Ne zamanki teknoloji askeri gücü durdurmaya yeterli olmuş, üretmekten ziyade üretenden pay alan anlayış mecburi olarak duraklama durumunda kalmıştır. Zaten beslenme kanalları tıkanınca da Osmanlı çökmüştür.
Cumhuriyet farklı bir strateji benimsemiştir. Kaldı ki başlangıçta “fütuhat” yapacak bir gücü de yoktur.
O sebeple “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi çok yerli yerine oturmuştur.
Ötesinde, hükümran olduğu topraklarda gayrimüslim nüfusun tasfiyesinde hız kesmemiştir. Ki bu kesim zenginlik yaratan asli unsurdu. Böylece “fakir ama onurlu” mottosu ile iktidarına yönelik kritik tehditleri bertaraf etmeyi temin etmiştir. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz “gen” tabii ki kaybolmamıştır. Toprağa gömülü olarak bekleyen “hars” ne zaman milli gelir trilyon dolara yaklaşmış, ağır ağır dış politikamız değişmeye başlamıştır. Son 10-15 yıldır Ortadoğu’dan Akdeniz’e nizam vermeye çalışan tutumumuz, zannetmeyin ki sadece AK Parti’nin eseridir. Askerler dahil, eski–yeni tüm iktidar bileşenleri aktif dış politika konusunda müttefik gözükmektedir. Hani, 2-3 trilyon dolar yıllık bir değer üreten Türkiye’yi, tutmak ne kelime, düşlemek bile zordur.
Batı’nın bu durumdan hiç hoşlanmadığını görmek için “uzman” olmaya gerek yoktur. Köprülerin altından çok sular akmıştır. Emperyalist tutumu kendi tekelinde gören “batı”, TC’ye “had” bildirecek güce sahip olduğundan emindir. Bu sebeple sınırları aşılırsa ülkeyi ekonomik ve siyasi anlamda hizaya sokmak için ellerinden geleni yapabileceklerini tahmin etmek zor değildir. Bu kararlılık teşekkül ederse ne stratejik öneminiz ne de jeopolitiğiniz anlam taşır. Diyeceksiniz, uluslararası topluma uyumlu bambaşka bir devlet anlayışı mümkün müdür?
Açık söyleyelim, “Kurtlar Vadisi” münasebetiyle öğrendiğimiz bin küsur yıllık “kırmızı kitap”ın değişeceğine ihtimal veremiyoruz.
Bu kuşak büyük ölçüde Amerikan hayranlığı içerisindeydi. Marshall yardımlarından Kore savaşlarına, Celal İnce’nin “Sen Her Şeye Kadirsin Amerika”sına kadar Yeni Kıta’nın sihirli dünyası çok özel bir illüzyon yaratmıştı İzmir’in en güzel semtinde. O dönemin idolleri Kim Novak, Rita Hayworth, Cary Grant, Clark Gable gibi Hollywood starlarıydı. Hemen herkes onlara öykünürdü.
İşte o dönemlerde gençler akşamüstleri kılık kıyafetlerine çeki düzen vererek, hatta değiştirerek çarşıya piyasaya çıkarlardı. Genç oğlanlar çarşı girişinde Yapı Kredi leyleğinin altındaki binanın önüne sıralanırlar ve önlerinden “tesadüfen” geçen genç kızlara sempatik görünmeye çabalarlardı. Bu alışkanlık çok uzun yıllar devam etmiştir. Bahse konu köşe “Hergele Meydanı” diye isimlendirilirdi. Hergelenin gerçek manasından ziyade işaret ettiği “neşeli, fırlama gençlerdi...”
Geçenlerde Karşıyaka Belediyesi kent hafızamıza dair hoş bir gönderme ile bir küçük levhayı o köşeye yerleştirdi. Belediyemize teşekkür ediyoruz.
ALSANCAK
BU şehrin kalbi Alsancak’tır. Hani Karşıyakalılar, Güzelyalı, Hatay, Bornovalılar hiç alınmasın. Alsancak hep böyleydi. 100 yıl önce de zengin Hıristiyanların yaşadığı, fakir Müslüman ve Yahudilerin gıpta ile baktığı bir semtti. Bugün bu gerçeklik değişmemiştir. Semtin yerleşikleri dahi Alsancak’a meftundurlar.
Bu konuyla ilgili sair bir uygulamayı da değerlendirmek isteriz. Oda şudur; Burak Oğuz’un yerine belediye meclis üyelerinin iradesi ile yeni bir belediye başkanı seçilmemiş ve fakat İçişleri Bakanlığı marifetiyle bir kayyum atanmıştır. Doğu ve güneydoğu illerinde benzer durumlarla ilgili olarak yaygın uygulama burada da tercih edilmiştir. Devletin HDP’li meclis üyelerine yönelik rezervli bakış açısı, bu defa Urlalı üyelere de teşmil edilmiş izlenimi doğmaktadır. Bağlı olarak; bu uygulama ilgili yörelerdeki oy oranları nazara alındığında HDP-PKK eşleştirmesi gibi CHP-FETÖ eşleştirmesi spekülasyonuna yol açabilir. Niyetin böyle olmasına ihtimal vermesek de umarız benzer durumlar yaşanmaz.
----
Devlet nedir, kim içindir?
OSMANLI, bir aile organizasyonuydu. Tarihçiler, ailenin ya da bir zümrenin menfaatleri üzerinden şekillendirilen bu neviden yapıların iktidarın devamını sağlayan erklere bir kere hakim olunduktan sonra yüzyıllar boyu sürebildiğini ifade ederler. Hakikaten bir “güç” bir şekilde bir “devlet” oluşturur ya da var olan ele geçirilir ise “fiili, hukuki, maddi ve moral” sütunlar kontrol altına alındığında bu yapıların devrilmesi kısa vadede mümkün olamıyor. Hele ki, halkta bir “itiraz” kültürü oluşmamışsa.
Esasında devlet denilen organizasyon “servis sunan bir garson” anlayışı ile çalışmalıdır. Amaç bir arada yaşama esaslarını tanzim eden bir hizmet yapısı oluşturmaktır. Batıda, özellikle İskandinav ülkelerinde bu tutumu net bir şekilde gözlemlersiniz. Uygarlık bilinci zamanla devleti özgür bireyin “empatik mutluluğuna” katkı koyan bir “aygıt” olmaya evriltmiştir.
Bakınız, herkesin meşrebi, birikimi, zevki aynı değildir. Melih Gökçek, Mehmet Aksoy gibi ünlü bir sanatçımızın eseri için ‘tükürürüm böyle sanatın içine’ demişti. Yine Kenan Evren, Picasso’nun eserlerini aşağılarken ‘ben daha iyisini yaparım’ diyordu. Üstelik bazılarımızı dumura uğratan bu yaklaşımlar halk nezdinde çok ciddi bir karşılık buluyordu. Bu cümlelerimizden Nasrettin Hoca tarzı heykelleri korumaya çalıştığımız sonucu çıkmasın. Hani meşhur bir kriter vardır. “Anlamsız şiir olmaz, anlamsızlığın şiiri olur.” Bu şablonu heykellere de uyarlayabilirsiniz.
Asgari bir estetik çıta içermeyen, Nasrettin Hoca yapısında olduğu gibi ‘nşaat olsun bizim olsun’ anlayışını yansıtan sözde eserlere, halk şakşakçılığı uğruna tabii ki geçit vermemek gerekiyor. Ama Urla’daki heykel için bu denli net bir yargıya varmak zor. ‘Bana göre’ diye başlayan bir değerlendirmede, diyebilirim ki; “Esasında naif, samimi, biraz tuhaf, amatör, provokatif niyetler içermeyen ve fakat sanatsal yönüyle pek heyecanlandırıcı gelmeyen hafif uyduruk bir çalışma.” Ama sanatçısından karar vericisine, anlaşılıyor ki aynı fikirde değiller. Bu durumda kamusal müdahaleye gitmeksizin demokratik hoşgörü gereği beğenmeyenlere saygı duymamız icap eder.
Kar motivasyonu önemli
KÜLTÜR insanla taşınır.
Metropolit Pandeleimon ile geçen hafta iki kez birlikte olma şansını elde ettik.
Ortodoks dünyası için Anadolu çok büyük öneme sahiptir. Yüzlerce kilisesi adeta bu mezhebin tarihsel geçmişidir. Pek tabii İzmir’deki Ortodokslar sadece Rumlarla sınırlı değil, pek çok Slav Ortodoks da muhtelif sebeplerle kentimizde yaşıyor. Bu arada çok az sayıda kalmış İzmir’in binlerce yıllık yerleşiği Rum vatandaşlarımız da ayrıca gözümüzden sakındığımız zenginliğimizdir.
Fener Rum Patriği Bartholomeos daha önce birkaç kez İzmir’e gelmişti. Aziz Vukolos Kilisesindeki ayin her kesimi mutlu eden bir gelişmeydi. Şimdi 6 Ağustos 2020’de Urla Belediyesi tarihsel ‘bağ bozumu’ etkinliğini tekrar hayata geçirmeyi planlıyor. Ortodoks dünyası için bu özel günde Patrik hazretlerinin katılımıyla binlerce Ortadoks’un katılacağı bir gelenek tekrar canlandırılmaya çalışılacak.
Bu amaçla başta Tunç Başkan ve Apikam Koordinatörü Hasan Tahsin Kocabaş olmak üzere ve tabii ki Urla Belediye Başkanımız Burak Oğuz çaba sarf etmeye başladılar.
Bu gelişmeler en fazla İzmir’in en eski yerleşiklerini mutlu ediyor. Sevgili Tina Samoğlu ve Teodora Haduci gibi sevgili vatandaşlarımız, özellikle de Hasan Tahsin Kocabaş’la el ele verince küllendirdiğimiz pek çok zenginliği adeta yeniden yaratıyorlar. Bu arada Vali bey’de bu konularda desteklerini hiç esirgemiyor.
Politik gerginlikler ne olursa olsun halkların kardeşliği her şeyden önemli.
Kaldı ki bu şekilde oluşturulan sevgi bağları diğer sorunların çözümünde müthiş yumuşatıcı bir rol oynamaktadır.
İzmir’in bağrına bir hançer saplanıyor nidalarıyla ve en çok da kent silüetinin bozulacağına vurgu yapılarak yüksekliğinin Kadifekale ile yarışacağıdan dem vuruldu ve müthiş bir anti kampanya başlatıldı.
Açık söylemek gerekirse “korunacak kent dokusu kaldı mı”, diye sormak gerekir.
Körfez boyunca sekiz katlı ucube apartmanlarla Çin Seddi gibi örülmüş bir kent için kurtuluş bu binaların yok edilmesidir.
Bunun yolu da özel mülkiyet ve kazanılmış haklar göz önüne alınarak 3-4 tanesini bir araya getirip dikey yapılaşmanın yolunu açmak ve oluşan boşlukları yeşil alanlara dönüştürmektir.
Böyle baktığınızda esasında yüksek katlı binalar kentsel dönüşüm projeleri kapsamında, kentin mevcut duruma göre rehabilite edilmesi anlamını taşır.
Özellikle 1970’li yıllarda üstüste binmiş kötü binalar kentin en güzel yerlerini bir hastalık gibi sarmıştır.
Ciddi anlamda bu işi ele alan “İncili” ve “Yedy” her yıl ulusal bazda düzenli rehber çıkartıyor.
Dünya ölçeğinde en bilinen rehber “Michelen”.
Michelen, mekânları üç yıldız üzerinden değerlendirir.
Onlardan üç yıldız almak başın göğe ermesi anlamındadır.
Bu yerlerin seçimi kimliği gizli müfettişler marifetiyle, önceden haber verilmeksizin yapılır.
Bazı rehberlerde müfettiş seçimlerinin yanı sıra halk oylamasına da müracaat edilir.
İzmir’in de gastronomik rehberleri vardır.
Çok değil, 1950’li yıllarda pırıl pırıl bir körfezimiz varmış ve biz bu güzelliğe el birliği ile kıymışız.
O zamanların İzmir’i birkaç yüz bin kişiydi.
Çoğunluk mübadildi.
Daha Anadolu’dan göç başlamamıştı.
Şimdilerde hakir görülen Araplar ve Afganlılar gelmemişti.
Bu kentin şanssızlığı hiçbirimizin kadim İzmirli olmamasıdır.