bu işleri çekirdekten yetişerek yapan “alaylılardan” pek tabii biraz farklılıkları oluyor.
Canlı gözlemcisiydim.
İzmirli bir şirket Japon dayanaklı tüketim malları üreten bir dünya markasının ülke temsilcisiydi.
Vadeli ithal ettiği ürünleri Türk Lirası cinsinden senetlerle iç piyasaya uzun vadeli satıyordu.
O dönemlerde döviz cinsinden borçlanmaların “hedge”lenmesi gibi enstrümanlar pek kullanılmazdı.
Derken, o meşum gün geldi.
Dolar 15 liradan başlamış, her dakika soluksuz yükseliyordu.
Moderatörlüğünü Muhittin Bilget’in yaptığı çalışmamızda Türkiye ve dünya geneline ilişkin çok sayıda hazırlanan tablolar üzerinden, trend analizleri de yaparak geleceğe yönelik gelişmeleri öngörmeye çalışıyoruz.
Açık söylemek gerekirse, ekonomik konularda tahmin yapmak kolay, ancak “tutturmak” çok zordur.
Ekononomi medyası hasbelkader 2008 krizini önceden öngördü diye Roubini’yi kâhin mertebesine yükseltmiş, ancak sonrasında bir daha aynı performansı gösterememişti.
Nice “Nobel” almış iktisatçılar da bırakın uzun vadeyi, takip eden üç ayı bile kestirmekte zorlanmaktadırlar.
Bizde de bir ara “Televole iktisatçıları” olarak nam salan Asaf Savaş Akat, Deniz Gökçe, Mahfi Eğilmez, Taner Berksoy, Ege Cansen gibi anlı şanlı hocaların, geleceği tatmin edici seviyede öngöremedikleri için reytingleri düşmüş ve programları yayından kaldırılmıştı.
Peki, bu neden böyle oluyor?