Cumhuriyet etnistik bir tutumla ümmet yerine millet anlayışı ile “laiklik” ilkesi üzerinden yapılanmıştı.
Çok partili hayata geçişle birlikte ülke yönetiminde baskılanan kesimler de giderek artan ölçüde söz sahibi oldu. Hesaplaşmalar karşılıklı görüldü denilebilir.
Şimdi Cumhuriyet ikinci yüzyılına hazırlanıyor. Atatürk “muasır medeniyet” seviyesini hedef göstermişti. Bu ülkü, demokrasinin ve temel insan haklarının içselleştirildiği, hukukun üstünlüğün hayatın her alanına sindirildiği, toplumun “ahlak” kabulünün “düzgün ve iyi insan” esaslarına göre, adeta “su içer” gibi yaşandığı, uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak imrenildiğimiz, maddi ve kültürel zenginlik, çevresel duyarlılık ve hoşgörü çıtalarında en üst seviyelere ulaştığımız, mutlu insanlar diyarı bir ülke seviyesini işaret eder.
İlk 100 yıl içinde bu beklentiler sınırlı gerçekleşmiştir.
Bugün geldiğimiz yer, 1920’lerin ülke koşulları nazara alındığında yine de bir başarı öyküsüdür. Her şeye rağmen, küllenmiş gözükse de “Cumhuriyetin kazanımları” gözardı edilemez. 100 yılda pek çok yapılmayacak hata yapıldı, toplumsal maliyeti yüksek tecrübeler edindik. Şimdi akıllı olma zamanıdır. Kaybedilmemesi gereken koca bir ikinci yüzyıl önümüzde duruyor. Türkiye artık her türden “vasat”lığa imkân tanımamalıdır. İkinci yüzyılımızın barışçı, özgür ve keyifli bir toplum olma kararlılığının başlangıç noktası olmasını diliyoruz.
-------------
İKİNCİ YÜZYIL EKONOMİ MANİFESTOSU
Özetle evrensel hukuk; çağın gereklerine göre, entelektüel birey vicdanından neşet ederek, başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere, insan odaklı bir anlayışla, tüm bir ekosistemi sarmalayan bir değerler silsilesinde tek tek bireylerin toplumsal mutabakatını ifade eden bir uygarlık seviyesidir. Öykünün diğer cephesinde de oldukça önemli bir geçmiş söz konusudur. Dini esaslarla idare edilen toplumlarda vicdani kalite, dolaylı yönden “merhamet” kavramı ile ikame edilmiştir. Toplumsal sorumluluğa dönüşecek bireysel insiyatif bu defa “Allah adına, onun rızası için” yapılan, bağışlayıcı bir sevgi tutumu üzerinden kavranılmaktadır.
Kutsal metinler, insana dair “kaza ve kader” çerçevesinde “kısmi (cüzi) irade” yeteneği bahşedildiğini ifade ederler. Kuran’a göre “hayır ve şer” insan aklının tercihidir. Görüldüğü üzere uhrevi kaynak bireyselliğe adeta ip atmaktadır. Hal böyle olunca çok kültürlü, barış içinde yaşayan bir insanlık idealine bahse konu özgün medeniyet değerleri itibarıyla hiçbir engel yoktur.
Nitekim, Batı’nın 2000 yılda eriştiği Avrupa Birliği projesi ilk örneğini İslam’ın başlangıcında “Medine Sözleşmesi” ile oluşturmuş, farklı dinden insanların, dışarıya birlik prensibinde, birbirlerine saygı göstererek beraber yaşamaları hayata geçirilmiştir. Ne yazık ki sonraları İmam Gazali ile “akli yorum” askıya alınmış, dünyevi değerler itibariyle ülkeler liginin alt sıralarına gerilenmiştir. Neticede evrensel hukuka çok önceden ulaşabilecek bir büyük potansiyel heba edilmiştir. Bu durumda geriye, hakim otoritenin her şekilde çarpıttığı, manipülasyona müsait bir aAdalet” anlayışı ile idare edilme durumunda kalınmış, onun tezahürü olarak barışa hasret bir kargaşa coğrafyasına mahkûm olunmuştur.
Bu kavram muğlaktır, tartışmaya açıktır, manipülasyona müsaittir. Klasik örnekleme ile; “Adalet eşit olmayanı eşit mi paylaştırmaktır, yoksa hak ölçüsünde mi paylaştırmaktır?” Diyeceğimiz; adalet karar vericiye bağlı bir tehdit içerir. Bu manada da karar vericilerin kişisel beslenmeleri ve kendilerine yüklediği değerlerle ilgilidir. “Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın ‘YAŞAMAK’ için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu aslanın bir ceylanı yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikayeye ceylanı takip ederek başladıysanız ve ceylanın ‘YAŞAMAK’ için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandıracaktı.”
Yani başlangıç noktaları aynı olay ve kişide farklı yargılar oluşturur. Bu yüzden “Adalet” duygusu ve ölçüsü, “hangi hikayeyi ne kadar süreyle takip ettiğine bağlı olarak değişir.” O sebeple temel hak ve özgürlüklerden hareketle uyuşmazlıkları net bir şekilde tanımlayan “hukuk” kavramına yaslanalım, aksi halde yoruma açık “racon”ların başımıza iş açacağının bilincinde olalım.
----
ÖZGÜRLÜK BULUTU
BU ülkede, kentimizde ya da yakın çevremizde açık haksızları hep görür, yaşarız. Tepki göstereceğimiz yerde bir “neme lazımcılık”la kendimizi kendimize değebilecek sıkıntılara mesafelendiririz. Böylesi tutumlarımız artmaya başladığında bir de bakarız ki toplum vicdanı nasırlaşmaya başlamış. Nazım’ın “Akrep gibisin kardeşim” diye başlayan şiiri; açık haksızlıklara direnmeyen ve sonrasında kapsamına dahil olanların sızlanmalarına şöyle eleştiri getirir. “Kabahat senin,- demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin, canım kardeşim”
Yaşanan ve tanık olunan her haksızlıktan sonraki büyük sessizliğimizde Martin Luther’in muhteşem cümlesi akıllara geliyor: “... ve her şey bittiğinde, düşmanların sözleri değil, dostların susuşunu hatırlayacağız...”
Pek tabii, bu cümlenin anlamı “fırtınanın dinmesi” halinde geçerlidir. Demokrasi, öncelikli olarak bir “toplumsal dayanışma ve onu talep etme” meselesidir. İnsan olmanın onur ve kıvancını duyumsamanın ne manaya geldiğinin kavranması, giderek yaygınlaşacak bir “özgürlük bulutu”nun toplumu sarmasına sebep olur ve hayat işte o noktada bambaşka başlangıçlara filizlenmeye başlar.
Yanısıra, 28 yıldır İzmir Caz Festivali’nin de düzenleyicisidir. Bu çılgın tempolu vakfın kültüre katkıları bunlarla da sınırlı değil. İki yılda bir düzenlediği Ulusal Beste Yarışmaları ile 22 yıl boyunca çok sesli müziğimize bu sayede 160 senfonik eser kazandırılmıştır. Ustalık sınıfları eğitimi, Dans eğitimi, Türk müziği enstrümanlarının korunması ve gelişmesini amaçlayan MÜZİKSEV etkinlikleri, yetenekli öğrencilere yurtdışı bursları ile müthiş bir kültür vakfıdır İKSEV. Bu vakfın pek çok bileşenleri olsa da bu kuruma tüm zamanını, entelektüel birikimini, hatta hayatını vakfeden Filiz Sarper; hakedilmiş tanımlamasıyla bu kentin tartışmasız “Kültür Azizesi”dir.
Filiz Sarper ve çalışma arkadaşlarına hakikaten İzmir müteşekkirdir.
Bu yıl 35. düzenlenen Uluslararası İzmir Festivali 7 Haziran’da başladı ve 20 Temmuz’da sona erdi.
Tam 10 etkinlik; Efes-Celsus Kütüphanesi, İzmir Agora, Çeşme Kalesi gibi tarihi ortamlarda ve büyülü bir ambiyansla seçkin sanatçılar tarafından icra edildi. Sevgili Nihat Demirkol yetkin üslubu ile bahse konu etkinliklerin pek çoğunu Hürriyet Ege’deki sütununda sanatseverlerle paylaştı. İKSEV, hiç tükenmeyen heyecanlı koşusunda ve giderek artan kalitesi ile kentimizin çok önemli bir “inci”si. Bu vakfın kuruluşundan itibaren destek olan tüm kurum ve kuruluşlara minnetimizi ifade ediyoruz.
TEMEL AYCAN ŞEN’DEN
Sevgili Temel Aycan Şen de düşünce ve duygularını aşağıdaki satırlarda ifade etmiş. “Uzun yıllardır takip ettiğim ve 10 yılı aşkın süredir elimden geldiğince, karınca kararınca destek olup izlemeye çalıştığım Uluslararası İzmir Festivali ve Filiz Sarper ile ilgili bir kaç şey söylemek istedim ben de... Bu yılki festivalin son konserinde Çeşme Kalesi’nde Fado keyfini yaşarken düşünmüştüm aslında bunları. Ne iyi etmişler de kıymetli büyüklerimiz bu vakfı kurmuşlar. Aramızdan ayrılanların mekânları cennet olsun.Sonra da Filiz Sarper Eczacıbaşı gibi bir ele teslim etmişler görevi.
Endişeli olmak beraberinde temkinli olmayı ve güvenmemeyi getirir. Kötülük bulutları etrafınızdadır, yetmez, ufkunuzu da sarmıştır. Yaşanmışlıklarınızda her daim tedirginsinizdir, pusu kokar gökyüzünüz. İnsan “korkan” bir varlık. Hüzünlenen, öfkelenen, sükûnete eremeyen bir özel tür. İnsan “azalamayan, eksilmeyi bilemeyen, hiçliğe, bir kelebeğin kabullenişine, bir begonvilin erdemine eremeyen” bir varlık. İnsan bu evrende “rolünü” abartan varlık. Melih Cevdet demişti. “Aklın amacı düşünceyi yok etmektir.” Eşref-i mahlukatın bir yalan olduğunu bilmişçesine. Sadece “iyi” olmanın yeteceğini bilmeyen, aradığı huzurun şifasının tabiata itaatten geçtiğini kavrayamayan, iflah olmaz hadsiz bir cezalı. Ölümlü olmanın önemsiz olma anlamına geldiğini anlamamış bir lüzumsuz işgalci. Tahribatı marifet belleyerek zehirli nöbetini telaşla tamamlayan, terkinde ferahlatan bir koca ayıp, insan
----------
BİTMEYEN DELİ RÜZGAR
KARADENİZLİ bir dostum bizim de methetmemiz üzerine yine bir temmuz ayında bir haftalığına Çeşme’de ailecek yer ayırtmıştı. 5 gün deli rüzgar, kum fırtınası, dalgalı çılgın denizden yılıp, “batsın sizin Çeşme’niz” diyerek, arkasına bakmadan kaçmıştı.
Temmuz ayı boyunca aynı durum yaşanıyor. Hani toz kondurmuyoruz ama bu bitmek tükenmek bilmeyen rüzgar çekilecek “nane” değil. Kimse püfür püfür esiyor daha ne istenir demesin. Bu başka bir şey. Ne huzur bırakıyor ne deniz keyfi. Yani tüm Ege, Akdeniz kıyıları bu hafta böyle diye karşı savunu yapabilirsiniz. Ama bizim ki hep böyle. Eylül 15’ten sonra biraz dizginleniyor o zaman da mevsim geçiyor. Neyse, insan sevdiğine atarlanırmış. İyi ki İzmirliyiz. İyi ki bir saatlik yay içindeÇeşme, Foça, Seferihisar, Gümüldür, Şakran, Dikili, Ayvalık.. var. Derdimiz rüzgar olsun. Ama lütfen “az” olsun.
Günümüzde bir yere yönelik turizmini teşvik eden en önemli faktörlerden biri de hiç şüphesiz yeme-içme mekanlarının özellikli oluşudur. İzmir öteden beri yöresel ürünleriyle; balık restoranları, esnaf lokantaları, pidecileri ile zengin bir gastronomik coğrafyadır. Ancak “Od Urla” başka bir lige işaret ediyor.
Yukarıda sözünü ettiğimiz türden rehberlere girebilmek için; mekan, malzeme, servis, lezzet, hijyen, tefriş, gibi hemen her konuda üst seviye özen ve kalitenin sağlanmış olması gerekiyor. Tabii ki bahse konu unsurların her birinin sürekliliğinin de korunuyor olması icap ediyor.
Od Urla bir müddet önce aynı mekanda “Ma Urla” diye deniz mahsullerini içeren bir restoran daha hizmete aldı.
Od ve Ma Urla’da sunulan her tabak bir gastronomik ar-ge sürecinden geçiyor. Yöresel ürünler fantastik eşleşmelerle bambaşka hoşluklara kavuşturuluyor. Belirtmek gerekir ki böylesi bir çizgiyi, üstelik hep yukarılara taşıma baskısı hissederek, istikrarını temin etmek hakikaten müthiş bir çabayı gerektirir. Şef Osman Sezener ve ekibinin gençlikleri bu anlamıyla en önemli avantajları.
Ülkemize Michelen Rehberi’nin geleceği basında yer almıştı. Od Urla doğal olarak ilk radara girecek mekanlardan olacaktır. Umarız Osman şef Michelen yıldızlı zamanlara yakın gelecekte ulaşır ve mekanı ile birlikte kentimizin önemli bir tanıtım yüzü olmaya devam ederler.
DERDİMİZ RÜZGAR OLSUN
Gölgede kalan gerçeklerden bahisle 1963 yılında belediye başkanımız olan merhum Osman Kibar’a yönelik yanlış bilgiden kaynaklanan haksız değerlendirmelerin düzeltilmesini amaçlamıştık. Bu yazı üzerine değerli araştırmacı Yaşar Ürük, konuyu tam ve doğru boyutlarıyla açıklayan bir katkı yazısı paylaştı. Aşağıda bu yazıyı sizlere sunuyorum.
“Kordon’u katleden 21.80 mt. gabari kararı İzmir Belediyesi’nde 1957 yılı ocak ayında çıkmıştır. İlk üç apartman da hemen o yıl yapılmıştır. Belediye başkanı Enver Dündar Başar’dır. Haziran 1960’ta ise dönemin asker belediye başkanı Sefa Poyraz başkanlığında toplanan belediye meclisi bu kararın daha dar caddelerde de uygulanmasını onaylayınca iş çığırından çıkmıştır. Osman Kibar, 1963 yılı kasım ayında başkanlığa geldiğinde Kordon’un yarısı apartman olmuştu ve o çılgınlığa dur diyebilecek bir koruma anlayışı henüz hiç yoktu. Dolayısıyla Kibar’ın Kordon’u katleden insan olarak gösterilmesi yanlıştır. Ne Kordon’da, ne de Konak’taki arsaların satışında bir dahli olmamıştır.
ADI POLİGON DERESİ’NDEN
Kokaryalı’nın adı ise lağımdan değil, günümüzde Göztepe Gürsel Aksel Stadı’nın bulunduğu ve Halimağa bataklığı olarak anılan alanda delta yapan Poligon Deresi’nin yazın müthiş kokması ile tramvay deposunda bulunan atların barındırdığı ahırların kokusunun da buna eklenmesinden gelmektedir.
İzmir’in gelişmesinde Osmanlı döneminde yol yapım tekniği olarak ortaya meyilli çift taraflı eğimli taş döşeme yöntemi kullanılmaktadır. Bu teknik Kordon, Konak bölgesi ve Hisar Camisi çevresi ile Hükümet Caddesi’nin Basmane’ye kadar Napoli’den getirtilen taşlarla modern biçimde döşenmesine kadar hemen her arterde kullanılmıştır. Elbette tüm lağım suları ortadaki alçak bölgeden akarak denize doğru yönlenmekteydi.”
Paylaştığım anektotta kaynak olarak işaret ettiğim Uğur Yüce de şöyle bir açıklama yaptı:
Birincisi Merve Küçüksarp’ın “Hazan Vakti İzmir, 1922” kitabını okurken işgal yıllarında kentte kanalizasyon sistemi olmadığı, olan yerlerde boruların üstünün açık bırakıldığı, bu yüzden zamanla bozulduğundan söz ediliyordu. Rıhtıma yakın mahallelerde, nüfuzlu ailelerin oturduğu yerlerde sokaklar nispeten yeni olduğu için koku az hissedilirken, şehrin doğu yakasında müslümanların yaşadığı yerlerde kesif ve keskin koku daha fazlaymış. Roman kahramanı Sporting Club’de bu kokudan mutsuzluğunu ifade ediyordu. Anlaşıldığı üzere bu güzel kent bu sorunu hep yaşamış. Bir akademisyen geçenlerde koku probleminin geçmişinin binlerce yıl öncesine dayandığını açıklamıştı.
İkinci anekdot, değerli işinsanı ve sivil toplumcu Yılmaz Temizocak bir sohbet esnasında İzmir’de 1950’li yıllarda bir belediye seçiminde başkan adayının vaad olarak açıkta akan kanalizasyonun yerin altına alınarak doğrudan körfeze deşarj edileceğini müjde olarak açıkladığını, bu habere dair gazeteyi sakladığını söylemişti.
Hani, uzakta, açıklarda deşarjdan söz edilmediği anlaşılıyor. Bu sebeple, mesela 1960’lı yılların sonralarında Güzelyalı’da denize yaklaşılamaz hale gelinmişti. Bu arada Güzelyalı’nın eski adının da “Kokaryalı” olduğunu hatırlatalım.
Üçüncü anekdotun sahibi ise, yine çok değerli Uğur Yüce’den. Bilindiği üzere sevgili Mahmut Özgener’in dedesi Osman Kibar bu kentin efsanevi belediye başkanlarındandır. “Asfalt Osman” lakabıyla anılan Osman Kibar’a hayli yaşlı olduğu bir dönemde, hasta yatağında Uğur Yüce sorar; “Osman Amca” der; “Ne oldu da Kordonboyu’ndaki o güzel köşklerin 8 katlı apartmanlara dönüşmesine izin verdiniz?” Zaten 1957 yılından beri eksilmeye başlamış tarihsel doku ile ilgili Osman Kibar “Milli Birlik Komitesi’nden (1960 ihtilalinin en yetkili kurumu) gelen bir teleks emrinde İzmir’deki Yunan ve Hıristiyan izlerini siliniz, işleme o dönemi temsil eden binalara öncelik vererek başlayınız” diye bir emir aldığını ve bu talimat sonrasında da 1963 yılına gelindiğinde o tarihsel mirasın büyük ölçüde yok olduğunuifade etmiş. Bu anekdot bir anlamda Osman Kibar’a hep yöneltilen bir ithamın haksızlığına işaret etmesi yönünden önemlidir ve tarihe bir not düşmek için özellikle bu yazının konusu edilmiştir.
YOKUŞ TAŞLARI
BİR ülkeyi yönetmek, bir kentin ya da büyük bir şirketin en tepe yönetici olmak çok boyutlu kaliteler gerektirir. Yöneticinin öncelikli olarak sorunlara yaklaşımını bütünlüklü bir bakış açısına oturtması icap eder. Ama en az onun kadar önemli olan, sorun çözücü bir yönetim anlayışını hayata geçirebilmesidir. Bir ülke, bir kent, bir büyük şirket bizatihi zaten bir “sorunlar yumağı”dır. Asla unutulmamalıdır ki, “bir büyük sorun küçük sorunların toplamından ibarettir” ve her biri çözülmek için işi bilenlerine teslim olmayı bekler.