Tüm bu soruları Yeni İnci Tasarım ve Ürün Geliştirme Yöneticisi Pınar Göktürk’e sordum, ilginç cevaplar aldım. Buyurun röportaja…
İç çamaşırı modelleri zamanla evrildi ve bambaşka boyutlar kazandı. İç çamaşırı, bikini ya da mayo tasarımları yaparken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Bundan 10 yıl öncesine bakarsak azımsanmayacak bir değişim yaşandığını görebiliyoruz. Eskiden iç çamaşırı elbise altına giyilen, fonksiyonellik ve rahatlık aranan bir giysi iken; şimdi yardımcı aksesuar olarak kullanılan seksi bir giysi haline dönüştü.
Tasarımlarımızı hazırlarken tabii ki iç giyim sektöründe dünya neler yapıyor, ne tarz ürünler üretiyor diye araştırıyoruz. Çeşitli fuarlara katılarak, dergileri inceleyerek ve sosyal medyadan takip ederek gelişmelerden haberdar oluyoruz. Bunun yanında müşterilerimizden gelen talep ve istekler bizim için çok önemli. Tasarımlarımızı hazırlarken her zaman bu talepleri göz önünde bulunduruyoruz. Bu anlamda iyi bir dinleyici olduğumuzu düşünüyorum.
İç çamaşırı tercihleri insanlar hakkında pek çok fikir verebilir. Peki, Türkiye’deki kadınların iç çamaşırı tercihleri nasıl?
Artık kadınlar için iç giyim çok önemli. Eskiden iç çamaşırına para harcamak istemeyen kadınlar günümüzde iç çamaşırına dış giyimden daha çok para harcamaya başladı diyebiliriz.
Bunun nedeni ise; değişen dünya koşullarında kadınlar ruhsal anlamda dış giyimin yanı sıra iç giyimde de daha güzel ve özenli tercihler yaptığında kendini daha güzel ve özgüvenli hissediyor. Bir kadının her sabah uyandıktan sonra temiz, şık ve uyumlu bir iç çamaşırı takımıyla güne başlamasının verdiği hazzı ve tatmini en güzel iltifatlar bile sağlayamaz. Tabii ki bu sosyal ve özel hayatta kadınların kendini daha iyi hissetmesini sağlarken ekstra motivasyon da oluşturuyor.
Doğru/doğal nefes nedir?
Doğal nefes; bir beyin sapı refleksi olarak kusursuz bir biçimde işlemek üzere tasarlanmış solunum ile hizalı, solunum kimyası ile çatışmayan, savaşmayan; gün içinde ihtiyaca göre her nefes tipine (sığ, derin, hızlı, yavaş vb) girip çıkabilen nefestir.
En yaşamsal işlem olan nefes alıp vermek hayatımız boyunca milyarlarca kere gerçekleştirmemize rağmen zamanla doğal olarak yapamadığımız bir davranışa dönüşüyor. Bilimsel çalışmalar gösteriyor ki %90 ‘a yakınımız solunum kimyamızı bozacak nitelikte limitleyici, yani işlevsel olmayan nefes alışkanlıklarına sahibiz. Nefes alma kapasitemizse %30’lara kadar gerilemiş durumda.
Halbuki hepimiz dünyaya geldiğimizde açık bir nefes ile geliyoruz. Bu, sahip olabileceğimiz en doğal nefes. Bu noktadan limitleyici nefes alışkanlıkları edindiğimiz noktaya varan yolculuğumuzun başlangıcı çocukluk yıllarımıza dayanıyor. İki yaş civarı ego bilincinin gelişmesi ile birlikte çocuklar istedikleri, istemedikleri; kabul ettikleri, etmedikleri ya da sevdikleri sevmedikleri ile hayata, biz de varız diyorlar. Onların gelişmekte olan ego bilinçleri ile yaptıkları bu tercihler, onlarda bazı duygulara tutunmaya (mutluluk, neşe, heyecan gibi) bazılarından ise kaçmaya (korku, stres, öfke, üzüntü gibi) yatkınlık geliştiriyor.
Bu yatkınlık önce bir alışkanlık sonra bir hal bağımlılığı ardından da bir davranış biçimi haline dönüşüyor. Duygularımızda, düşüncelerimizde yarattığımız, hayat dediğimiz olguyu bütünsel olarak algılamaktan uzaklaştırdığımız her limit ile nefesimizde de paralel olarak limitler yaratıyoruz.
Doğru nefes almanın bedene ve ruha ne gibi etkileri var?
Doğal bir nefese sahip olmanın faydaları anlatmakla bitmez. Hem fiziksel hem zihinsel hem duygusal hem de ruhsal. Dört seviyede birden etkili olması nefesi bizler için doğal nefesi çok kuvvetli bir araç kılar.
Fiziksel etkileri belki de en bilinir olanları. Hepimiz biliriz ki nefes demek hayat demektir. Nefesin olduğu yerde canlılık var demektir. Vücudumuzda oluşan birçok rahatsızlığın altında yatan sebepleri araştırdığımızda, limitleyici nefes alışkanlıkları yüzünden o bölgelere nefesin gitmediğini ve bunun doğal bir sonucu olarak da oksijenin o bölgelere ulaşmadığını görürüz.
Bu iki özel günün tarihini kısaca hatırlayalım mı?
Kadın Hakları Günü, ilk kez 1791 yılında tanındı. Olympe de Gouges, 1789’da Fransız Ulusal Meclisi’nde okunan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde geçen ‘homme’ (insan) sözcüğünün sadece erkeği kastetmesi sebebiyle 1791 yılında Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yayımladı. Bu, insanlık tarihindeki ilk kadın hakları bildirgesi olarak biliniyor.
Gelelim seçme ve seçilme hakkına…
Mustafa Kemal Atatürk, 5 Aralık 1934’te Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile kadınların ilk kez oy kullanabilmesinin ve seçimlerde aday olabilmesinin önünü açtı.
Böylece Türkiye’de, birçok Avrupa ülkesinden çok daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş oldu.
Fransa ve İtalya’dan 11 yıl…
Romanya’dan 12 yıl…
Bulgaristan’dan 13 yıl…
Uzunca bir süredir ise her yıl kasım ayının ilk günü Dünya Vegan Günü olarak anılıyor. Bugüne özel Vegan Beslenme ve Diyet Uzmanı Kevser Başkara ile konuştum, vegan beslenme hakkında oldukça ilginç şeyler öğrendim.
Gelin beraber bakalım...
Veganlık bir yaşam biçimi
Vegan beslenme, genel hatlarıyla hayvanların gıda, giyim ya da başka amaçlar uğruna maruz kaldıkları sömürü ve zulmün her türlüsünden, uygulanabilir olan en mümkün mertebede kaçınan ve ek olarak insan, hayvan ve çevre yararına, hayvan kullanımı içermeyen alternatiflerin geliştirilmesi ve kullanılmasını destekleyen bir felsefe ve yaşam biçimi. Bir diğer tanım ise, beslenme konusunda tamamen veya kısmi olarak hayvanlardan elde edilen ürünlerin reddedilmesi anlamına gelir.
1900'lerde ortaya çıktı
Tarihte vegan kavramından önce vejetaryenlik kavramı geliyor. Ne yenilip yenmeyeceği ise epey tartışmalı bir konu olarak yıllarca gündemde kaldı. İlk ele alınan konu 'süt ve yumurtayı tüketmeli mi? tüketmemeli mi?' olduktan sonra, 1923’te The Vegetarian Messenger olarak yayımlayan Donald Watson “Vejetaryenler için en uygun davranışın tüm hayvansalların olmadığı bir diyeti uygulamak” olduğu öne sürüldü. 1943’te süt ürünleri kullanmayan vejetaryenler, ayrı bir topluluk kurdu. Dolayısıyla yukarıdaki tanımın Watson tarafından 1944’te yapılmasından sonra vegan diyetin de çerçevesi çizilmeye başlandı.
Türkiye'de veganlık
Veganlık artık daha kitlesel olmaya başladı. Türkiye’de veganlığın gelişimi son 2 yılda ivme kazandı. Özellikle yakınlarda Schawezenegger, James Cameron, JackiChan ortak yapımı, dünya klasmanındaki elit vegan sporcuların nasıl başardıklarını anlatan belgesel The Game Changers’tan sonra daha da fazla bilinmeye başlandı. Yepyeni vegan uygulamalar, programlar, röportajlar, insanların sosyal medyadaki ilgisi…
Oturduğumuz yerden, sırf sosyal medyada hesapları var ve onları takip edebiliyoruz diye, insanlar hakkında istediğimiz yorumu yapabilme hakkını kendimizde bulduk.
Önceki gün Pınar Altuğ ile birkaç takipçisi arasında geçen diyalogları gördüm. Pınar Altuğ, Instagram hesabından eşi Yağmur Atacan ile bir fotoğrafını paylaşmış. Altına gelen yorumlar ise “Keşke bunları görmeseydim” dedirtecek cinsten…
O kötü yorumları burada tekrar ederek ne kendimin ne de sizlerin sinirlerini bozmak istemiyorum açıkçası. Altuğ da gereken cevabı gayet güzel vermiş. Pınar Altuğ bu durumu sıklıkla yaşıyor, sosyal medyada çoğu zaman eşi ile olan yaş farkı yüzünden can sıkıcı yorumlara maruz kalıyor.
Oturduğumuz yerden yaptığımız yorumlar bir kadının, ne kadar umursamadığını söylese de, zamanla bu durumu takıntı haline getirmesine neden olabilir. Kendini mutsuz hissetmesine, özgüvenini kaybetmesine ve hatta evliliğinin bitmesine neden olabilir. Kadına şiddet kavramının çok fazla konuşulduğu şu günlerde, yorumlara baktığımda yine karşıma kadınlar çıkıyor. Bir kadın hemcinsine neden ve nasıl böyle öfkeyle yorum yazabilir, nasıl küçük
düşürmeye çalışabilir benim aklım almıyor. Eğer anlayanınız varsa lütfen bana da anlatsın.
Benim asıl sormak istediğim soru şu; gerçekten insanların hayatı bizi bu kadar ilgilendiriyor mu?
Bir kadın eşinden yaşça büyük olabilir, bir adam kendinden küçük birine aşık olabilir, kilolu biri zayıf biriyle, uzun biri kısa biriyle, güzel biri çirkin biriyle (ki güzellik çirkinlik kime göre bunu da anlamış değilim) beraber olabilir.
Festival, filmler kadar davetlileri ve davetlilerin giydiği kıyafetler ile de oldukça meşhur. Sadece bir film festivali olmayan Cannes, dünyaca ünlü mücevher markalarının da reklam yaptığı önemli bir platform. Bu yüzden kırmızı halıda oyuncuları ve modelleri oldukça şık, iddialı kostümler ve takılar içinde görüyoruz.
Cannes Film Festivali’nin bu yıl en dikkat çeken isimlerinden biri de Selena Gomez. Festivalin açılış filmi Gomez’in de rol aldığı ‘The Dead Don’t Die’ filmiyle yapıldı. Hal böyle olunca Selena Gomez de festivalde çeşit çeşit kıyafetle boy gösterdi.
Festivalin ilk günü beyaz bir elbise giyen Gomez, oldukça zarif görünüyordu. Tabii bu buz dağının sadece görünen kısmı. Oyuncunun, kırmızı halıda poz vermeden hemen önce, festival alanına giderken arabada neler yaşadığını gördünüz mü?
Görmeyenler için özetleyeyim; Selena daracık elbisesi ile oturamıyor, arabanın içinde uzanır bir halde kıpırdayamadan yolculuk yapmak zorunda kalıyor. Bırakın kıpırdamayı nefes almakta dahi zorlanan oyuncu, makyajı bozulmasın diye konuşamıyor bile.
Sevenlerinin karşısına en kusursuz haliyle çıkma çabalarına rağmen Selena, sosyal medyada pek çok eleştiriye maruz kaldı. Sayısız insan Selena Gomez’in fazla kiloları olduğunu yazdı, göbeği olan birinin öyle dar elbise giymemesi gerektiğini söyledi.
Tüm bunlar bana çok değil birkaç hafta önce MET Gala kostümünün içinde daha güzel görünebilmek için giydiği korse yüzünden nefes alamayan Kim Kardashian’ı hatırlattı. Hatta Kim’in daha ince belli görünebilmek için kaburgalarını aldırdığı bile iddia edildi.
“Kadın olmasa…” yazdım ve aralarında erkeklerin de bulunduğu pek çok arkadaşıma mesaj gönderdim. Gelen cevaplar ise şöyleydi;
Kadın olmasa kahkaha olmaz
Kadın olmasa başarı olmaz
Kadın olmasa sevgi olmaz
Kadın olmasa detay olmaz
Kadın olmasa hayat olmaz
Kadın olmasa renk olmaz, her şey siyah beyaz olur
Kadın olmasa barış olmaz
90’lı yıllarda baş gösteren ve henüz birkaç yıl önceye kadar devam eden bir algı vardı: Güzellik standartlarını Barbie bebek üzerinden tanımlamak. Pek çok kişiye göre kadın dediğin Barbie gibi olmalıydı; zayıf, uzun, küçük ve kalkık burun, renkli gözler, kusursuz bir ağız ve sarı saçlar…
Bu düşünce ile hareket eden ve Barbie’ye benzemek için sayısız operasyon geçiren birçok kadın var. Hepimiz bu haberleri defalarca gördük, okuduk.
Barbie bebeğe benzemek isteyenlerin sayısı son yıllarda yavaş yavaş yok olma noktasına gelmişti ki şimdi de yepyeni bir ‘challenge’ çıktı: Bratz bebeklere benzemek.
2000’lerin başında Barbie’ye rakip olarak piyasaya sunulan Bratz bebekler, günümüz güzellik anlayışını da yeniden biçimlendirir oldu. Buradaki güzellik anlayışı ise çekik ve iri gözler, kavisli kaşlar, kalın-abartılı olacak kadar kalın- dudaklar ve ince bir burun.
Kadınlar makyajla, photoshopla ve estetik operasyonlarla birer Bratz bebek olmak için çaba gösteriyorlar. Bu hallerini de sosyal medyada paylaşıp “Bakın ne kadar benziyoruz” diyorlar.
Beden algı bozukluğuna yol açıyor!
Sürekli estetik olma isteği, makyajla bir bebeğe benzeme çabaları, özellikle genç kızlarda vücut dismorfik bozukluğu diğer bir deyişle beden algı bozukluğunun habercisi olabiliyor. Uzmanlar bu hastalığı, kişinin görünümündeki hayali bir kusur ile aşırı ölçüde uğraşması olarak tanımlıyor.