Sıtkı Şükürer

Zihin konforu

4 Ekim 2020
GEÇEN hafta perşembe Para Kredi Kurulu (PPK) toplantısı vardı.


Merkez Bankası’nın afişe 8,25 olan faiz oranının gözden geçirilmesi bekleniyordu.
Ekonomistler genelde enflasyonun bahse konu oranın üstünde seyretmesi nedeniyle artırım gereğini ifade ediyorlardı.
Ama artırımın realize olması konusunda çoğu kişide bir beklenti yoktu.
Zira, Cumhurbaşkanı’nın faiz-enflasyon ilişkisine dair görüşleri biliniyordu.
Bağlı olarak “Merkez Bankası faiz artırımı yoluna gitmez” diye düşünülüyordu.
Sonra faiz 10,25’e çıkartıldı.

Yazının Devamını Oku

Hilton bina öyküsü

27 Eylül 2020
 BU aralar İzmir Hilton kamuoyunda çok tartışılıyor.


Hilton cephesinden yapılan açıklamada, beş yıldızlı ilk Hilton Oteli işleticiliğinden çekileceği belirtildi.
Esasında “Hilton” İzmirli moralitesi yönünden 1987 yılında başlayan önemli bir öyküydü.
Burhan Özfatura’nın ilk belediye başkanlığı döneminde Amerikalılar’dan çok ucuz bir fiyatla alındığı söylenen bir arsa, benzer bir projeyi Ankara’da gerçekleştirmiş olan MNG Grubu’nun (Günal İnşaat) teklifiyle ortak bir projeye dönüştürülmüştü.
Belediye, arsasını kurulacak şirkete aynî sermaye olarak koyacak, karşılığında %23.8 oranında hisse alacak ve bu hisse oranı ileride yapılacak sermaye artışlarından etkilenmeyecek, ayrıca ortaklar arası özel bir sözleşme ile de ana sözleşmede yer almayan bir anlaşmaya istinaden otelin otopark gelirlerinden masraf ve vergiler düşüldükten sonra %50 oranında, mal sahibi şirket vasıtasıyla pay alınacaktı.
Hilton’un 65 milyon dolara çıkması öngörülüyordu.
Sonradan bu rakamın 90 milyon dolarlara ulaştığı görülecekti.

Yazının Devamını Oku

Politikacılar hep yaşlı

20 Eylül 2020
TÜRKİYE’de “demokrasi”, her nedense sadece muhalefette kalanların derdi ve söylemi olmuştur. Ateşli şekilde ifade edilenlere itibar ettiğinde olası iktidarları pembe ufuklar vaat eder. Ama bu beklenti hep “yalan” olmuştur.


İşin garibi, muhalefette olanlar iktidarlara yönelik satır arası “bilenmişliklerini” gizleyemez, değişimi “intikam saati” olarak hevesle bekleşirler. Bu dediğimizin, sağ-sol, laik-muhafazakâr, Kürt-Türk olmakla bir ilgisi yoktur. Ülkemizin “kumaşı” maalesef budur. Bu durum esasında toplumumuzun, sanılanın aksine ne denli “yaşlı” olduğunu gösterir.
Yaşlılık kavramını biyolojik bir terim olarak almayınız. Bir ülkenin insanları hiç kimseyi olumlu anlamda şaşırtmıyorsa, çok şey bildiğini zannediyor ve “meraksız” bir ömür tüketiyorsa, özetle; “konfor alanı”nın dışına çıkmıyorsa, zaten yaşlıdır. Geçenlerde CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu Atatürk’ü anarken “Gazi Mustafa Kemal” söylemini daha içselleştirdiğini ifade etti.
Vay, sen misin bunu söyleyen, en bilindik, sıradan kalıplarla parti içinden eleştirilere boğuldu.
Ağırlıklı olarak İzmir milletvekillerimizdi bu tepkileri gösteren.
Açık bir militer vurgu içeren “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganını severek kullananlar, aynı isim tercihini seslendirenlere ironik şekilde hassasiyet gösterdi. Diyeceğimiz, mevzu “İktidar Oyunları” olunca her düzeyde yıpratma argümanı ıskalanmıyor, samimiyet, tutarlılık kaygısı akla bile gelmiyor.
Yazının başında belirttiğimiz “pembe ufukların” sadece genç ve taze nefeslerle mümkün olabileceği aşikâr.

Yazının Devamını Oku

Kaymaklı menemen

13 Eylül 2020
 ŞAMPİYON At’lar telaşsızdır. Yarışı son düzlüğe kadar gerilerde sürdürürler. Derken, dış kulvardan doludizgin gelinir, en önde bitiş çizgisi geçilir.


“Beyturan” lokantasının öyküsünü biraz da bu duruma benzetiyoruz. Birkaç yıl öncesine kadar sınırlı bir zümre dışında bu denli bilinmiyordu. Ama sonrası, tıpkı “Şampiyon At” gibi oldu. Aydın yolu üzerinde Havaalanı’nı geçtikten sonra Kısıkköy Marangozlar Sitesi’nin içinde 30 yılı aşkın süredir hizmet veren bir esnaf lokantasından söz ediyoruz. Zeytinyağlı ev yemekleri, odun ateşinde pişen et yemekleri ile Nesrin hanımın kepçesi harikalar yaratır.
Daha evvel muhtelif vesilelerle bu mekândan söz etmiştik. Bu defa tekrar gündeme gelmesinin sebebi “Kaymaklı Menemen”. Hani “soğanlı” mı, “soğansız” mı diye tartışılırken “kaymaklısı” nereden çıktı, diyebilirsiniz. Menemen bu mekanda; tarla domatesi, biber, kaşar peyniri, köy yumurtası, süt kaymağı ve az zeytinyağı ile birlikte müthiş bir lezzet resitaline dönüşüyor. Aile işletmesinin ikinci kuşağının da işin içinde olduğu bu özel mekân, zaten Girit yemek kültürü ile bir efsane olmuşken bahse konu “hoş”luğu ile bir kere daha dikkatleri üstüne topluyor.
Henüz denemeyenlere hararetle tavsiye ederiz.

-----

Çok şey yalan oluyor

YENİ bir yaşam biçimine ne ölçüde hazırlıklıyız. Pandemi’den söz ediyoruz. Kalıcı çözüm haberleri henüz ikna edici seviyede değil. Hani, “zamanla geçer” gibi bir durum henüz yok. Buna mukabil virüs giderek yaygınlık kazanıyor. Biliyoruz ki enfekte olanların belirli bir yüzdesi maalesef kaybediliyor. Pandemi hız kesmezse, bir müddet sonra en sakin olanlarımızın bile kimyası bozulmaya başlayacak.

Yazının Devamını Oku

Mazhar Alanson’ları yıpratmayalım

6 Eylül 2020
“Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin” bazen çok önem arz eder.

 

Mevzuu; Mazhar Alanson.
Her kesimden insanın sevdiği MFÖ Grubu’nun en önde gelen üyesi.
Geçenlerde bir laf etti ki, ondan sonrası “toz duman”...
Sosyal medyada tam anlamıyla lince uğradı ve halen de hız kesmeden devam ediyor.
Söylediği şu;
“İlkokulda beş senede Selanik’le Anıtkabir arası tüm kareleri beynimize beynimize soktular, sağ olsunlar. Ama kanımızda Fatih’in kudreti, ruhumuzda peygamberimizin aşkı vardı, bunu unuttular!”

Yazının Devamını Oku

Önce bir sevinelim

30 Ağustos 2020
GEÇEN hafta Cumhurbaşkanı “Müjde” diye nitelendirilen bir açıklama yaptı.

Karadeniz’de doğalgaz rezervi keşfedildiği haberini kamuoyu ile paylaştı. Bu ülkede yaşayanlar için istisnasız iyi bir haberdi ve evvel emirde sevinçle karşılanması gerekiyordu. Halkın çoğunluğunun yaklaşımı da böyle olmuştur.
Tabii ki, sonrasında çok taraflı bir bilgilenme ile bu gelişmenin getirisi, hayatımıza yansıması, ekonomimize ne boyutta ve hangi hızla etki edeceği gibi hususlarda beslendikten sonra, daha sağlıklı bir kanaat oluşacaktır. Ancak, insanlarımızın azımsanmayacak bir kısmı da maalesef ülkemizdeki kutuplaşmanın etkisi altında... Hangi partiden olursa olsun karşı tarafın söylemlerine, refleksle şüpheyle yaklaşılması makuliyet sınırlarını zorluyor.
Doğalgaz haberinde de bu sıkıntı aynen yaşandı. Böylesi bir haberin doğru olma ihtimalini bile mutsuzlukla karşılamak bir vahim ruh haline işaret ediyor. Neticede 83 milyon, hepimiz “aynı gemideyiz”. Bu ülkeye zenginlik katacak her çaba bizim vergilerimizle yapılıyor. Enerji fakiri olduğumuzu biliyoruz... Devlet çok büyük bir ciddiyetle bu ihtiyacımıza dair gereğini yapmaya çalışıyor.
Bir olumlu keşif yapılmış... Önce bir içimiz mutlulukla dolsun. Tabii ki, her başarı her iktidar tarafından siyaseten prime dönüştürülmeye çalışılır. Ha, söylenen araştırılır, tartışılır, boşa çıkar, o aşamada muhalif olanların eleştirmesi de sonuna kadar haklarıdır. Bu eleştirimizi; iktidara ya da muhalefete taraf olan tüm fanatikler için ayrım yapmadan belirtiyoruz.

-----

Kazanmak kirlenmeden geçiyor

ACUN Ilıcalı, bir televizyon fenomeni. Kendi kanalına da sahip olduktan sonra gelenekselleştirdiği yarışma programlarıyla reytingleri alt üst ediyor. Bu aralar “MasterChef” diye bir programını izler olduk. Sebebi, İzmir’in ve Türk futbolunun efsanevi isimlerinden merhum Dr. Hasan Elidemir’in sevgili oğlu Emir’in yarışmacılardan biri olması. Hal böyle olunca, bu vesileyle bizler de Acun Ilıcalı’nın “oltasına” takılanlardan olduk...

Yazının Devamını Oku

Paranın üstüne oturduk

23 Ağustos 2020
GELİŞMEKTE olan ekonomilerde mutedil bir enflasyon piyasalara canlılık getirir.

 

Bu anlamıyla Türkiye’de %4-5 mertebeleri optimumdur.
Hali hazırda enflasyonumuz çift hanelerin başlangıç rakamlarında.
Ekonomistler “durgunluk, hatta daralma içinde enflasyon” yaşandığını belirtiyor.
Tabii ki, “Pandemi”nin de bu tabloda etkisi büyük.
Enflasyon teorik olarak arz ve talebin dengesinin bozulması ile ortaya çıkar.
Talebi belirleyen en önemli faktör, insanların geleceğe yönelik beklentileridir.

Yazının Devamını Oku

“Lira” yalanı

16 Ağustos 2020
TÜRKİYE AB’ye girseydi, bırakın diğer konuları, en önemli faydası “Lira” yerine “Euro”ya geçmemiz olurdu.

Dolayısıyla; ‘döviz yükseldi, kur arttı, hayat pahalandı, enflasyon patladı, rezerv bitti’ türünden tartışmalar bu denli gündemimizde olmayacaktı. Tabii ki bütçe disiplinimiz, ülke performansımız yine çok önemli olmaya devam edecekti ama “çift para”nın yarattığı sarsıntılara muhatap olmayacaktık.Komşumuz Yunanistan Euro Zone’da olmasına rağmen birkaç yıl önce iflas noktasına gelmişti. Ülke olarak kemer sıkma durumunda kalmışlar, hatta bankalarından para çekilmesi bile kısıtlanmıştı. Bu esnada paraları “Drahmi” olsaydı savrulmaları ve değer karmaşasına girmeleri çok daha vahim yerlere giderdi.Neticede “Euro” durduğu yerde durdu, var olan kriz Almanya’nın acı reçeteli destekleriyle büyük ölçüde atlatıldı.Bakınız, milli paradan vazgeçmek bir “beka” meselesi değildir. Hani “Amerikan mandası” falan olmayı önermiyoruz. Neticede AB’ye alınsaydık Lira yerine Euro’ya dönecektik. Biz paramızın değerini korumayı beceremiyoruz. Büyümek istiyoruz, mecburen dış kaynağa ihtiyaç hissediyoruz, borçlanıyoruz ama rasyonel kullanamıyor, milli parayı değerli tutmaya çabalıyor ve bir müddet sonra lastiği patlatıyoruz. Öykü 1958 yılından beri, hiç sektirmeden belirli aralıklarla tekrarlanıyor. Hani dolar ya da euro problemsiz paralar mıdır? Onları kullanan ülkelerin ekonomisi çok mu sorunsuzdur? Bu sorular doğrudur, tabii ki dikensiz gül bahçesi değiller.  Ancak gerek dolar, gerekse euro “rezerv” paralar. Tüm dünyada “geçer akçe”ler. “Lira” maalesef itibarlı bir para değil. 30 küsur yıl boyunca konvertibl yapma gayretlerimiz, ne yazık ki Londra piyasalarında swap anlaşmalarında oyunbozanlık yapılınca hepten kaybedildi. Uzun bir dönem hem faizi, hem de döviz kurunu kontrol etmeye çalıştık. Neticede rezervler net olarak eksiye geçti, kur yukarıya doğru hareketlendi, şimdi kambiyo kısıtı olur mu diye konuşmaya başladık. Dediğimiz gibi, bu öykü sadece bu döneme ait değil. 2001 yılında, 1994 ve öncesinde aynı senaryolar sürekli yaşandı. Diyeceğimiz, milli parayı dolar, altın, euro gibi genel kabul gören kıymete endekslemek, tabii zorluklarını takdir ediyoruz, sorunları tamamen çözmese de, mevcut durumdan daha gerçekçi bir tercih olacaktır. 


Alaçatı açık denizlerde
“BİZ eski Alaçatı’yı özlüyoruz.”Yukarıdaki klişe cümle her yaz tekrarlanır. Bunlar kimdir? Eski Alaçatı nasıldı? Evvela ikinci sorudan başlayalım.Eski Alaçatı çok değil 25 yıl önce, terkedilmiş, unutulmuş bir Rum kasabasıydı. O denli ihmal edilmişti ki kimi sokaklarında yıkılmaya yüz tutmuş o güzelim binalar büyük ölçüde ahır olarak kullanılır ve kötü kokular yayardı. Ama o haliyle bile, sınırlı muhacir ve Roman nüfusu, kasaba meydanı, sakin yaşantısı ile iddiasız bir hoşluğu vardı. Çeşme ile çekişmeli futbol maçları hala hatırlanır. Kullanılmayan Rum evleri bakımsız olsa da, “gören gözler” tarafından bir hazine olduğu hemen anlaşılıyordu. Nitekim “Beyaz Türk”ler tarafından keşfedilmesi uzun sürmedi. Sevgili Leyla Figen ve duyarlı İzmirlilerin öncülüğünde ülkedeki deformasyondan uzak bir vaha yaratılmaya çalışıldı. Derken o denli popüler hale geldi ki, önce fiyatlar uçtu, yeni zenginlere hitap eden mekânlar çoğaldı ve çok kısa yaşanan o “asude” ortam yitirildi.İşte “Alaçatı’yı özlüyoruz” diyenler köyün o huzurlu “kelebek ömrü”nü yaşayanlar. Esasında Alaçatı’nın eski sakini sadece bu kesim değil. En eski sakinler Ege’nin her yerinde olduğu gibi zaten 100 yıl önce gitmişlerdi. Onlardan sonra yerleştirilenler maalesef sahip oldukları gayrimenkulleri büyük ölçüde elden çıkardılar. Neticede Alaçatı, şimdilerde cıvıl cıvıl, gürültülü, zaman zaman arsız ama çok renkli bir belde. Eski yapıların restore edilmesi, yeni yapıların tarihi dokuya uyumu ile bahse konu handikaplarına rağmen çok alımlı ve ülkenin gözbebeği. Serzenişte bulunanlara gelince; Kusura bakılmasın, Türkiye gerçeğinde hiçbir yer, önce keşfettim gerekçesiyle “kurtarılmış bölge” olamaz, olmamalı da zaten. Alaçatı artık o kuytu sahillerden açık denizlere açıldı. Bu gerçeği herkesin kabullenmesi gerekiyor.

Yazının Devamını Oku