Bilindiği gibi en güvenli yer sayılan evlerimiz bile çocuklar için çok çeşitli riskler barındırır. Bazen bir pirinç tanesi, oyuncağın küçük bir parçası ya da kimi zaman ocağın üzerindeki çaydanlık bile en kıymetli varlıklarımız çocuklarımızın hayatını tehlikeye atabilir.
İşte biz de bu hafta çocuklarımız için ölümcül olabilecek düşme, yanıklar, kesikler, zehirlenmeler, boğulmalar gibi sık görülen ev kazalarının nedenlerini, ilk müdahalenin nasıl yapılması gerektiğini ve ev kazalarının önlenebilmesi için anne babaların alması gereken tedbirleri Güven Hastanesi doktorlarından Çocuk Cerrahisi uzmanı Op. Dr. Mine Fedakar Şenyücel’le konuştuk.
Ev kazası tanımıyla başlayalım. Ne anlıyoruz “ev kazası” denilince?
Kaza denilince beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik şekilde oluşan yaralanmalara, can ve mal kayıplarına neden olan ve çoğunlukla önlenebilir nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan olayları anlarız. Bir evin içinde veya ona ait, bahçe ya da garaj gibi yakın çevrede meydana gelen kazalara da ev kazası diyoruz. Dünyada ve ülkemizde yapılan bir çok araştırmaya göre bu yaş grubu çocuklar arasında en sık görülen ev kazası tipleri düşmeler, yanıklar, zehirlenme, suda boğulma, yabancı cismin yutması veya solunum yoluna kaçması ve korozif madde dediğimiz aşındırıcı ve/veya yakıcı maddelerin içilmesidir.
Önce en sık görülen “düşmeler”den başlayalım. Çocukların düşmesine neden olan faktörler nelerdir?
Düşmeler, emekleme döneminden itibaren en sık karşılaşılan kaza tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Beşinci aydan itibaren bebekler, yattıkları yerde dönebildikleri için, yüksek ve yanları çocuğun düşebileceği şekilde açık olan yatak üzerinde, sedirde veya salıncakta veya alt değiştirme sırasında kolaylıkla düşebilmektedirler. Ayrıca her yaş grubunda koltuk, mama sandalyesi gibi eşyalardan, merdivenden, ranzadan, beşikten, balkon ve pencereden, kaygan ve uygun olmayan zeminden, yürüteçlerden düşme görülmektedir.
Peki düşme sonrasında anne babalar ne yapmalıdır? Örneğin hangi durumlarda doktora başvurulmalıdır?
Düşme sonrası açık yara, tekrarlayan fışkırır tarzda kusma, dalgınlık hali, sürekli uyuma isteği, kasılma, soluk renk, karın ağrısı, çiş yapamama, havale geçirme, kısa süreli de olsa bilinç kaybı gibi durumların varlığında mutlaka en yakın sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır. Yüksekten düşmelerde şikâyet olmasa bile kırık, iç kanama gibi riskler nedeniyle, çocuk doktora götürülmelidir. Düşme sonrası hasarlanan bölgede şişlik ve morluk oluştuysa, buzla veya soğuk su ile ıslatılmış havlu konarak şişliğin artması engellenebilir. Kirli bir yara ise, yara bölgesi, temiz akan suyla yıkanıp, temiz bir bezle kapatılarak sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır.
Sünnetli erkek çocuklarda idrar yolu iltihaplanmasının daha az gözlendiği, sünnet olmayan erkeklerde penis kanseri ve bulaşıcı hastalıkların daha sık görüldüğü bilinmektedir. Sadece erkeği değil, eşini de hastalık riskinden koruyan sünnet, kadınlarda rahim kanseri riskini azaltır. Hatta pek çok kişi dini inançlarında yeri olmamasına karşın sayısız tıbbi faydası nedeniyle çocuklarını sünnet ettirmektedir.
Ne kadar basit görünürse görünsün hiçbir cerrahi işlem basit değildir ve küçümsenmeden, temel cerrahi ilkeden ödün vermeden mutlaka tıp eğitimi almış, hatta bunun da ötesinde, sünnet alanında uzmanlaşmış kişilerce yapılmalıdır. Pek çok aile için kafa karıştıran “sünnet” konusunu Çocuk Cerrahisi uzmanı Dr. Rahşan Vargün Yıldız ile konuştuk. Sünnet ile ilgili tüm bilinmeyenleri Dr. Yıldız’a sordum, o da cevapladı.
Öncelikle sünnetin tanımıyla başlayalım. Nedir sünnet?
Erkek çocuklarda penisin ucunu çevreleyen derinin alınması işlemine sünnet adı verilir.
Peki sünnet nasıl yapılır?
Sünnet ameliyathane şartlarında yani, steril koşullarda, uygun anestezi ile yapılan günübirlik cerrahi bir girişimdir. Çocuğun yaşına göre lokal veya kısa süreli genel anestezi altında yapılabilir. Yani bu işlem için çocuğun uzun süreli hastanede yatırılmasına gerek yoktur. Genellikle işlem sonrasında hastane şartlarında 2-3 saatlik takip yeterlidir.
Sünneti kimler yapmalıdır? Halk arasında fenni sünnetçi denen kişiler kimlerdir?
Kronik migren, ülkemizde her 10 migrenliden 1’inde görülen, ağır ve orta şiddette yaşanabilen ve maalesef kişinin yaşam kalitesini oldukça düşüren bir ağrı tipidir. Yaygın bilinenin aksine, her kronik başağrısı, kronik migren demek değildir. Kronik migrenli hastalar, yaşamlarının neredeyse yarısını bu baş ağrıları ile geçirirler ve majör depresyon, anksiyete bozukluğu ve kronik ağrı bozukluklarına daha yatkındırlar.
KASLARI GEVŞETİR
Kronik Migren’de etkili tedavi yöntemlerinden biri olan botoks, kasların gevşemesini sağlayarak migren ağrısına neden olan ince duyusal sinirler üzerindeki baskıyı kaldırır ve migren ataklarını azaltır. Ayrıca Botoks, kronik migren üzerine yapılan uluslararası bilimsel çalışmalar sonucunda, FDA tarafından kronik migrene yönelik koruyucu tedavi seçeneği olarak onaylanmıştır.
Bu hafta köşemizde “Kronik Migren”i ve bu hastalığın tedavisinde kullanılan botoks uygulamalarını TOBB ETÜ Hastanesi doktorlarından Nöroloji uzmanı Dr. Akçay Övünç Özön ile konuştuk.
Migrenin tanımıyla başlayalım. Nedir migren?Migren, orta veya ağır şiddette, kişinin yaşam kalitesini düşüren, zonklayıcı, genellikle başın bir yarısında ama tüm başta da görülen, özellikle de gözlerde yoğun ağrıya neden olabilen, ışık ve gürültüye hassasiyetin olabildiği, bulantı ve kusmanın da eşlik edebildiği ağrılardır.
Kronik Migren nasıl teşhis edilir?Migren primer bir baş ağrısı türü, yani baş ağrılarına neden olabilecek diğer nedenler beyin görüntüleme yöntemleri ile dışlandıktan sonra, hastadan alınan ayrıntılı bir hikayeyle tanı konabilir. Öncelikle hastanın Nöroloji Uzmanlarına başvurarak kesin tanıyı alması gerekir. Burada en önemli konu, hastadan alınan anamnez, yani hastalığın hikayesidir, çünkü migren tanısı koymak için özel bir tetkik yöntemi yoktur. Genellikle bu tip hastalarda ailesel yatkınlıkla da karşılaşıyoruz.
Kronik Migrenin sosyal hayata etkisi oluyor mu? Yani Migren, hastaların hayatını nasıl etkiliyor acaba?Elbette oluyor, kronik migren, hastanın hayatında sosyal, toplumsal ve dolayısıyla ekonomik boyutta etkili oluyor, bütün bunların sonucunda da yaşam kalitesini düşürüyor ve psikolojik olarak olumsuz etkiliyor. Ülkemizde her 6-7 erişkin kişinin 1’ i migrenli, her 10 migrenli hastanın 1’ i de kronik migrenli. Türkiye’ de kronik migren görülme sıklığı %1,7’ dir ve maalesef WHO (Dünya Sağlık Örgütü) sıralamasında, yaşamı olumsuz etkileyen hastalıklar arasında 19. sırada yer alarak en yaygın bilinen hastalıklardan biri olan şeker hastalığının da önündedir.
Bu yöntem tıpta yeni bir uygulamadır ve hipertansiyonun tedavisinde kullanılan ilaç sayı ve dozunu azaltabilecek, belki de önümüzdeki yıllarda tedavide ilk seçenek olabilecek bir yöntemdir.
Hipertansiyon Türkiye’de erişkinlerin üçte birinde kaşımıza çıkan bir hastalıktır. Yaş 50’nin üzerine çıktığında ise durum daha da dramatik bir hal alır ve her iki kişiden biri hipertansiyon hastası olarak karşımıza çıkar. Bunun yanısıra ülkemizde hastaların yarıdan fazlası yüksek tansiyon olduğunun farkında bile değildir. Bunun nedeni de maalesef hastalığın herhangi bir şikayete yol açmadan sinsi bir şekilde ilerlemesidir.
Öte yandan hipertansiyonun tedavisi ise çok zor ve uzun süreli bir tedavidir. Hatta hipertansiyon tanısı konmuş 4 hastanın ancak 1’inde tansiyonu normal sınırlarda tutulabilir çünkü hastaların tedaviye ve uzman önerilere uyumu çok iyi değildir.
İşte bu hafta gerçekten çok zor olan hipertansiyon tedavisinde tedaviyi belki de bir nebze kolaylaştıracak renal denervasyon yöntemini ele alacağız ve köşemizde bu yöntemi uygulayanlardan biri olan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD öğretim üyesi Prof. Dr. Eralp Tutar’ı konuk edeceğiz. Sizlerden gelen mailler doğrultusunda bu ilginç ve yeni yöntemle ilgili merak edilenleri Dr. Tutar’a sorduk, o da cevapladı.
*Hocam öncelikle çoğumuzun korkulu rüyası olan hipertansiyon illeti nedir?
Vücudumuzda dolaşan temiz kanın atardamarlarımıza uyguladığı basınç belli bir seviyenin üzerine çıkarsa biz bu duruma hipertansiyon yani yüksek tansiyon diyoruz. Yüksek tansiyonu önemsiyoruz çünkü hastalarımızda kalp krizi, kalp yetmezliği, böbrek yetmezliği, felç gelişme ve ölüm riski artıyor. Büyük kan basıncı değerinin 140, küçük değerin ise 90 mmHg’nin üzerinde olması durumunda hipertansiyon tanısı konuyor.
*Hipertansiyon hastasında kan basıncını düşürelim istiyoruz, peki hangi değerlere kadar düşürmemiz gerekiyor?
Yüksek tansiyon hastalarımızda öncelikli hedefimiz büyük kan basıncı değerini 140 mmHg’nin, küçük kan basıncı değerini de 90 mmHg’nin altında tutabilmek olmalı. Şeker hastalarında ise küçük kan basıncı değerinin mutlaka 85 mmHg’nin altında olması isteniyor. Kan basıncını 120 mmHg (büyük)/80 mmHg(küçük) rakamlarına düşürdüğümüzde ideal kan basıncına ulaşmış oluyoruz. Bununla birlikte, seksenli yaşlarında olan hastalarda büyük kan basıncı değerinin 140-150 mmHg arasında olmasını makul kabul edebiliyoruz.
Sürekli gelişen ve hergün yeni bir teknolojinin ortaya çıktığı tıp alanına yeni giren bu kozmetoloji derimizin ,dişlerimizin ve dış genital bölgelerin estetiği ile ilgili her türlü tıbbı uygulamaların ve girişimlerin gerçekleştirildiği ve daha çok dermatolog, plastik cerrahların, kadın doğum uzmanlarının ve diş hekimlerinin ilgi alanına giren bir bilim dalıdır. Kırışıklıklardan kurtulmak, vücudunuzu, dişlerinizi ve genital bölgenizi, hayal ettiğimiz şekle sokmak, pürüzsüz ve parlak bir cilde sahip olmak, kozmetoloji ile artık her anlamda daha konforlu ve daha hızlı gerçekleşiyor. İşte bugün dermatoloji de kozmetoloji uygulamalarını konunun uzmanı TOBB ETÜ Hastanesi Dermatoloji Bölümü doktorlarından Uz. Dr. Murat Baykır’la konuştuk. Sizler adına tüm merak edilenleri Dr. Baykır’a sorduk o da cevapladı.
* Öncelikle kozmetoljinin tanımıyla başlayalım. Nedir kozmetoloji?
Derinin parlak, pürüzsüz, lekesiz, kırışıksız, gergin ve daha genç görünmesi, tüm dünyada istisnasız herkesin hayali. Tam bu noktada devreye giren kozmetoloji, derimizin estetiği ile ilgili her türlü tıbbi ve kozmetik işlemleri içeren bilim dalı ve uygulamaların gerçekleştirildiği hizmet alanı. Ayrıca bazı doğumsal estetik bozuklukların düzeltilmesi de yine kozmetolojinin alanına giriyor.
* Peki dermatolojide kozmetoloji uygulamalarını kimler yapar?
İşte en önemli konu tam da bu... Bahsedilen tüm bu işlemler sadece uzman dermatologlar tarafından uygulanmalı ve kozmetikler de yine bizler tarafından önerilmelidir. Çünkü deriyi en iyi tanıyan, tüm fonksiyonlarını bilen, herhangi bir kozmetiğin veya herhangi bir işlemin deride ne tür bir değişime yol açabileceğini, etkilerinin ve yan etkilerinin neler olabileceğini en iyi bilenler sadece uzman dermatologlardır. Ekranlarda, gazete sayfalarında veya web sitelerinde gördüğünüz, okuduğunuz üzücü sonuçların hemen hepsi, doktor olmayan kişilerin yapmış olduğu uygulamaların sonuçlarıdır. Maalesef benim bugüne kadar gördüğüm olumsuz sonuçların bazıları, trajik şekilde geri dönüşü olmayan ve iyileştirilemeyecek boyutlardaydı. Bizler, Türk Dermatoloji Derneği vasıtasıyla verdiğimiz tüm hukuksal mücadelelere rağmen, üzülerek söylüyorum ki, uzman dermatolog dışı uygulamalara tam olarak bir son verdiremedik. Bu üzücü sonuçların ortaya çıkmaması için tek yol halkımızın kozmetik uygulamalar için kesinlikle uzman dermatologlara başvurması ve onlardan yardım almalarıdır.
* Hocam, hasta profilinizde erkekler de var mı?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, oldukça fazla erkek hastamız var. Günümüzde erkekler de en az kadınlar kadar estetik ve kozmetik konulara önem veriyor hatta kendilerine ve bedenlerine en az kadınlar kadar iyi bakıyorlar. İstenmeyen tüylerden tutun da kırışıklık gidermeye, bölgesel zayıflamaya kadar her türlü işlemimizde erkeklerin talepleri oldukça yoğun.
* Bir de son yıllarda aşırı terlemesi olan insanlarda botoks tedavisi kullanılıyor. Botoks’un terleme üzerindeki etkisi nasıl peki?
Yaz aylarının gelmesiyle salgın hale gelebilen sarılık, ışık mikroskopu ile görülemeyecek kadar küçük, virüs denen mikroorganizmaların oluşturduğu, karaciğerin yaygın iltihabi hastalığıdır. Bilindiği gibi A virüsü ile oluşan sarılık çok daha yaygın ve bulaşıcıdır fakat hafif atlatılır. Ancak B ve C virüsü ile oluşan sarılık kan ile bulaşır ve öldürücü olabilir. Bulaşıcı sarılık nedir, belirtileri nelerdir, yaygın bir hastalık mıdır, tehlikeli midir, tedavi edilebilir mi gibi merak edilen soruları sizlerden gelen mailler doğrultusunda konuğumuz Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Balık’a sordum, oda cevapladı.
- Hocam önce sarılığın tanımını yapalım. Bulaşıcı sarılık nedir?Bulaşıcı sarılık veya tıp dilinde viral hepatit, virüs denen mikroorganizmaların oluşturduğu, karaciğerin yaygın iltihabi hastalığına verilen isimdir. Bu hastalığın, A, B, C, D, E ve G harfleri ile isimlendirilen en az 6 farklı virüsle oluştuğunu biliyoruz.
- Peki nelerdir sarılığın belirtileri?Bulaşıcı sarılık, A virüsü için 15-45 gün, E virüsü için 30-60 gün, B virüsü için 30-180 günlük bir kuluçka süresini takiben, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşması ile başlar. Kısa süren ateş olabilir. Ancak, çocukların büyük çoğunluğunda ve yetişkinlerin de bir kısmında sarılığın ortaya çıkmaması veya silik kalması mümkündür.
- Hocam gelen maillerde hastalığın bulaşması çok sorulmuş. Nasıl bulaşır bu hastalık?A ve E virüsleri dışkı ile atılırlar. A virüsü ile oluşan bulaşıcı sarılıkta hastanın dışkısı, sarılığın ortaya çıkışından 2 hafta öncesi ile 1 hafta sonrası çok bulaşıcıdır. Bu virüsler ile oluşan hepatitler esas itibariyle, virüs taşıyan dışkı ile kirlenmiş su ve besin maddelerinin (sebze ve meyveler) ağızdan alınması sureti ile bulaşırlar. Virüsle kirlenmiş yüzeylere temas etmiş ellerin ağıza değdirilmesi de kişisel bulaşmada ve virüsün yayılmasında çok önemlidir.
B ve C virüsleri ise, başlıca, kan yoluyla (kan ve kan ürünlerinin alınması, mikroplu enjektör ve iğnelerinin kullanılması, ortak jilet veya diş fırçası kullanımı, akupunktur, diş tedavisi) ve cinsel ilişki suretiyle bulaşırlar. Hastalığın, bu virüsleri taşıyan anneden bebeğe geçişi de mümkündür. Ancak, B virüsü hepatitine yakalanmış hastaların üçte birinde geçiş yolu belirlenemiyor.
KAN VERMEMELİ VE KORUNMALISINIZ
- Peki bulaşıcı sarılık sanıldığı kadar yaygın bir hastalık mı?A ve B virüsleri ile oluşan bulaşıcı sarılıklar ülkemizde çok yaygındır. Türkiye’de, üniversite çağına gelmiş gençlerin %90’ı A virüsü hepatitini farkında olmasalar bile çocukluk çağında geçirmiş bulunurlar. A virüsü hepatitinin çoğunlukla çocukluk çağında geçirilmesine karşılık, B virüsü hepatitine yakalanma şansı genç yetişkin ve orta yaş gurubunda en yüksektir.
İlaç bir kimyasal olduğu için, yararlarının yanısıra pek çok yan etkisi de vardır. Bir hastalığın önlenmesi, kontrol altına alınması veya tedavi edilmesi için, doğru ilacın hekim önerisiyle, gereken zamanda, gerektiği miktarda kullanılması çok önemlidir. Ticari bir işletmenin yöneticisi değil bir sağlık uzmanı olan eczacıların temel görevi, ilaçların en doğru şekilde kullanılması ve bu amaçla hastaların bilgilendirilmesidir. Bu da tedavi sonucunu olumlu yönde etkiler.
Tedavinin ekonomik maliyetini etkileyen, halkın sağlığını ve toplumun çıkarını gözeten ‘Akılcı İlaç Kullanımı’ nedir, ‘bu konuda eczacılara ne gibi görevler düşer’, ‘hastanın ilaçtan ve tedaviden maksimum faydayı sağlayabilmesi için neler yapılmalıdır’, ‘yanlış ilaç kullanımının sonuçları nelerdir’ gibi soruları konunun uzmanı Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bülent Gümüşel’e sordum, o da cevapladı.
- Hocam önemli bir soruyla başlayalım. Toplum olarak en çok hangi ilaçları kullanıyoruz?SGK tarafından Ekim 2010-Mart 2011 kamu indirimli fiyatı üzerinden ödeme yapılan ilaç gruplarına bakıldığında sırasıyla sistemik antiinfektifler (enfeksiyona karşı kullanılan ilaçlar), sindirim ve metabolizma ilaçları, solunum ilaçları, kalp-damar sistemi ilaçları ve sinir sistemi ilaçları gelmektedir. Dünyada ise antibiyotikler 9’uncu sırada yer almaktadır.
- Peki ‘Akılcı İlaç Kullanımı’ ne demektir?Dünya Sağlık Örgütü’nün 1985 yılında Nairobi’de yaptığı toplantıdaki tanımıyla Akılcı İlaç Kullanımı (AİK), hastaların ilaçları klinik ihtiyaçlarına uygun şekilde kişisel gereksinimlerini karşılayacak dozlarda, yeterli zaman diliminde, kendilerine ve topluma en düşük maliyette almalarını gerektiren kurallar bütünüdür. Ancak bu tanımdan kesinlikle ucuz ilaç, ucuz tedavi anlaşılmamalıdır. Hastanın gereksinimlerine uygun tedavi için öncelikle doğru teşhis koyulmalı, sonrasında da ilacın gereken dozda, uygun yoldan ve yeterli süre kullanılması sağlanmalıdır. Bunlarla birlikte hastanın tedavi başarısını değerlendirmek, varsa kullandığı ilaca bağlı yan etkileri izlemek ve hastanın ilaca uyuncunu takip etmek, Akılcı İlaç Kullanımı demektir.
ASLINDA BİR TAKIM OYUNUDUR
- ‘Akılcı İlaç Kullanımı’nda en büyük rol kime düşer?Akılcı İlaç Kullanımı aslında bir takım oyunudur. Yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı, tek başına hekimin, tek başına eczacının ya da tek başına hemşirenin işi değildir. Dolayısıyla bunu geliştirmek ve yaygınlaştırmak için başta hekimler ve eczacılar olmak üzere tüm sağlık çalışanlarının eğitimi şarttır. Ayrıca hizmeti alan kişilerin yani hastaların da bu konuda eğitilmesi gerekmektedir.
- Peki ‘Akılcı İlaç Kullanımı’ ilkeleri açısından eczacı kimdir ve hastanın ilaçtan ve tedaviden maksimum faydayı sağlayabilmesi için neler yapılmalıdır?
Hastanın tedavisini düzenleyen kişi doktor olmakla birlikte, tedaviye başlamadan önce hastanın son muhatap olduğu kişi genellikle eczacıdır. Eczacı, tedavi ile hasta arasındaki son basamağı oluşturur. Özellikle serbest eczacılar tüm dünyada sağlık sistemlerinin temel unsurlarından birisidir. Eczane çalışanları her çeşit sağlık problemi hakkında sıklıkla danışmanlık hizmeti verirler. Hekim tarafından yazılan ilaçlar ancak doğru kullanıldığında güvenilir ve etkindir. Aksi takdirde etkisiz ya da tehlikeli olabilir. Bu bakımdan eczacının ilacı sunumu ve hastaya yaklaşımı, Akılcı İlaç Kullanımı’nın yaygınlaştırılması ve buna bağlı olarak hastanın tedaviye uyuncunun artırılması bakımından büyük önem taşımaktadır. Yetersiz bilgilendirme ya da yanlış ilaç temini ilacın getireceği yararı ortadan kaldırabilir hatta ölümcül sonuçlara yol açabilir. Eczacı eczanesine gelen hastasına hastalık, ilaç, kullanım talimatları, ilacın yan tesirleri, ilaç etkişimleri ve kullanmaması gereken durumlar hakkında bilgi aktarımı yapmalı aynı zamanda hastasının da bunları doğru anlayıp anlamadığını doğrulatmalıdır. İşte tüm bunlar yapılırsa, yani hastaya zaman ayırıp ona tedavi ve ilaçları hakkında bilgi aktarılırsa, ilaçtan ve tedaviden maksimum fayda sağlanmış olur.
YAŞLANMAYI KÖKTEN ÇÖZÜN
Bilindiği gibi genel olarak bir bozulma sürecini ifade eden “yaşlanma”, insanın bedensel ve ruhsal işlevlerinin giderek azalmasıdır. Her yaşın ayrı bir güzelliği olsa da yaşla birlikte ortaya çıkan yüz kırışıklıkları, cildin yapısındaki gevşeme ve sarkmalar, kadın-erkek tüm insanların ortak sıkıntısıdır. Cildin tüm katmanlarını ilgilendiren ve tedavi edilemez olduğu düşünülen bu yaşlanma problemi, artık tıptaki gelişmeler sayesinde kısmen önlenebilir hale gelmiştir.
İşte bugün, kişinin kendi fibroblast hücrelerini saflaştırıp canlandırarak yeniden enjekte edilebilecek duruma getiren ve yeni bir teknoloji olan fibrocell yönteminden bahsedeceğiz.
Etki süresi ve kalıcılığı diğer uygulamalara göre daha uzun süren, kişinin kendi hücreleri olması sebebiyle herhangi bir alerjik reaksiyona sebep olmayan “Fibrocell Tedavisi” ile ilgili merak edilenleri, bu yöntemi Ankara’da ilk uygulayan merkezlerden biri olan TOBB ETÜ Hastanesi’nde görev yapan Plastik, Rekostrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Afşin Uysal ile konuştuk. Gerçekten de günümüz insanının, özellikle de kadınların çok korktuğu yüzdeki kırışıklıklar ve yaşlanma belirtilerinin tedavisinde kullanılan bu yeni teknolojinin bilinmeyenleri ile ilgili hafta boyunca gönderdiğiniz maillerden derlediğim soruları Dr. Uysal’a sordum, o da cevapladı.
* İlk olarak yüzümüzde farkettiğimiz, hepimizin kaçınılmaz son olarak düşündüğü ‘yaşlanma’nın etkilerinden bahseder misiniz?
İnsan yüzü zamanın etkilerini yansıtır. Bu görünüm insanoğlunun gerçek biyolojik saatidir. Bir önsöz, bir vitrin, bir kapak, ya da içinde olanı bilinmeyen bir kutunun ambalajı gibi, yüzün yarattığı algı, insanın varlığının ilk sunumudur. İnsan kendisini bu algı ile tanır ve çevresine tanıtır. Yüz birbirini tanıma, farketme, değerlendirme, iletişimleri düzenlemede en öncelikli görüntüdür. Zaman ilerledikçe yüz değişir, yıpranır, gençliğini yitirir. Yerçekimi etkisi ve dokuların elastikiyetinin azalması, hücre yenilenme döngüsünün değişmesi ile birlikte, alında ve göz çevresinde kırışıklıklar oluşması, ağız çevresinde çizgilerin derinleşmesi, elmacık kemiklerinin üzerindeki yumuşak dokuların yanaklara doğru yer değiştirmesi şeklinde tipik yaşlanma izleri ortaya çıkar. Cildin gerginliği ve parlaklığı azalır.
* Peki yüzyıllardır insanoğlunun peşinde olduğu gençlik iksiri etkisi için ‘Fibrocell Tedavisi’ni biraz anlatır mısınız?
Birincil iletişim enstrümanımız olan yüzümüze gösterdiğimiz özen, günümüzde “kendisini iyi, daha iyi hissetmek” adına korumanın ötesinde bir şeyler yapmaya bizi zorlamıştır. Kozmetik ürünler, dolgu maddeleri, kırışıklık tedavileri, laser, estetik cerrahi girişimler artarak uygulanmaya devam ederken “hücresel tedaviler” de modern çağda mutluluk verici gelişmeler göstererek hayatımıza girmiştir. Sağlığın pek çok alanında çalışmalar devam ederken, doku mühendisliği ile artık yüzün biyolojik saatine müdahale edilebilecek, etkili, güvenli, kalıcı, şaşırtıcı sonuçlar alabilmek mümkün hale gelmiştir. “Fibrocell Tedavisi” adı ile bilinen yöntem, kişinin kendisinden alınan dokunun özel bir laboratuvarda ayrıştırılıp bağ dokusu hücreleri olan fibroblastların çoğaltılıp kendisine enjeksiyonu şeklindedir.